KIVILCIMLI'NIN HAÇLI SEFERLERİ'NE İLİŞKİN TEZLERİ ÜZERİNE

0 yorum
Göktuğ Halis

Haçlı Seferleri, Ortaçağ Tarihi'nin en önemli "toplumsal olaylarından birisidir". Doğu ve batı toplumlarını "bir bütün olarak sarmalayan" güncel etkileri bir tarafa, her iki toplumun geçmiş, şimdi ve gelecek tasavvurlarını belirleyen içeriği ile çok sayıda tartışmanın belirleyicisi olmuştur. Çoğu tarihçi, Avrupa'nın karanlık Ortaçağ'ının dağılması ve Batı'nın günümüzdeki "yüksek" (!) seviyesinin kültürel ve ekonomik kaynağı olarak Haçlı Seferleri'nin görülmesi noktasında ortak fikre sahiptir. Örneğin, "Haçlı Seferleri" der Maalouf, "Batı Avrupa için aynı anda, hem ekonomik, hem de kültürel gerçek bir devrimin başlatıcısı olmuştur".  Peki Doğu'ya ne olmuştur? " Bu kutsal savaşlar Doğu'da uzun bir gerileme ve karanlık dönemine doğru açılmışlardır. Her bir yandan saldırıya uğrayan Müslüman dünyası kendi üzerine kapanmıştır..." (1)

Elbette doğruluğu "sınırlı" ölçütlerde kabul edilebilir bir saptamadır bu. Bu saptamalar üzerinde düşüncemizi yönlendiren, sosyo-ekonomik ölçütleri hesaba katmamızı gerekli kılar. Ancak açık olan, Batı'nın içide bulunduğu karanlığı Doğu'ya miras bırakmak kaydıyla, ondan kendi yolunu aydınlatacak değerleri almayı başardığıdır. Doğu, her an gelecek yeni bir Frenk saldırısının psikolojisiyle kendi içine dönmüştür. Bununla birlikte "Haçlı Seferi" Batı'nın zihninde de kavramsallaşmış ve her yeni olayda "süreci" açılmak amacıyla yardıma çağrılmıştır. ABD'nin son Irak saldırısı öncesinde Başkan Bush'un ağzından dökülen tanım bunu doğrulamaktadır. Her ne kadar Batı'nın göreli olarak akıllı kesimleri, söyleneni "gaf" olarak nitelese de kesin olan "Haçlı Seferleri'nin", kutsiyet yüklü içeriğinin yardıma çağırıldığıdır. (2) Batı'nın gözünde "Haklı Savaş" parantezine yerleştirildiği açık olan Haçlı Seferleri, içeriğindeki "din için savaş" değerini içinde saklı tutmakta, ABD'nin Irak işgali gibi süreçlerde de, "para için yapılan savaş" görünümünü uzaklaştırmak için kullanılmaktadır.

Tarihsel olarak açığa çıkmış çok sayıda gerçeğe ve somutlanmış olgulara karşın, Haçlı Seferleri'ne ilişkin her değerlendirmenin "ideolojik-tarafgir" nitelikler taşıması kaçınılmazdır. İdeolojik olmayan bir bakış açısının övgüsü ancak küçük burjuva geleneklerinden beslendiği ölçüde anlamlı olduğuna göre, bu doğaldır. Ancak "ideolojik" bir bakış açısının ve savlarının "tarihsel veriler ve olgulardan" hareket etmeden oluşturulması, yahut onları yok sayması veya sınırlı bir şekilde kabul edilmesi, en basit ifadeyle "kabul edilebilirliği üzerinde" sorunlar yaratır. Örneğin, Müslüman perspektifinden bakıldığında yoğun olarak "Haçlı Seferleri'nin" din içinlik unsurunun kabul edilmez olduğu görülür. Yapı yalnızca ekonomik çıkarlar ve heveslere bağlandığı oranda da "tarihsel olarak eksiklik taşır". Tarihsel bir olgunun ele alınışı ancak, o olgunun nedenleri üzerinde asgari yoğunlaşmayı gerekli kılar. Papa II. Urbanus'un vaazlarında da ortaya çıktığı ölçüde toplumsal-ekonomik yaşamdaki yıkımların bireyler üzerindeki dini duyguları ne derecede etkili olduğunun atlanması, çapulcu, para pul peşinde koşan, yağmacılar ve haydutlar gibi gerçekdışı bir Haçlılar tablosuna götürür ki, bu doğru değildir. Müslüman perspektifi istediği kadar reddetsin, Haçlı Seferleri'nde gerek bu hareketi motive edenler ve gerekse katılımcılar itibariyle "dini duygular" samimiyet arzeder ve açılımlarınızda bu duyguyu tasfiye ettiğinizde geriye, bütün ve doğru olandan başka birşey kalır.

"İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş" kitabında Dr Hikmet Kıvılcımlı, Ortaçağ Avrupası dahilinde "Haçlı Seferleri'nin" de dahil olduğu sınırları alabildiğine geniş alanı kapsayan konular üzerine analizler yapar. Kuşkusuz Kıvılcımlı'nın "genel bir bakışı vardır" ve söz konusu kitabı, ancak teorisinin bütünselliği içinde anlamlıdır. Teorik bir bütünselliğin sağlanması noktasındaki en büyük handikap ise, tarihsel olguların yanlış anlaşılmamasında yatar. Kıvılcımlı, Ortaçağ Avrupa Tarihi ve Haçlı Seferleri konularında bu noktada, asgari bir düzeyi tutturmuş gözükmektedir. Bu ise, haddimize düşmeyerek de olsa belirtilmelidir ki, şaşırtıcı bir "başarının" öznesine dikkat çeker. Yine de Kıvılcımlı'nın özellikle Haçlı Seferleri ile ilgili saptamalarının özel ve eleştirel bir incelemeye değer olduğu gerçeğini değiştirmez.

Belli bir dönem ya da mekana yoğunlaşmış bir inceleme, diğer bir ifadeyle "uzmanlaşmış" bakış açısı ile bu uzmanlaşmaya konu olan "özel alanın" genel bir tarih teorisindeki yerinin çelişmemesi çok önemlidir. Elbette, "insanlığı konu olan genel bir tarih teorisinin" her alan üzerinde "uzmanlaşacak" zamanı da, tahamülü de yoktur. Bunu beklemek de zaten gereksizdir. Ancak, bu tarih teorisi yeri geldiğinde uzman bir görüşce doğrulanmaya ya da yeniden tanımlanmak ve tamamlanmak için eleştiriye ihtiyaç duyar. Ancak açık bir çelişki, teorinin bütününün kökten çökmesi alamına gelebilir. Her geçen gün, tarihsel bilgilerimize yenilerini katarken, "teorinin" yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılar. Hikmet Kıvılcımlı'nın kendi dönem koşullarındaki araştırmaları, özellikle Haçlı Seferleri konusunda genel  bir yeterlilik sağlasa da, ayrıntıda dile getirilmesi gereken eksiklikler ve hatalı saptamalar barındırır. Bu da belki kaçınılmazdır, zira söylediğimiz gibi Kıvılcımlı'nın temel problemi bu alanda "ayrıntıya dek uzanan" bir "uzman" bilgisi aktarmak değildir. Onun amacı kendi kavramsal dizgesinin "Ortaçağ Avrupası ve Haçlı Seferleri'ne" doğru olarak aktarılması ve "genel tarih teorisi içinde" tutarlılık sağlanmasıdır.

Peki bu yazıyı kaleme alırken, benim amacım nedir? Kişisel olarak, uzun zamandır Hıristiyan Askeri Tarikatları ve Haçlı Seferleri'ne ilişkin olarak tarihsel maddeci bir temel sistematiği sağlamak üzerine sürdürdüğüm sistemli çalışmalarımın bir aşamasında, özellikle belli "uzmanlık disiplinlerine" "dışarıdan gelmiş bireylerin" çabalarının sanıldığından daha büyük önem taşıdığına inandığım bir dönemde Kıvılcımlı'nın saptamalarındaki göreli başarıya şaşırmış olmamdır. Bu bizim hatamızdır. Kıvılcımlı'yı daha önce tanımamış olmak. Ancak, bu göreli başarının ileri adımına geçtiğimizde, Kıvılcımlı'yı överken ve Haçlı Seferleri üzerindeki saptamalarının göreli olarak "doğru" olduğunu belirtirken tehlike, refere ettiğimiz kitaba yönelecek herhangi bir okuyucunun "yanlış bilgilenmesine" ya da "kanaat biçimlemesine vesile olacak" yönler barındırmasıdır. Dolayısıyla bu eksikliklerin burada belirtilmesi ve üzerinde durulması gereklidir.

Haçlılar ve Kökeni Üzerine Bir Tartışma

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Haçlı Seferleri'nin nedenlerinden bahsederken Marksist terminolojiyi kullanır. Olayı, tez, anti-tez ve sentez denkleminden izleyerek iki karşıt temel odak arasındaki çelişme ve çatışmaların, Haçlı Seferleri'ni gerçekleştirdiğini belirtir. Tarih öncesinden henüz çıkmak üzere bulunan coşkun, idealist barbar yığınlar ve "Batmış Roma Medeniyetinin", Tefeci bezgiran Ruhunu yaşatan Hıristiyan Kilisesi... Ona göre Haçlı Seferleri'nin hazırlığını, tükenmeyen barbar gelenek ve görenekleri yapmıştır.

Kıvılcımlı ilk olarak iki noktada haklıdır. Bunlardan ilki, Kilise'nin Roma Medeniyetinin devamı oluşuyla ilgilidir. Diğeri, hiç tükenmeyen "barbar" kültürü ile Kilise arasındaki çatışmadır. Ancak bu çatışma, "barbarlığın değişmeyen özü" ile, medeniyeti simgeleyen Kilise'nin doğası arasındaki çatışmadan çok, "Katolik Kilisesi'nin" "dini bir kurum olarak" seküler alandaki hakimiyet isteğini belirleyen koşulların ürünü gibidir. Yani doğaları gereği çatışmaya "yazgılı", çatışmaları "kaçınılmaz iki unsur" ortada yoktur. Kıvılcımlı'nın karşıtlığı Roma İmparatorluğu ve Barbar kavimler örneğine uygulandığında çok daha belirgin biçimde karşımıza çıkar. Erken dönem çatışmalara göz gezdirdiğimizde ise Kilise'nin fikirleri tam da Kıvılcımlı'nın "barbar" olarak tanımladığı kaynaklardan beslenmektedir. Roma'ya karşıt, onu tehdit eden, Esseniler gibi ilkel göçebe Yahudi kültürünün izlerini taşıyan komünal bir toplumun etkisi alabildiğine açıktır bu dinde. Yerleşik, Helenleşmiş Yahudi kültürünün peygambere nefreti de kuşkusuz "yerleşik dengelere yönelttiği" açık seçik saldırılardadır. İsa, kutsal Solomon Tapınağı'nı hedef alarak, yıkılması durumunda onu birkaç günde yeniden dikeceğini iddia eder.Kıvılcımlı, kitabının bir yerlerinde kısaca İlkel Hıristiyanlığın barbar kültüründen beslendiğini atlar. Kilise'nin kökeni Filistin bölgesinde bulunan etkisini yorumlarken Kıvılcımlı, kötücül "niteliğin" alımlanmasında kullanır. Ona göre, Kilise, toplumsal alt-üst oluşları sezen iktidarın "zorla göç ettirme yöntemini" bu bölgeden almıştır. Ancak gerçekte, Hıristiyanlık ne yerleşik Yahudi kültürünün, ne de Roma-Yunan egemenlerin değerlerini kabullenmiş değildir.

Bu yanılgıya karşın, Kıvılcımlı'nın problemi, medeniyet ile barbarlık arasındaki örtük; zaman, mekan ve koşullara göre form ve özne değiştiren, ama asla yitip gitmeyen bir barbarlık ve medeniyet çatışmasının izini sürmek olduğundan, teorisi, Roma'nın yıkılışının ardından "medeniyet" perspektifini simgeleyecek yeni bir özneye ihtiyaç duymaktadır. Kilise bu iş için en uygun olan olarak gözükmektedir. Ancak, Kıvılcımlı "ilkel Hıristiyanlığın barbarlıktan kopup" medeniyetin temsilcisi konumuna geliş sürecini, ayrıntılarıyla incelemez. Sonsal bir yargı ile, Kilise'nin Roma'nın ruhunu yaşatan bir kurum olduğunu söyleyiverir. Peki bu ruh nedir? Tefeci ve bezirgan ruh...

Roma Kilisesi, birçok anlamda Kıvılcımlı'nın haklı olarak belirttiği gibi, Roma İmparatorluğunun devamı niteliğini taşır. Kıvılcımlı, kitabında ekonomik boyutu açıklar. Ancak sosyal-siyasal boyutta Kilise'nin söz konusu evrimi kısaca, seküler otoritenin kalmadığı bir zaman diliminde bu alandaki "otorite" olarak konumlanma zorunluluğu ön plana çıkar. Konstantinopolis'teki Roma İmparatoru'nun Batı'daki vekilleri aracılığıyla varlığını sürdüren Batı İmparatorluğu'nun gördüğü son büyük laik otorite Büyük Atilla komutasındaki Hun ordusunu yenen Romalı General Aiteus'dur. Onun ölümüyle birlikte gerek Barbar akınlarına karşı direniş bitmiş, gerekse Kilise'nin boşalan laik otoritenin yerini doldurma zorunluluğunu oluşturacak koşullar daha belirgin hale gelmişti.  Yıkım dönemlerinde Kilise, gelecek umudunun kişilerin zihninden toptan sökülüp atıldığı bir dönemde açların doyurulması, evsizlerin bakımı gibi misyonları üstlendi. Kilise, işte bu andan itibaren Roma İmparatorluğu'nun ta kendisi olarak, kitlelerin zihnine yerleşti. Saldırılara karşı halkın güvenliği sorumluluğunun üstlenilmesi kritik bir gelişmeydi. Papa I. İnnocentius, 408 yılında Vizigotların Roma'ya saldırısını engellemek için diplomatik görüşmeler yürüttü. Başarısız olsa ve şehiri yağmalanmaktan kurtaramasa da, Hıristiyan halkın canını kurtarmayı başardı.

Papalık koltuğuna oturanların üstlendiği laik roller sonraki dönemlerde de devam etti. Roma İmparatorluğu koltuğunu kanıksadıkça Kilise, kendi içindeki "ilkel unsurları tasfiye etmeye başlamıştı. Augustinius'un "haklı savaş doktrini", ilkel Hıristiyanlığın temel emri olan "barışçılığın", devletleşmeyi göze almış bir kurumun ve belki de insanlarının yararına dönüştürülmesi anlamını taşıyordu. Augustinius ile birlikte, Hıristiyanlığın temel barış öğretisi yerini, "gerektiğinde savaşmanın" gerekliliği noktasına evrildi. Bu evrilme önemliydi çünkü, savaşı reddeden bir devlet teorik olarak mümkün değildi. Zira beklenen gerçekleşti ve Papa'lar bizzat savaşlara katıldı, onları yönlendirdi. (3)

Toparlarsak, Kilise'nin Roma'nın devamı ve tefeci bezirgan ruhunun aktarımı olarak devamı, tarihsel süreç ile açıklanabilir. Zira ilkel Hıristiyanlığın temel doktrinleri göz önüne alındığında, böylesi bir devamlılık, a-priori değildir. Zaten, Kilise, kitlelerin gözünde Roma İmparatorluğunun "ta kendisi" olarak gözükmeye başladığı andan itibaren, bu ilkel ruhunu da tasfiye etmeye başlamış, yerine, sosyo-ekonomik koşulların kaçınılmaz dayatısı olarak, devletleşmeyi içeren unsurları koymuştur. Bu unsurların başında da "laik alana" dair iktidar hırsı yatmaktadır ki, Barbar kavimlerin bu alandaki iddiaları, Kıvılcımlı'nın barbar-medeni çatışmasının bu anlamdaki konumlandırmasında ideal bir bütün sunmuştur. Kilise, zamanının gereği olarak, Barbar kavimlerin Kralları'na verdiği laik iktidar alanını geriye almak için fırsat kollamaktan geriye kalmamış, tüm Ortaçağ boyunca devam edecek bir çatışmanın en önemli tarafı olmuştur. Belirtilmelidir ki, Kilise'nin Roma'nın devamı niteliği taşıması, sürecin ve koşulların dayatısıdır. Kısmen, Marksist tarih anlayışının kavramlarının doğruluğu bu örnekte bir kez daha ortaya çıkar ki, hiç de öngörülemeyen bir karşıtlık, özellikle Barbar baskısıyla biçimlenmiş, bu baskıda Barbar'lar kendi "karşıtlığını" biçimlemiştir. Kıvılcımlı'nın açılımı bu sosyal boyutu vurgulamadığı için, süreci açıklamak konusunda eksiktir.

Kilise ile Barbar krallar arasındaki iktidar bölüşümünün kökeni ise Frank Kralı Clovis döneminde yapılan anlaşmayla ilintilidir. Clovis Hıristiyanlığı kabul eden ilk barbar kralı olarak dikkat çekicidir. Hikmet Kıvılcımlı'ya göre Clovis ile Kilise arasındaki anlaşma, bu bölgedeki "barbar etkisinin" yok edilmesi, dolayısıyla Kapitalizm'e geçişin zamansal olarak aksamasını doğuracak bir "medenileşme-Romalılaşma" durumu ortaya çıkaracaktır. Zira yazar, İngiltere'de hiç kaybolmayan barbar etkisinin, burada Kapitalizmin, Kilise aracılığıyla medenileştirilmiş Fransa'ya nazaran daha erken oluşmasında büyük bir rol oynadığı kanaatindedir. Şöyle söyler: "Her zaman Kral seçimi yapan ulusların içinde Kilise, seçimle taban tabana zıt olan Krallığın Tanrısal bir hak olduğu doktrininin beceriyle icat etti: Tabii o hakkın depocusu Kilise idi ve o meşruluğa kavuşturmanın karşılığı olarak kralın yaptığı bağışlar Papanın dünya mülküne dayanan egemenliğini hazırladı..." Ona göre, Barbar şefler bu anlaşmayla birlikte Katolik Kilisesi'nin manevi hapishanesine girmiştir.

Söz konusu anlaşmanın herhangi bir tarafın "hesabının" gerçekleşmesi yolunda tertip edildiği, Clovis ve Barbar Frankler örneğinde söz konusu olduğu şekliyle "dezavantajlı bir anlaşmaya istemsizce zorlandığı", halk içindeki tabiriyle "tongaya düşürüldüğü" fikri en fazla, ideolojik bir doğrulama çabasının ürünü olabilir. Tarih, gerçekten ona nereden bakarsanız bakın, sizleri doğrulayacak milyonlarca veri sunacak kadar geniştir. Buna karşın, söz konusu anlaşmanın, iki taraf açısından da dönem koşullarının kaçınılmaz dayatısıyla biçimlendiği, son sözde iki tarafın da bu anlaşmadan yararlandığını düşünmek mantıklıdır. Kilise'nin dünyevi alandaki iktidar hırsını dahi körüklemesine yol açacak koşullar, kurumun ve cemaatin "tehlikelere alabildiğine açık olduğu bir dönemde" korunma ihtiyacına ilişkindir.V. yüzyılda Alp Dağlarının kuzey kesimine tamamen hakim olan Frank Kralı'ndan alınan ilk söz bu yöndeydi ve Kral, tüm baronlarıyla birlikte Hıristiyanlığa geçmeyi kabul ettiğinde "her koşulda ve ne olursa olsun, Kilise'yi koruma sözü" verdi. Kilise'ye verilenler ise, zaten sahip olduklarından ibaretti: Ruhani dünyanın otoritesi. Clovis'e tanınan hakların karşılığında bu neredeyse hiçti. Frank Kralı "Roma Kilisesi'nin kılıcı" unvanını kazandı ve sapıklığın başını çekenlerin cezalandırılması misyonunu üslendi(4) Clovis Kutsal Roma İmparatorluğu'nun başına geçti, "Yeni Konstantin" ünvanı kazandı. Karşılıklı çıkar ilişkisinin gözden kaçırılmaması gereklidir. Söz konusu anlaşmanın, medeniyetin nimetleriyle, barbar öz'ü saptırması, yolundan çevirmesi ve kendi sınırlarına dahil etmesi olarak açıklanması, Kıvılcımlı'nın teorisi bağlamında tutarlı olmakla birlikte, mantıklı gözükmemektedir. Çünkü ortada tarihsel bağlamda da olsa "kandırılan, aldatılan, tongaya düşürülen" herhangi bir odak yoktur. Barbar şefler, Kıvılcımlı'nın jargonunu kullandığımızda çoktan "medenileşmiştir". Tek bir Kral sancağında birleşmiş, savaş zamanlarının dışına da taşınan bir "sivil otorite" ve onun mutlaklığı, güç zoruyla, barbar anlayışın aksine zaten dayatılmıştır.

Toparlamak gerekirse, bu olay özelinde, Kilise tam anlamıyla güçlü ve hesapçı değildir. Tam aksine zaaflıdır, güçsüzdür. Korunma ihtiyacı duymaktadır. Tek hesabı, bu korumayı sağlayacak "güç'dür"... Onu da bulmuştur. Diğer taraftan tamamen Roma medeniyetinin "barbarlığa" yakın Pagan unsurlarıyla açık mücadele halindedir. Özellikle dini dokudaki "toplumsal uygulamalar" ve yasaklar, sürecin Kıvılcımlı'nın açıklamalarından çok daha karmaşık olduğunu ortaya koyar. Diğer taraftan, Kilise de ilkel unsurlarından tamamen arınmış değildir. Özellikle "savaş ve dine uygunluğu konusundaki" tartışmalar alabildiğine gücüyle devam etmektedir. Yani, ne Roma ve Kilise tam anlamıyla Kıvılcımlı'nın medeniyet dediği çerçeveyi koşulsuz, katıksız bir şekilde doldurur, ne de Franklar "Kilise'nin müdahalesi olmasa" tam anlamıyla "barbarlık" çerçevesini doldurmaktadır. Karşıtlıklarından yönler taşımaktadır. Yani saf ve katıksız bir "barbarlık-medeniyet karşıtlığı" gözükmemektedir. Barbar öz, söz konusu kavimleri bırakıp gideli nice zaman olmuştur.

Nedenler

Kıvılcımlı, Haçlı Seferleri'nin barbar geleneklerince organize edildiğini belirtirken dolaylı olarak haklıdır. Ancak bütünsel olarak Haçlı Seferleri'nin nedenlerini açıklarken "barbar etkisinin abartılması" ve barbarların, Kilise ile mücadelesini asal noktaya taşımak hatalıdır. Haçlı Seferleri'nin özneleri, yalnızca barbarlık geleneğini yaşayan krallar ve ikincil düzeydeki hükümdarlar ve Kilise değildir. Halkın, hiç ilgisi yokmuş gözükmekle birlikte Doğu'nun Müslüman hükümdarlarının ve Bizans'ın hiç azımsanmayacak rolleri bulunmaktadır. Tarihsel bir olgunun değerlendirilmesinde, dönemsel koşullardaki karmaşa ve çoklu etki, teorinin basitleştirme zorunluluğuyla çelişmek zorunda kalır. Kıvılcımlı, bu noktada "Kilise ve barbar" arasındaki çatışmayı abartılı olarak kullanarak, teorisine uygun hale getirmiştir.

Kıvılcımlı'nın "barbar etkisi" olarak nitelediği şeyin en belirgin fenomeni "Kuzey Avrupa'ya özgü" şövalyelik kültürüdür. Barbarların Hıristiyanlaşması sürecinde bu kültür, herşeye rağmen ayakta durmaya devam eden bir "barbar etkisinin" yaşama kanalıdır. Savaşımın kutsallığı, savaş Tanrıları'nın panteondaki ayrıcalıklı yeri, savaşa, şövalyelik olarak adlandırılan "barbar geleneklerinden esinlenen savaşçı" yaşam biçimine duyulan saygı, İncil'in reddine rağmen geniş bir yaygınlık alanına sahipti. Şiirler, şarkılar, halkı cezbeden tiyatrolar hep bu kahramanları anlatıyordu. Sanat eserlerindeki etki bir tarafa, savaşlar Hıristiyan dünyanın temel problemlerinden birisi haline gelmiştir. Savaş beylerinin birbirlerine karşı yürüttükleri savaş, Kilise'yi rahatsız ettiği ölçüde, kardeş kavgalarına son verme amacını dayatmıştır. Hıristiyanlık içi savaş geleneğinin "doğru kanallara aktarılması" süreci ise, Haçlı Seferleri'nden önce, İspanya bölgesinde Müslümanlar'a karşı yapılan savaşlarda görülmüştür. Kıvılcımlı da zaten bunun farkındadır. Ancak gerçek olan odur ki, Kilise'nin Barbarlar'a oyun oynayarak, onları kendi çıkarları için Haçlı Seferleri'ne çıkarmasından çok, Barbarların Kilise'ye etkisinden bahsetmek daha doğrudur. Çünkü Kilise, savaşçı külte sahip etkiye direnememiş ve "Tanrı için savaş" gibi bir yapıyı formüla etmiştir. Ortaya çıkan davet, Kıvılcımlı'nın barbarlar dediği kavim için büyük bir fırsattır. Ancak Kilise, bu eğilime yeni bir biçim vermek ve daha önce şan ve şeref için savaşan şövalyeyi, kendine tabi kılmıştır. Pagan savaşçı Tanrılar, Hıristiyanlığın kutsal unsurlarıyla yer değiştirmiştir.(5)

Kıvılcımlı, Avrupa'yı Haçlı Seferleri'ne iten ekonomik koşulların farkındadır. Yoksulluğun, savaşların getirdiği yıkımların... Ancak temel problem, olguyu tez, anti-tez ve sentez denkleminde inceleme gayretinden kaynaklanır. Bu özneleri asal hale getirdiğinizde sosyal ve ekonomik koşulların arka plana itildiği izlenimi doğar.  Çünkü, bu özneler koşulların ürünüdür ve vurgulanması gereken, koşullara katkı yapan diğer öznelerle bu koşulların yönlendirmesi sonucunda eylemde bulunduklarıdır. Kilise'nin barbarlarla çekişmesi hiç de, Bizans Kilisesi ve Roma Kilisesi arasındaki çatışmadan, yahut, Müslüman-Hıristiyan dini çatışmasından daha belirleyici değildir. Gördüğümüz gibi, böylesi bir çatışma mutlak da değildir, her iki taraf da Kıvılcımlı'nın jargonu dahilinde düşünmeye devam ettiğimizde birbirinden yönler almıştır. Kıvılcımlı'nın belirttiğinin aksine, yaşanan tüm doğal felaketler, açlık, hastalık ve iç savaşlar, toplumsal bir alt-üst oluşun meydana gelmesi için yeterli değildir. Kilise'nin bu alt üst oluşu engellemek için Barbar'ları Asya'dan gönderme amacını taşıması amacıyla Haçlı Seferleri'ni tertiplemesi ise inandırıcılıktan uzaktır. Çünkü, Barbar'lar yahut şövalyeler sınıfı, hiç de böylesi bir toplumsal alt-üst oluşu yönlendirecek ve öncü olacak bir konumda değildir. Şan ve şerefi, biat kültürü ile anlamlı olan şövalyenin bağlılığı da, cesareti de, derebeyine aittir. Yani medenileşmiş düzene...

Haçlı Seferleri coşkusu, dönem Avrupası'nın imkansızlıkları ve topyekün umutsuzluklarıyla ilintilidir. Yeni bir yaşam perspektifi kadar, kitlelere hitap edecek bir imkan yoktur. Papa II. Urbanus bunu gözlemlemiştir. Ancak Kıvılcımlı'nın hiç de hesaba katmadığı bir olgu vardır, o da çok sayıda Haçlı Seferi yorumcusu gibi, hareket içindeki dini boyutun gözardı edilmesine vesile olan bir maddi kaygılar yaygarasıdır. Haçlı coşkusu elbette daha iyi bir yaşam umuduyla yan yana yürür. Bu yapı elbette Papa II. Urbanus'un ilk çağrısında da gözükür. Papa, kitleleri harekete geçirmek için Kudüs'ün bal ve süt akan sokaklarına gönderme yapmıştır. Ancak Urbanus'un sözlerinin samimiyetinden ve dindaşlarına verdiği değerden şüphe edilmesini gerektirecek bir durum yoktur ortada. Papa'nın kafasını büyük oranda kurcalayan giçli sorun, şayet bir ikiyüzlülük aranıyorsa, Doğu Kilisesi'nin yardım çağrısıdır. Müslümanların tehdit ettiği yapı, Doğu Kilisesi'nin yardım çağrısını biçimlediği andan itibaren, iki kilisenin birleşme hayali, Urbanus'un eylemlerinin asal unsuru olarak gözükmektedir. Hatta öyle ki, kimi yorumcular Urbaus'un Haçlı Seferi tertibinin amacını Kudüs'ü almak değil, Doğu Kilisesi'ni baskıdan kurtarmak olarak belirlemiştir. (6) Ancak kitleler için hiç de cazip olmayan böylesi bir neden için, Kudüs'ün fethinin ve iyi yaşam koşullarının yapay olarak sürece dahil edildiği düşünülebilir. Diğer taraftan, Kilise'nin maddi çıkarlar peşinde koştuğu ve dünyevi iktidarını bu yolla güçlendirdiği şeklindeki iddası da, mantıklı değildir. Toplumsal bir çözülüş anında ve nüfusun önemli bir kısmının göçe hazırlandığı bir dönemde, ekonomik faaliyetlerden kar kesinlikten alabildiğine uzak bir yapı sunar. Benzer yorumlar çoğu kaynakta kitleleri yöneten katılımcılar ve ikincil hükümdarlar için de yer yer öne sürülmüştür. Öyleki kimi spekülatif yazarlar "temel amacın Solomon'un hazinelerini ele geçirmek" olan bir Haçlı seferleri tertibatı kurgulamıştır. Ancak tarihsel gerçeklerden anlaşıldığı ölçüde, Haçlı Seferleri Hıristiyanlara ekonomik yarar sağlamaktan çok zarar getirmiştir. Özellikle liderlik düzeyinde katılımcıların Avrupa'daki tüm mal varlıklarını sattıkları ve bir daha geriye dönmeyi düşünmedikleri açıktır. Elde edilen topraklardaki hükümranlık umudu ise, tahmin edileceği gibi güçlüdür, ancak "kesinsizliğiyle" nafile bir umuttur. Kilise, yola çıkan orduya yönelik komuta tartışmasının önüne geçmek amacıyla Adhemar de Monteil'i tüm haçlı ordusunun komutanı olarak atamıştır.

Toparlarsak, Haçlı Seferleri'nin herhangi bir kurumun topyekün planıyla gerçekleştiği ve yine herhangi bir kurumun maddi anlamda kazanç elde ettiği doğru değildir. Sürecin içindeki gizli tek amaç Doğu Kilisesi'ne yardım götürmektir ki, bu dini nedenler kategorisine yerleştirilebilir. Siyasal ve ekonomik amaçlar ise, öngörülebilir olmaktan çok uzaktır. Haçlı Seferleri, çok sayıda toplumsal ve ekonomik girdinin, tek tek kişi ya da kurumların iradi tavırlarını aşan gerçeklerinin ürünüdür. Küçük düzlemde, kullanılan, belli çıkarlara ait olan kişi ya da kurumlar olabilir. Ancak, bir bütün olarak Haçlı Seferleri, herhangi bir kişi ya da kurumun oyunu değildir. Avrupa'nın alt-üst oluşuna uygun sosyo-ekonomik koşullar bulunduğu ise doğrudur. Ancak gerek dini duygulardaki güçle, ezilen kesimlerin pasifist durumda bulunuşu ve gerekse, Marksist açılımda, devrimsel bir dönüşümü gerçekleştirecek olgunluğa ulaşmış bir öncü sınıfın bulunmayışı, dönem Avrupası'nda toplumsal bir alt-üst oluşun imkan dahilinde olmadığını göstermektedir. Kıvılcımlı'nın öncü sınıf olarak görmeye meyilli barbar savaşçılar ise, çoktan sisteme adapte olmuş, onun bir parçası haline gelerek onu güçlendirme işlemini gerçekleştirmektedir.

Tapınakçılar ve IV. Philippe

İlkel komünal toplumun cezbedici nitelikleri açıktır. Özellikle çürümüş bir toplumsal hayatın içinde kıvranıp duran bizler için... Özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin, doğa ile uyum içinde yaşanan bir toplum hayali, her arayışın son noktası gibidir. Yerleşik hayata geçiş ile sarsılan bu değerlerin, değişmeden kalan bir töz şeklinde insana eklemlendiğini düşünmek, idealist bir tavır takınmaktır. Zira, bu nitelikler, komünal sosyo-ekonomik oluşum içinde yaşayan insanın doğal nitelikleridir. Ancak, değişmeyen, her yerde aynı kalan bir insan doğası yoktur.(7)Barbarlığın izi elbette sürülebilir, değerleri alkışlanırken, Kıvılcımlı'nın hiç eksik olmayan, tarihin her koşulunda devam eden örtük, içsel bir barbar-medeni çatışması kurguladığı görülür. Kıvılcımlı bu saptamalarını, kitabının ilerleyen sayfalarında Tapınak Şövalyeleri Tarikatı ve onları yok eden Fransa Kralı Philippe'ye dek sürdürür. Kıvılcımlı, günümüzde dahi Tapınak Şövalyeleri Tarikatı ile ilgili abuk subuk sonuçlara varan araştırmacıların aksine, hayranlık verici şekilde doğru saptamalara ulaşır. Kıvılcımlı, Tapınak Tarikatı'nın kral tarafından mal varlıklarına el konulmak amacıyla ortadan kaldırdığını belirterek, günümüz araştırmacılarına örnek teşkil eden bir güç göstermektedir.

Diğer taraftan, Tapınak Tarikatı'nın yargılanma süreci ile birlikte Capet Hanedanlığı'nın modern dünyada en çok tartışılan Kralı haline gelen Philippe döneminin en önemli kurumlarından Etats-generaux 'u İlkel Sosyalizmin geleneksel kurumlarının devamı olarak nitelemek alabildiğine zorlama bir saptamadır. Söz konusu kurul, uzun zamandan beri "kamuoyu" gücünü önemseyen Fransa Monarşisi'nin tahakküm araçlarından birisi haline gelmiştir. Fransa'da Capet Hanedanlığı'nın, değil ilkel savaş beyleri ve kandaş kabile reisleriyle iktidarı paylaşmak, Kilise'nin uhrevi iktidarına dahi tahammülü bulunmamaktadır. Fransa Kralı Philippe döneminde Colonna ailesinin de katıldığı bir komplo ile, Papa VIII. Bonifatius'un tokatlanması gibi bir olay ve V. Clemens'in Kral'ın baskısından dolayı Papalık Merkezi'nin Avignon kendine taşıma kararı alması bu baskının boyutları hakkında bizlere fikir vermektedir. (8) Kilise'yi Roma İmparatorluğu'nun devamı olarak niteleyen Kıvılcımlı'nın, ortaya çıkan yeni karşıtlıkta "kendi teorisini yerli yerine oturtması" zor gözükmektedir. Çünkü, bir Kral ki, Roma'nın ruhunu yaşatan Kilise'nin ruhani alandaki iktidarını dahi hazmedemeyecek, ancak, buna karşın bizlerin "ilkel sosyalizm gelenekleri"nin uzantısı olarak bildiğimiz bir kurumun yaşamasına izin verecektir? Akla yakın değildir bu öneriler.

Kıvılcımlı'nın kitabı, vakanüvis alıntılarıyla birlikte Haçlı Seferleri'nin temel görünümü açısından düzeylidir. Asgari bir düzey tutturulmuş, tarihsel gerçekler göz önünde tutulmuştur. Günümüz kitap piyasasındaki, konuyla ilgili vurdum duymazlık göz önüne alındığında, Kıvılcımlı'nın çalışmasının değeri çok daha iyi anlaşılır. Bununla birlikte, yeri geldiği noktada gösterdiğimiz ölçüde, Kıvılcımlı'nın tarih tezini oluşturan kavramlar, Ortaçağ, Haçlı Seferleri, Fransa'da meclisler gibi noktalarda açıkta kalmaktadır.

Dipnotlar

1-A. Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, s. 339. Telos.
2-Daha ayrıntılı bir bilgi için Dikine'de yer alan "Dünden Bugüne Haçlı Deneyimi" isimli makaleme bakılabilir.
3-G. Halis, Tapınakçılar: Tarih ve Spekülasyon. s. 13)
4-Baigent, Lincoln, Leigh, "Savaşçı Keşişler Tarikatı"  s. 284. Nokta Kitap
5-J. Reston, Allah ve Tanrı İçin Savaşanlar, s. 25. Aykırı
6-A. Noth, Müslümanlıkta ve Hıristiyanlıkta Kutsal Savaş ve Mücadele, s. 157
7-Ayrıntılı bilgi için, Murat Belge, Haziran 1975'te Birikim Dergisi...  Kıvılcımlı'nın tarih tezine dikkate değer bir eleştiri sunan Belge'ye.daha sonra Demir Küçükaydın tarafından yanıt verilmiştir. Kıvılcımlı'nın anlaşılması bağlamında bu tartışma önemlidir.

8-Dr. H. Işık, Papalık Tarihi, s.79-80

MANİHEİZM

0 yorum
Kurt RUDOLPH
Çeviri: Mustafa BIYIK **

Roma İmparatorluğu’nda büyük gnostik okulların şekillenişi ikinci yüzyılda son bulurken, üçüncü asırda, doğuda (Mezopotamya) dünya çapında gnostik bir dinin altın devri başlar. Bu, insanlık tarihine büyük din kurucularından biri olarak geçmiş bir adamın eseridir. Sözünü ettiğimiz Maniheizm, dinler tarihinde bilinen dört dünya dininden  biri sayılabilir. Bunun anlamı, onun Buddizm, Hıristiyanlık ve İslam ile aynı konumu paylaşması; fakat bunlardan farklı olarak geçmişte kalmış olmasıdır. R. Haardt onu “misyonerlik özelliği ile evrensel bir vahiy dini olarak, geç dönem antik çağ Gnostisizm’inin (Gnosis) son ve mantıklı düzenlemesi” biçiminde nitelemiştir.1

Maniheizm’in Ortaya Çıkışını Sağlayan Koşullar

Bu gnostik dünya dininin doğuşu için gerekli zemin –bu niteleme tamamen yerindedir- uzun bir süreden beri hazırlanmış bulunuyordu. Zira Mezopotamya sadece antik bir medeniyete değil; aynı zamanda binlerce yıllık bir tarih esnasında gelişen ve birbirleriyle karşılaşan farklı dini gelenekler zenginliğine de sahipti. Bu bölgede, geç Helenistik döneme kadar izlerine orada-burada rastlanabilen antik Babil kültlerinin filizleri yanında, Fars yönetimi (m.ö. 539) ile nüfuz temin eden İran dini düşünceleri ve daha sonra İskender’den itibaren de Hellenistik medeniyet vardı. Ayrıca Babil Sürgünü (m.ö. 597) diye adlandırılan zamanda bölgede güçlü bir Yahudilik ortaya çıktı. Hıristiyanlık buraya ikinci asırda Suriye’den girdi ve özellikle kuzeyde Urfa ve Nusaybin gibi merkezler oluşturdu. Başlangıçta gnostikler (Urfa’da bulunan bu özel sapkın grup, Quq adında birinin taraftarlarıdır, Quqiler), Marcionistler ve Yahudi kökenli Hıristiyanlar gibi sonradan sapık ilan edilen grupların egemen olması dikkat çekicidir. İlk dönem Doğu Hıristiyanlığı’nın bu durumu, onun ikinci ve üçüncü asırlardaki başlangıcından itibaren görünüşte tipik bir özelliğiydi ve bu özellik, İnci’nin Şarkısı ile Süleyman’ın Mezmurları’nı içeren düzmece eser Thomas’ın İşleri ve Mani’nin ilk öncülerinden Bardaisan (Latince: Bardesanes) figürü gibi bu bölgede gnostik ve gnostikleştirici eserlerin ortaya çıkışının kaynağını da açıklar.

* Bu metin, Kurt RUDOLPH’un GNOSIS: the Nature and History of an Ancient Religion (trans. Ed. Robert McLachlan Wilson, Edinburgh, 1983) adlı eserinin 326-342. sayfalarının çevirisidir.

** G. Ü. İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi.

1 Sacramenta Mundi. Theol. Lexikon für die Praxis, Freiburg/Breisgau (Herder), c. III, 1969, sütun 328 (English Translation London 1969, 373). Ayrıca A. Böhlig in Die  Gnosis III (Der Manichäismus), s. 27 ve devamı ile karşılaştırınız.


Yazının devamını pdf formatında indirmek için tıklayınız 

Şeytan’ı Müjdeleyen Topraklar

0 yorum
Göktuğ Halis

İ.Ö. VI.Yüzyılda “Şeytan”ın bir bütün olarak ortaya çıkışına vesile olacak topraklara, İran’a varırız.

Bu topraklar, Mısır ve Babil’den çok daha keskin bir politik hesaplaşmanın beşiğidir; bu halde radikalize olmuş “politik karşıtlıklar”, önceki toplumların aksine, “iyiye dönüşümü mümkün olmayan” bir kötülük için bulunmaz bir fırsattır. Kökenlerini, izlerini dilediğimiz kadar geçmişte bulalım, Zerdüşt’ün politik mücadelesi gerçek bir “Şeytan”ı doğuracak yataktır. Nefret, öfke ve öteleme öylesine uçlaşmıştır ki, düşmanı içinde asla iyi bir öğe taşımayan, saf bir kötülük olarak kurgulamak, Zerdüşt’ü “Şeytan’ın” insanlık tarihindeki ilk teoloğu yapar. Yahudi kültürü, sürülmüş topluma özgü en değerli ideolojik varyasyonunu, kendisini Babil sürgününden kurtaran İran’da bulur.

Aslında Zerdüşt’ün orijinal öğretisinde, mutlak kötülük kurgulanmaz. Ahura Mazda tarafından yaratılmış “İki Ruh”, Spenta (İyi Ruh) ve Angra (Kötü Ruh) arasındaki ilişki, en doğru ifadeyle “Yaşam” ve “Yaşam Olmayan” ilişkisidir. Her ikisi de aslında Ahura Mazda’nın ilk edimlerindendir. “Yaratma ve Yok Etme…” Tanrısal kılgının bu ayrılmaz parçaları, Zerdüşt öğretisinde “Sroş” olarak nitelendirilen, Tanrı’nın iradesine kesin bağlılık kimliği taşır. Yaratılış düzlemindeki ilerlemede, belki de evrimde, “Yaşam Olmayan’ın” rolü azımsanmayacak boyutlardadır. Şeytan’ı bir türlü, tamamıyla kötü olarak görmeyi beceremeyen erken dönem Yahudi Kültürü’nün paylaştığı bir yargıdır; Tanrı’nın hizmetlisi olarak kötülük kurgusu, çok eski zamanlara aittir. Zerdüşt’ün sözleriyle, Eyüp Kitabı’nı karşılaştırmamak mümkün değildir. Tanrı’nın verdiği tüm zenginliklerin ve mutluluk kaynaklarının elinden alınmasıyla Tanrı’ya duyduğu sadakat ve sevgiyi sorgulamaya girişen Eyüp’ün öyküsü, Zerdüşt’ün kötülüğe biçtiği rol ile açıkça paralellik taşır. Kötülük bir bileyi taşı gibidir. İyi ve Kötü’nün bir savaş içinde olduğu dünyada, kötülük, kendimizi güçlendirmemize yarar. Daha keskin, dirayetli ve kararlı hale geliriz onun sayesinde. Sonunda “İyi” için kararlar verecek bir hale gelmeliyiz. Kötülükte bir “hayır” bulma ahlaklılığı, böylesine eski zamanlarda formüle edilmiştir.

O halde, sadece ölümü, yok oluşu ve-veya çürümeyi “kötücül” kabul eden bir yargı, “Angre Mainyu’yu” kötücül bir karakter olarak biçimlemeye eğilimlidir; Ahriman, orijinal öğretinin farklı bir yorumunun, olasılıkla ilk olarak Zurvan öğretisinin ürünüdür. (12)

Yine de Ahriman doğmuştur ve Zerdüşt’ün öğretisinden bu noktaya ulaşmak, hiç de sürpriz değildir. Zira çok az insan, toplumda ve bireyde cisimleşmiş bayağı ve amaçsız kötülüğün, gözle görünmeyen yetkin ve soyut bir düzenin, Tanrı’nın parçalarından birisi olduğuna inanmaya eğilimlidir. Çünkü bu halde, kötülük “Tanrı’nın” hizmetkarıdır ve o kötülükten sorumludur. Kötülüğün “Tanrı’nın” araçlarından birisi olduğunu kabul etmekte zorlanırız. Bunun yerine “Şeytan”ı biçimlemek çok daha kolaydır; ama sorunsuz değildir. “Düalizm” burada ortaya çıkar; gerçek Tanrı’ya eşit güçte bir kötülük kurgusuyla… Bu yeni problem, teologları yüzlerce yıl meşgul etmiştir. Yaşanan ve deneyimlenen kötülükleri Tanrı’ya mal etmenin iç rahatsızlığı, kopuşu radikal hale getirir. “Şeytan’ı” Tanrı’nın tebası olarak tanımlamak dahi, “kötülüğü” Tanrı’nın yarattığını göstermekten başka bir işe yaramaz. O halde, Şeytan, Tanrı’dan bağımsız bir varoluşa sahip ikiz ruhlardan birisi haline dönüşür. Tüm bunların kökeni için doğru adres Zerdüşt öğretisinin içeriğidir.

Henüz başlangıçta, ışık ve karanlık arasındaki savaşım sistematiğini okuruz; Spitama, (Spitama kabilenin ilk atasının ismidir. Kurucu kişi..) Peygamberliğini ilan ettikten sonra Zarathustra’ya dönüşür; “Işık Taşıyan”. “Zaratha” aslında “Altındır”, Altının ışığı ile “Güneş” ışığı arasındaki benzerlik, Zerdüşt’e, yüksek bir itibar yüklendiğini gösterir: Belki de o Güneş’in Çocuğudur. Bu tip itibar unvanlarına inanç tarihi içinde sıklıkla rastlarız. Eski Ahid kitabının kimi yerlerinde Tanrı’nın Musa’ya “oğlum” diye seslendiğini, İncil’de İsa’nın Tanrı’ya “Babam” hitabını biliyoruz. Etkileşim açıktır; Güneş ve-veya Altın simgedir. Dünyevi-politik bir kaygı hisseden her Peygamber, bilgi, bilgelik ve manevi aydınlık simgelerine; ışığa ve onun esas kaynağına, bazen Güneş olarak sembolize edilen “Tanrı”ya, yüce yaratıcıya dayar sırtını. Işığın en güçlü etkisi, açık bir karşıtlıkla sahneye çıkmasındadır. Işık varsa, insan imgeleminde “Karanlık” da vardır. Bu ise “Işığın İyi oluşu” karşısında, açık bir kötülüğe işaret eder. Belki Mısır ve Mezopotamya’dan başlayan “Işık” imgesi, Zerdüşt İran’ında yetkin bir karşıtlığa ulaşma eğilim taşır.

Zerdüşt’ün, henüz çok küçük yaşlarda, olasılıkla 15’inde, toplumun yerleşik değerlerine ve yaşam tarzına itiraz etmeye iten bir duyarlılığa sahip olduğu açıktır. Öğretisinin ana temalarından birisi budur. “Ezilmişleri ve yoksulları” hiçe sayan, “kötülüğün” alabildiğine yaygın olduğu bu dünyada acı çeken insanların iniltisi öylesine büyüktür ki, Toprak Ana, Kadir-i Mutlak’ın tahtının huzurunda, acı içinde belirir. Dünya zorbalık, tutku ve yağmanın elindedir. “Ne olacaktır, bu insanların iniltisi, çektiği acılar?” Yasna 29, Kadir-i Mutlak’ın “dünyada adaleti yeniden sağlamak adına” Zerdüşt’ün görevlendirildiğini açıklar. (13) Toplumun çürümüşlüğüne isyan eden Yahudi Peygamberlerini ve nihayetinde yıllar sonra, Nasıralı İsa’yı sarmalayan “vicdani” muhasebenin “muhayyilesinde”, Tanrı’dan görev alan ve göksel varlıklar tarafından eğitimden geçen bir “insan” temasına ulaşırız. Toprak Ana’yı, bir prens ya da güçlü bir kişi olmaması vesilesiyle şaşırtan kurtarıcının ismini Zerdüşt Spitama olarak açıklar, Ahura Mazda. Görkemli bir “Şeytan” ile hesaplaşma sahnesinin hemen eşiğindeyizdir. İsa’dan yüzlerce yıl önce, Zerdüşt, inziva halinde iken, kendisine dünyanın nimetlerini sunan “Şeytan’ın” karşısında, dirayetli bir duruş sergiler. Henüz çok gençtir; özellikle 21. Yüzyılın dünyasında “yaşanmasının mümkün olmadığına emin olduğumuz” bir sahne yaşanır: Kendisine “dünya nimetlerinin” hakimiyetini sunan Şeytan’ın, uluyarak kaçmasına vesile olan bir reddediş gerçekleşir: “Mazda’nın dininden başka hiçbir dine geçmeyecektir…”

Söz konusu mit, “dünya nimetlerine değer vermenin” 1- Şeytan’ın yolu olduğunu 2- Mazda’nın dininden başka bir dine inanmak anlamına geldiğini vurgular. Bizler bugün, Şeytan’ın, genç Spitama’ya, aşırı fikirlerinden vazgeçmesi, sisteme ilişkin eleştirilerini geriye alması; bunun karşılığında da güç, para ya da nüfuz teklif eden, “aile büyükleri” ya da statüko yandaşlarını karşılayan bir kimlik olduğunu düşünmeden edemeyiz. Zira Spitama’nın öğretisi açıkça toplumsal yozlaşmanın kökenlerini geleneksel dini dokuda görmektedir. Kadim Hint-İran dinlerinin nüfuzlu Tanrıları, Daevalar, açık bir değer kaybına uğrar onun öğretisinde. Daevalar’ın, baştan çıkmış, ikiyüzlü, bencil, kötü ve yalancılar sürüsü olarak nitelendiği Yasnalar, onlara uyan insanları da “sapmış” olarak görür. Babil’in Enuma Eliş’inde olduğu gibi, burada da dönüşüm isteyen bir liderin savaştığı düşmanlarının Tanrılarını Şeytani hale getirmiştir. Tek fark, onun Ahura Mazda’sının sınıfı, Ahura’ların Hint’in kötücül unsurları olmasıdır.

Zerdüşt’e göre, bu dünya, Daevalar ve onlara uyan insanların “çirkin” edimleriyle sarmalanmıştır adeta. (14) İlerleyen bölümlerde, Daeva ibadetinin “ayin düşkünü” rahiplerine, ülkenin aristokrat ve zenginlerine çok daha doğrudan saldırır Zerdüşt. Onlara “Kurtlar” diye seslenir Yasna, 32:14’te. Öfkesi, yetkin bir dinginlikle yan yana yürür Peygamber’in, sırtını dayadığı, umudunu korumasına vesile olan “yoksulların” yükselişi ve kutlu günü hakkında konuşmayı da unutmaz. Onlar sonsuz bir yaşama kavuşacaklardır. Zerdüşt, müritlerini, kötülerin saldırısına karşı koruma sözü vermekte; doğrunun yalana karşı üstünlük sağlaması yolunda Ahura’ya dua etmektedir. “Bu çürüyen yalanlar yığını ne zaman sona erecek?” diye sormaktadır Peygamber; Yalan’ın mağlup edilmesi mücadelesinde destek ister ondan. Açıktır; Doğru ve Yalan, toplumsal anlamda kutuplaşmanın ifadesidir ve kazanacak olan, yoksullardır.

İsa’dan yüzlerce yıl önce, bir diğer Tanrı adamı, yoksulların gerçeğe daha yakın olduğunu iddia etmektedir. (15)

Siyasal anlamda ötekileştirmenin ilk adımı, Kitab-ı Mukaddes’i incelediğimiz bölümlerde de sıklıkla karşılaştığımız gibi, “Kurban” uygulamasıyla ilgilidir. Zerdüşt’ün “kanlı kurban törenlerine” duyduğu öfkenin ilk boyutu, bir “çoban olarak hayvanlarda girdiği yakın” ilişkidir. Yine de bu veri abartılmamalıdır; zira, özellikle halkın yararına “hayvan kurbanı” uygulamalarını desteklediğini biliyoruz. Bununla birlikte esas mesele, “Kurban” uygulamaları ekseninde “Rahipler” sınıfının edindiği toplumsal çıkarlara duyduğu öfke olmalıdır. Törenlerin “Haoma” ile birlikte “aşırılıklara vesile olduğunu gören Zerdüşt, toplumsal yozlaşmanın kökenlerini başta din adamları sınıfı olmak üzere, toplumun egemenlerine mal etmektedir.  Dünya malına değer veren, paylaşımdan yoksun, diğerleri açlık içinde yok olmanın eşiğindeyken, israf içerisinde bir yaşam… Yeterli duyarlılığa sahip bir genç için, “Şeytan görmek için” bu kadarı yeterli olmalıdır. Şeytani olana duyulan öfke, bugünkü ile kıyaslanabilir. Açık bir sınır çizmektedir Zerdüşt; yandaşlarına “Yalan” ile tüm ilişkilerini kesmesini buyurur. Ahlaki bir duyarlılıktan çok, “Yalan” ile simgelenen siyasi karşıtlığı kasteder aslında. Böylece birbirine dönüşmesi imkansız bir karşıtlığın işaretini verir; “Yalan”, “Şeytan” ve açık bir günah simgesidir, siyasal düzlemdeki rakipler. Yıllar sonra bunu İsa’da, böylesine açık bir şekilde okuyabiliriz.(16)

İsa’nın ve Zerdüşt’ün öğretileri arasındaki ideolojik yakınlıklar açısından, yalnızca Şeytan ile yüzleşme meselinin istisnai olmadığını belirtmeliyiz; özellikle “kurban” uygulamasının tinsel yorumu ve simgesel uzanımı bağlamında…

Gerçekten de iki din kurucusunun da “kurban” törenlerine ve törenlerin uygulayıcısı sıfatını taşıyan sınıfa duyduğu öfke, kadim ve yerleşik kavramı, kurban’ı bütünüyle göz ardı etmelerini engellemiştir. Her iki durumda da yeni bir “kurban” yorumuyla karşılaşırız. İsa kendisini kurban olarak sunarken, açık bir arınma müjdesi sunar: Onun sayesinde insanlık ilk günah kirliliğinden temizlenmiştir. Benzer bir yorum Zerdüşt tarafından da uygulamaya koyulur. Tinsel gücün açığa çıkması ve yücelmesi adına, maddi tözün, bedenin eritildiği bir inziva, derin düşünce bağlamı yaratır. Amaç saflıktır; yol ise esrimeden geçer. Zerdüşt’ün dini ilhamını “esriklik” halinde aldığını düşünürsek, bu peygamberin yolunun tekrarıdır. Düal bir doku karşımızda durmaktadır; ancak Zerdüşt yine de bedenin tümüyle Şeytani olduğunu düşünmez. Tüm evrenin yaratıcısı olarak Ahura Mazda’nın “maddi” alemi yarattığı da düşünülürse bu alanın da kutsal olduğu kabul edilir.(17) Bedenleşme Angra Mainyu’ya karşı mücadelede öneme sahiptir. Olasılıkla geç dönemlere özgü bir mitte, insanların başlangıçta, yalnızca ruh ve şuur sahibi varlıklar olarak yaratıldığına değinilir. Ama “Hürmüz” onlarla konuşur ve zalim Ehriman ile çarpışmak için “şekil” alıp almak istemediklerini sorar. Bu onlara, ölümsüzlük ve tamamıyla mükemmellik sağlayacaktır. İşte savaşımı arzulayan insan, bedenleşmeye razı olmuş, iyi ve kötü arasındaki savaşta etkin rol oynamaya başlamıştır. (18)

İnsanın yaradılışı gereği, ruh ve madde taşıdığını kabul eden Peygamber’e göre, temel mesele “tercihtir”. Kişi aydınlığı ya da karanlığı seçebilir; insanlar tercihleri doğrultusunda, iyi ve kötü arasındaki kozmik savaşa etki edecektir. Tüm dinlerde takip edegeldiğimiz bir “anlama” dayar sırtını; hiç kimse kötü yolu tercih ettiği için “Tanrı’yı” suçlayamaz, herkes yolunu özgürce seçer.(19) Tüm Peygamberler gibi “Ne ekersen onu biçersin!” demektedir Zerdüşt ve Mani’nin aksine bedene iyi bakılmasını önerir. Bu toplumu dönüştürmeye azmetmiş bir peygamber için, militer bir zorunluluktur. Evrensel bir eğilimdir; “Seçilmiş Kişi” için yolun hemen başında, zorlu bir mücadelenin, sıkıntılı günlerin arifesinde, “kendisinden olanlara” öğüt vaat eden bir retorik kullanılır. (20) Onlar ışığa ulaşacaklardır; çünkü:

“… Bunlar en gerçek liderleridir insanoğlunun…”

Geç dönem yazıları, Zerdüşt’ün kabul gördüğü, öğretilerinin saygıyla karşılandığı bir dönemin, tinsel rahatlığını okumamıza olanak verir. Müritlerinin sayısı artmış, öğretileri yayılmış; hatta Bakteria ülkesinin Kralı Viştasp, onun görüşlerini benimsemiştir. Utkuya ulaşma yolunda Peygamber, yoksulların kazanacağı bir dünya kurgusunu genişletme başarısını gösterir.

İnsanın kardeşliği özlem duyduğumuz”(21)

Dipnotlar:
12-     Zurvancılık bu saptırmanın ana kaynaklarından birisidir. “Zurvan” sözcüğü, “Zaman” ya da “kader” anlamında, Zerdüşt öğretisinin içinde geçmektedir. Bununla birlikte Zurvan öğretisinin olgunlaşmasıyla birlikte Ahura Mazda-Ahriman arasındaki karşıt ve eşit kutuplaşma yerleşir. Bu iki karakter Zurvan’ın çocuklarıdır. İlki Zurvan’ın çocuk sahibi olmak adına kestiği kurbanın kabulünden, ikincisi ise, kurbanın çocuk sağlayacağına duyulan kuşkunun ürünüdür. Bk. SAYIM, a.g.m., s. 97. Sayım’a göre, bu mitosa ve aydınlattığı inanç sistemine rağmen, Zurvan, soyut ve pasif bir ilke olarak gözükür. Ona tapınım istenmez. Ayrıca bk. Russel, s. 124. Russell’a göre Zurvancılık ile birlikte Şeytan, eninde sonunda uyum sağlanan değil, savaşılarak yok edilmesi gereken bir güç haline gelir.

13- ..." Tutku ve yağma, zorbalık her yerde/Ve şiddet ağına düşürür her yandan beni;/Sizinkinin dışından hiç yardım görmüyorum, siz tanrılar/Açıklayın bana güçlü birini, (insanlığı-dünyayı)kurtarabilecek...". Taroparewela 29-1, s. 116…

14-   Bk. Yasna:32:3 ve sonrası…

15-   Burada aşağıda az varlığı oan insan/Eğilimlidir hakikate, ama/Mutsuzdur çok varsıl olan, ey TANRI... 47-4... s. 161.

16-  Yalan, Zerdüşt öğretisinde, en büyük günahlardan birisidir. Russel bunun nedenin açıklarken şu ifadeleri kullanır: “Kozmos’u anlaşılmaz ve sevilmez hale getirir…” Bk. Russel s. 114.)

17-   Bk. Sayım, a.g.m. s. 97…

18- Bk. SAYIM, Huzeyfe. Yrd. Doç. Dr. ZERDÜŞTİLİK’TE KOZMOGONİ VE YARATILIŞ. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı : 16 Yıl : 2004/1 , sayfa 95

19- Senin düşüncenden verdin bize düşünce gücünü/Madem ki kafese koydun tenin içindeki yaşamı,/Yine de harekete geçmen için güç ve yol göstermek için sözler bağışladın/Böylece seçeriz özgürce yürüyeceğimiz yolu..Yasna 31:11. /Taroparowela s. 125

20-        Bk. Yasna 27: 13-15. T/sayfa 111.


21- İnsanın kardeşliği özlem duyduğumuz/İnsan aramıza ve sevindirsin yüreklerini/Zerdüşt imanının erkek ve kızlarının/Vohu Menah'a uyarak;/Alırken insan ruhları en değerli ödülü/Dua ederim Aşa’ya bağışlanması için lütfunda/İnsan ruhlarının çok istediği bu kutsamayı/Tümü için kararlaştırdığı Mazda Ahura'nın. 54-1.s.181. Söz konusu dizeler evlilik törenlerinde söylenir.)

Dinler Tarihinde Senkretik Haller

0 yorum
Orhan Gökdemir

Bilinen en eskisi “Aya Yorgi”dir; beyaz atının üzerinde, elinde kılıcıyla resmedilmektedir ki, ejderhayı öldürerek imdada “Hızır” gibi yetişmektedir. İstanbul’da ve Anadolu’da yüzlercesi inşa edilen Aya Yorgi “aziz”inin hikâyesi budur; “Hızır”dır ve dara düşenler için her zaman hazırdır.

Bir de “Bozatlı Hızır” var ki, bir iddiaya göre “Alevi piri”, bir başka iddiaya göre ise “Hıdrellez”in “Hıdır”ı veya “Hızır”ıdır; insanın peşi sıra geldi mi, bütün sorunları çözülür, işleri yoluna koyulur. İnanış böyle. Bu durumda yolumuz ister istemez Hızır ve İlyas’a düşüyor ki, ikincisi, en eski metinlerde “Elias” olarak da bilinmekte; Hıdrellez’deki “Ellez” de budur.

Kuran’da da anılmakla birlikte, her ikisi de İsrail oğullarındandır. Hızır, Peygamber Musa döneminde yaşamış ve “peygamber olması kuvvetle muhtemel”, hikmet ve ilim sahibi bir şahsiyettir. Rivayet odur ki, İstanbul’un fethinde Fatih’in de imdadına koşmuş, Hızır gibi yetiştiğinden şehrin alınmasında katkısı olmuştur. Bu katkıyı Hızır olarak mı yoksa Aya Yorgi olarak mı yaptığını bilemiyoruz. En nihayetinde, maksat hâsıl olmuşsa ne fark eder? Zaten Aya Yorgi gibi Hızır Peygamber'in de bir “boz atı” vardır. Her kim dara düşse, "yetiş ya Hızır dese" Hızır orada olur, yoksulların, darda, zorda kalanların yardımına koşar. Dedik ya inanış böyle. Ve fakat gelin görün ki, aynı Hızır, Aya Yorgi kimliğiyle de olsa, Fatih’in kuşatarak darda bıraktığı Hıristiyan tebaanın yardımına koşmamıştır.

Dinler tarihine göre “senkretik” hallerdir bunlar, kültürün din üzerindeki yan etkileridir. Tarihin dişlileri işlemeye, hafızayı delik deşik etmeye başladı mı, bir de bakmışsın ki bizim Aya Yorgi, el çabukluğuyla Hızır oluvermiş. Sonra her kültür onu kendi diline tercüme etmiş; George olmuş, Jordi olmuş. Daha ötesi var; bu kült Mısır uygarlığında Osiris'e, Hitit uygarlığında İlluyanka efsanesine, Grek mitolojisinde Apollon kültüne dek gider ki, bu da Hıdrellez’in ne kadar evrensel bir olgu olduğuna delildir. Hıdır-ellez veya Hıdır-Elias, demek ki bizim de senkretizmimizdir.

“Ellez” biraz karışık bir konu; eski metinlerdeki tartışılmaz varlığı bir yana izlerini “Hızır” kadar kolay takip edemiyoruz. Balat’da bir işareti var; aynı adı taşıyan bir kiliseye ev sahipliği yapmasından dolayı değil ama. Burada olgular biraz daha karışık yani. İlyas, insanları doğru inanca davet ederken şunları söylemiş:  "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbiniz önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Ba'l putuna mı taparsınız?" Anlaşılan o ki, İlyas’ı dinleyenler “Ba’l”a tapmaktan vazgeçmiş, yalnız ne hikmetse bu vazgeçmeden bin yılı aşkın bir zaman sonra İstanbul’un kıyısında yerleştikleri yere “Bal’at” demişler yine de. Şaşılası bir durum.

Demek, dinler tarihi açısından Balat’ta “bal”lı bir durum var.

Baalat, İbranice “dişi tanrı” anlamına geliyor, bir tür “kutsal leydi.” Bir de Baalim var ki, erkek tanrı ya da “kutsal efendi” demek oluyor.

Yer adlarından biliyoruz; Baalbek var, Beyrut'un kuzey doğusunda Bekaa vadisinde kalıntıları bulunan bu Fenike bakiyesi kent, 13. yüzyılda Moğollar tarafından yıkıldı. Roma egemenliği altındayken, güneş tanrısı Jüpiter adına bir mabet inşa edilince adı Heliopolis olarak değiştirildi; “güneş şehri” demektir. Bir devamlılık olduğundan hareketle, Baalat veya Baalim’in güneşle ilgisini tahmin edebiliriz. Baalbek, “Baal’in şehri” ya da daha doğrusu “Güneş’in şehri”dir. Balat ne peki? Ne yazık ki iddia edildiği gibi “saray” ile ilgili bir ima taşımıyor bu ad. Palation, bizdeki Balat’a kök oluyor, yani Balat, Baalat’tır ve bu kadar yakın olanın bu kadar uzak olması şaşırtıcıdır. Hemen kıyısında bir hastane var; “Or ahayim” adını taşıyor, “Hayatın ışığı” demektir. Balat ile birleştiğinde çok anlamlı bir bütün ortaya çıkıyor: Balat or ahayim, “Güneş hayatın ışığı” olmaktadır ki, pek şık duruyor. Yalnız, güneşin unutulmuş olması ihtimal dâhilindedir; bu durumda “Tanrı hayatın ışığı” olmaktadır ki, Balat’ın eski yerleşikleri ile ortaya çıkan anlam arasında bir örtüşme yakalayabiliyoruz.

Britannica, Balat olarak, Balat’ın dışında bir de Milet’in adını vermektedir. Demek ki, Milet de eskiden “Balat” olarak bilinmektedir. Aynı kaynağa göre Miletus, Apollon’un oturduğu yerdir ki, elinde güneş ışınları ile temsil edilen bu tanrının da güneşle bir ilgisini kurabiliyoruz. Yani Balat’ı “güneşsiz” düşünemiyoruz.

Bir de Babil var ki, en çok kuleleriyle biliyoruz. Kuleler göğe yükselmek içindir ve bab-il adlandırması, tanrı kapısında, tanrının gökte olduğuna işaret ediyor. Tanrı Şamaş, Hamurabi zamanında en önemli tanrıdır ve Hamurabi’nin Asur-Babil uygarlığının doruğu olduğu düşünülürse, bu uygarlığın bir “güneş tanrı” uygarlığı olduğunu teslim etmemiz gerek. Babil kulesi, tek tanrıcı dinlerin kitaplarına göre de tanrıya ulaşmak için yapılmıştır. Ancak tanrı ürkmüş ve kulenin inşasında çalışan işçilerin her birine ayrı bir dil vererek aralarında anlaşmalarını önlemiştir. Tanrı dili olduğuna inanılan İbranicenin güdük kalmasını böyle açıklayabiliyoruz. Yalnız yine de İbranice konuşanlar en değerli Talmut’larını burada yazmışlardır.

Babil’in koruyucu tanrısı Marduk, “Bel”dir. Herhalde “Bab-el”de bir de “Bel” olması mümkündür. Biz bunu Marduk-kapısı olarak da anlayabiliriz; bu durumda da gök tanrı demek istiyoruz ki, böyle olsa bile, baştaki iddiamızın çok ötesini düşmüş olmuyoruz. Sümer yeryüzü tanrısı Enlil, Bal ve Belum’dur ki, bal veya el, hepsinin ötesinde genel veya soyut tanrı anlamını taşımaktadır. Bal veya El’i, Mezopotamya’nın en büyük tanrısı sayabiliriz. Baal-bel veya el, Karacaoğlan’a göre “İl”, bulunduğumuz bölgedeki birçok ulusun ortak inanışına işaret etmektedir. İbraniler, Araplar, Fenikeliler, Babilliler, Asurlular, Kartacalılar, Suriyeliler, Sümerler hepsi “İl”in kuludurlar. Bu durumda Roma ve Yunan’ı da işin içine katabiliriz ki Apollon ve Jüpiter’i “il” sayabiliyoruz.

Baalat’ı, Bel, Bal, Baal ve genellikle “el” olarak karşılaşıyoruz. Fenike’nin büyük gök tanrısı, erkekse “Baal”, dişi ise “Baalat” olmaktadır ki, çok tanrıcılığa ama mutlaka hiyerarşik bir dizilişe işaret etmektedir. Müslümanlıkta melekler var, ikincil tanrılar saymamamız için bir neden bulunmuyor. İlah, El-ilah ve giderek Allah’ta da El’i bulabiliyoruz. Melekler sonra gelmektedir ve “il” ile tamamlandıklarına göre, (Azra-il, Cebrail, İsraf-il veya Mika-il) bu onların tanrıdan türediklerine ve tanrı olduklarına bir işarettir. İdris Şah, bunların İbrani baş melekleri ve sayılarının da 7 olduğunu haber vermektedir. Bunlar Mikael, Rafael, Gabriel (Cebrail), Souirel, Zaziel, Badakiel ve Suliel’dir. “Yedi”, güneş, ay ve beş seyyarenin izdüşümüdür. Heft, yedidir; hafta, 7 gün olarak kullanmayı sürdürüyoruz.

Aracılar ve en üstünden türemiş olanlar bütün dinlerde var ve önemli bir din bilgini bunun Araplarda da olduğunu haber vermektedir: “Dünyanın birçok politeist kültüründe olduğu gibi, cahiliye dönemi Arap politeizminde de bir üstün varlık ve bu varlıkla insanlar arasında adeta aracılık görevini üstlenmiş olan ikinci dereceden uluhiyetler mevcuttu.”  Zaten eski inanışlarda da ikincil tanrılar “el” tarafından yaratılmışlardır. El, bu durumlarda Adam Smith’in “görünmez eli” olmaktadır ki, “yaratılmamış” dolayısıyla ilk olanların görünmez oldukları, din tarihinin kesin bilgisidir.

El, İsra-el’in de tanrısıdır; buna göre Aşherat adlı bir yardımcısıyla Anat ve Elat/El-Lat adında iki kızı bulunmaktadır. İslamlıktan önceki Araplarda da El’in üç kızı bulunmaktadır ki bunlar Allat veya El Lat, Manat ve Uzza olarak anılmaktadır. Peki, Ellat ile Balat arasındaki bir ilişki kurabilir miyiz? Tanrıdırlar ve asıl önemlisi dişidirler, ancak şimdilik kesin bir yargı için yeterli ipuçlarımız bulunmuyor. Görülmektedir ki, tek tanrıcılık “El”in egemenliğine son verememektedir. Elohim, El’in çoğulu olmakla, halen “tek tanrıcı” kabul edilen bir dinin tanrısı olmayı sürdürmektedir.

Eski Ahit’te Elohim metinleri ile Yehova metinlerinin farklı dönemlerde, farklı kişilerce yazıldığı artık bilinmektedir. Elohim acıyan, iyilik eden, yoksulları ve muhtaçları koruyan, yasayı gözeten bir tanrı iken, Yehova kindar, öteki ulusları aşağılayan, saldırgan ve savaşçı bir tanrıdır. Hâlbuki Elohim, Yehova’yı öncelemektedir ve çoğul olduğundan yola çıkılarak Elohim’de eski çok tanrıcılığın izleri olduğu tahmin edilmektedir. Demek ki dinde ilerleme kesin değildir ve hiç olmazsa burada dini ilerlemede bir gerileme ortaya çıkmaktadır.

El’in bu yaygınlığı, din söz konusu ise gerçekte inançların ortak olduğunun bir işaretidir. El, içine girdiği her kültüre göre şekil almakta, fakat ana fikri değişmeden kalmaktadır. Aslında “El” dışında, dinde hayal gücünün sanıldığı kadar geniş olmadığını gösteren başka izler de bulabiliriz. İsis-İştar-Mariam ve Havva arasında da bir devamlılık kurmak zorlama mı olur?

Gökte güneş hep var, Şems veya Şamaş, bir tanrı olmakla göğün yaratıcılığına da işaret ediyor. Peygamber Muhammed’in aile büyükleri arasında olan Abd-el-şems veya Abdülşems, sonraları Şems-i Tebrizi, tıpkı “şemsiye” gibi Güneşten türüyorlar. Abdülşems adının işaret ettiği gibi kulu varsa, kuşkusuz Şems’in bir tanrı sayıldığını kabul etmek gerekiyor. Yalnızca, Abdülşems değil, Hammurabi de, yasalarını yaptığı sırada Şamaş’ın bir kuludur ve her halde Şamaş’ın kişiliğinde “eşitlik ve adalet”e de tapınılmaktadır. Çünkü Şamaş, güneş olmakla, adalet ve eşitliği de aydınlatmaktadır; Şamaş eşitlik ve adalet tanrısıdır.

Daha uzaklarda, Hindistan’da eski Hint mitolojisi, dünyanın yaratılışını “güneş”le açıklamaktadır; dünya güneşin içindeki yaşama isteğinin ürünüdür ki, Hint mitolojisinin bu tezini, bugün için de doğru sayabiliriz. Vedizm’in büyük tanrı üçlüsü güneşin izdüşümleridir. Amerikan Kızılderilileri, Mayalar güneş merkezli inançlıdırlar. “Buda” güneş soyludur, Apollon güneş-tanrıdır, Helios düpedüz güneştir. Mısır inancında Ra ya da Phra güneş tanrıdır. Piramitlerin (Kıptice “mere”-yukarıya çıkış yeri) yıldızları ve elbette güneşi temsil ettiği bilinmektedir. Güneş tapınağının koruyucusu aslandır. Kefren piramidinin kapısını bir aslan (Büyük Sfenks) beklemektedir. Mısır mitolojisinde aslan kutsal mekânları koruyan bir varlık olarak betimlenir. Heliopolis (Güneş kenti) rahipleri, yeraltı dünyasının doğu ve batı sınır kapılarını koruduğuna inanıyorlardı. Güneş, Mısır’da hep vardı ama sonra bir rüzgâr çıktı. Rüzgâr tanrısı Amon, baş tanrı olmayı başardı; ancak bu durumda adını “Amon-Ra” olarak değiştirmek zorunda kaldı ki, bu baş olmak için güneşe sığınmak gerektiğini gösteriyordu. Güneş hep olmakla birlikte, eski Mısır’da da dinsel rüzgârlar sert esiyordu. Hiyerarşiyi reddeden ve tanrı sayısını teke indiren ilk girişim Atonizm oldu. Kapıdaki aslanlara aldırmadan bütün tapınakları yıktı ve bütün adları sildi. Bu durumda “Atonizm”le tek tanrıcılığa ilk ulaşanın “Güneş tanrı” inancı olması rastlantı değildir.

Hristiyanlığı uzun süre uğraştırmış olan Işık-tanrı Mitra, büyük güneş-tanrıyla insanlar arasında aracılık eden ve insanların ruhlarını kurtarmaya çalışan bir peygamberdir. Konstantin’in Hıristiyanlığı benimsemesiyle birlikte Mitraizm bu dine yenik düşmüştü. Fransız tarihçi Renan’a göre bu yenilgi olmasaydı, dünyanın bugün Mitras dininden olacağı kesindi.

Peki, bütün Mezopotamya halkalarını ışıtmış olan Güneş-tanrı, Arapları ışıtmamış mıdır? “Hani İbrahim, babası Azer’e demişti ki: ‘Sen putları Tanrı mı sayıyorsun. Ben seni de, kavmini de sapıklık içinde görüyorum.’ Biz böylece İbrahim’e gerçeğe ermesi için göklerin ve yerin ülkelerini de gösterdik. Gece onu örtünce bir yıldız gördü: ‘Bu benim tanrım mı?’ dedi. O yıldız sönüp gidince: ‘Ben böyle sönüp batanları sevmem’ dedi. Sonra doğan Ay’ı gördü: ‘Bu benim Tanrım mı?’ dedi; yalnız o da batıp gidince; ‘Eğer Tanrım bana yol göstermemiş olsaydı ben de sapan insanlardan olurdum,’ dedi. Sonra doğan Güneşi gördü: ‘Bu mu benim Tanrım? Bu hepsinden de büyük,’ dedi. Güneşte batınca dedi ki; ‘Ey milletim! Ben Allah’a eş koştuğunuz şeylerin hepsinden uzağım.” Pek güzel, herhalde bunu aynı zamanda kısa dinler tarihi saymamız da mümkündür.

Ancak, Arapların bunlardan uzak kaldığı, yalnızca tanrısız putlara taptığı ya da putları tanrı saydığını söyleyemeyiz. Şinasi Gündüz’ün deyişiyle, “Hz. İbrahim’in yaşadığı dönemde, başta Mezopotamya olmak üzere Ortadoğu’nun birçok bölgesinde temelde göksel cisimlerin tanrılaştırılmasına dayalı bir politeizmin ve paganizmin oldukça yaygın olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir.” Demek ki puta bakmak budalalıktır, putun işaret ettiği bir yer var ve güneş olması ihtimali yüksektir. Putlar Allaha ulaşmada bir aracıydı, görünüşe göre bunlar inanları tanrıya yaklaştırıyordu. Demek, put ya da heykel tanrı değildi. Fakat uzun vadede put hep tanrının yerine geçer; araç, amaç olur. Araplarda sorun putlar değil, putların tanrı yerine geçmiş olmasıydı.

Peygamber Mekke’ye girdiğinde Kâbe civarında 360 put olduğuna işaret edilmektedir ki, 365’ten 5 eksiği budur. Herhalde ortak noktalarını yıl ve giderek Güneş saymalıyız. Bu durumda El Lat, Uzza, Menat da birer gök cismi olmalıdırlar. Sabilikte bu var ve biz ilk ayetlerini açıkladığında Peygamberin sabi olduğunun sanıldığını öğreniyoruz.

Lat’ın putu dört köşeli düz bir kaya parçasıydı. Putun etrafında bir de ev vardı ve Profesör Gündüz, buranın “Taif Kabesi” olarak bilindiğini not etmektedir. İslam Ansiklopedisi’nde El Lat ile ilgili daha ilginç bilgiler verilmektedir ki buna göre Al-Lat güneşin has ismidir. Buradaki bilgilere göre Abu Süfyan, Al-Lat ile Al-Uzza’yı Uhud savaşına götürmüş ve herhalde savaşta yardım edeceklerini ummuştur. İslam Ansiklopedisi bu üç El’in zamanımızda da hastalıklara deva bulmak için ziyaret edildiğini not etmektedir. Gündüz’ün çalışmasına göre, Uzza, sonraki dönemlerde Atargatis ve Afrodit’le özdeşleştirilir. Uzza, Cuma gününün tanrısı Venüs’tür, dolayısıyla Uzza-Azizos, Athar, Atar, İştar, Astarte, Atargatis, Tar-ata ile başlayan ve eninde sonunda bir ana tanrıçaya dönüştürülen Mariam arasında bir bağ ve süreklilik görüyoruz.

Lat, neden dört köşeliydi? Sabilikten biliyoruz, güneş tapınakları dörtgendir. Dörtgen bir kutsal yer etrafında dönmek, İslam’ın da şartıdır. Namaz ve oruç güneşe göredir; İsa göğe çekilir, Musa ve Muhammed peygamberliği göğe yakın dağda alır, ziguratlar, piramitler, kuleler ve minareler göğe yükselmek içindir. Pazar, güneş tanrının günüdür, İseviler için kilise vaktidir. Cumartesi Zühal-Satürn tanrısına ayrılmıştır, sept günüdür. Cuma, Zühre-Venüs’e ayrılmıştır, tanrıların kızlarına aşina bir kültürde uygun seçimdir. Bütün hepsi yedinin-heft/hafta-içindedir; yedi ise eninde sonunda güneş, ay ve beş gezegen demektir.


Yalnız, bizde dinler tarihinin yerini uzun zamandır “cinler tarihi” aldığından, bu senkretik hallerimizi takip edebilmek için mutlaka Hızır’ı yardıma çağırmak gerekmektedir. Bozatlı Yorgi Balat’tan geçerken, belleğimize yağan yağmur yüzünden bu haller. Durumun bu kadar karışık, merak edenlerin bu kadar az olması hesabıyla,  acaba diyorum, biz de, güneş ışığında Balat gezisi yapmak yerine oturup Ömer Çelakıl’ı mı izlesek?