Din ve Devrim

Orhan Gökdemir

Cahil, her şeyi kendisinden başlatır. Tak tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler. Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları yıktılar. Eskiden duydukları korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk yaratıp, yeni bir tarihin kapısını açtılar.

Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden çıkan Hıristiyanlık bütünüyle yeniydi. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Görünüşe göre Hıristiyanlık Yahudilerce katledilmiş ikinci peygamberin dinidir, korktuklarını ve korkuttuklarını ama mutlaka unuttuklarını tahmin edebiliriz.

Çok korktukları ve çok unuttukları için katledilmiş peygamberlerini tanrı ilan ettiler; bütünüyle yenidir. Baba-oğul-kutsal ruh, Musevilikten kesin uzaklaşma ve Yunan çoktanrıcılığına kesin bir geri dönüştür. Havari Pavlus ile Tutankhamun arasında bir bağ var ve şimdi görebiliyoruz. “Pavliamon” pek yakışmaktadır ve eninde sonunda hepsi amonculuğa bir geri dönüştür. Aton, Amon ile birlikte var ve sorun Aton’un Amon’u kabul etmemesidir, tek olmak şartı var. Amon için ise Aton’un varlığı sorun olmamaktadır ve böylece “çok” olmaktadırlar. Hıristiyanlar Museviliğin tek tanrıcılığından çok uzaklaştıkları için eski “kanon”u sahiplenmekte bir sakınca görmediler, “çok” ve yeni oldular. “Eski”si içinde var ve buna karşın Yeni Ahit yenidir.

Yeni Ahit’in yeni olmasının nedeni, eskisinin çok sık yenilenmesidir. Her dönemde ihtiyaca göre yeniden şekillendirildiler ve giderek Musa’nın dini olmaktan uzaklaştılar. Sonunda “çalın” bir emir olarak Eski Ahit’te yerini aldığında, eskisi bütünüyle yeni olmuştu. “Ve Mısırlıların gözlerinde bu kavma lütuf vereceğim; ve belki vaki olacak ki, gittiğiniz zaman, eli boş gitmeyeceksiniz; fakat her kadın komşusundan, ve evinde olan misafirden gümüş şeyler, ve altın şeyler, ve esvaplar isteyecek; ve oğullarınızı ve kızlarınızı onlarla süsleyeceksiniz; ve Mısırlıları soyacaksınız.” (1) Soymayı emreden dinin hükümsüz ilan edilmesi yerindedir.

Muhammediye ise, Hıristiyanlığın bu kesin geri dönüşüne bir cevap olarak çıktı. Onun yüzünü eskisine dönmesi kaçınılmazdı; İsrailiyat, Muhammed’in başlangıçtaki niyetlerini anlatır bize. Tek tanrıcılığın bu ikinci parlayışı, ne Atonculuğu ne de Atoncu Museviliği yeniden yükseltecek bir kültürel yeterliliğe sahipti. En parlak döneminde yüzünü pagan Yunan dinine ve felsefesine çevirdi. Kendinden öncekileri reddede reddede sahiplendi. Devrimler hep kısa ve karşı devrimler hep uzundur. Çünkü korku zamanı uzatır. Yeniler eskileri yenileyerek sahiplendi, eskiler yenileri reddetti. Tek tanrıcı her kısa kalkışma, uzun bir çoktanrıcılığın kapısını araladı. Kaderlerindeki ortaklık görmek çok zordur.

Atoncu din, bütün tapınakları yıkarak geldi. Çıkışındaki yenilik kesindir ve “tek”tir. El, ilahtır; elohim ilahlar. Musevi “tektanrıcılığı”nın dili ise budur. El, Fenikelilere göre büyük gök tanrıdır ve bütün ikinci derece tanrılar bu gök tanrı tarafından yaratılmıştır. İsrail inançlarına göre bu baş tanrının Aşherat adında bir yardımcısıyla Anat ve Elat adında iki kızı vardı. İslamiyet’ten önceki Araplarda da baş tanrı El’in Allat, Manat ve Uzza adında üç kızı olduğuna inanılırdı. Bunlar bir yana Azra-il, Cebra-il, İsraf-il ve Mika-il de “el”den işaretler taşımaktadır. Allah’ın yardımcıları hep vardı; ikincil tanrılar veya melekler, adı her ne olursa olsun bu çok tanrıcılık demektir.

Peki Musevilikten önce Beni İsrail, Hıristiyanlıktan önce Hıristiyanlar, İslamiyetten önce Araplar dinsiz miydiler? “Putatapar” oldukları hep söyleniyor ama put hiçbir zaman ortak bir yere işaret etmez. Yahudilerin atoncu veya amoncu, Hıristiyanların Yahudi, Müslümanların ise Yahudi-hıristiyan veya sabi olmamaları şaşırtıcıdır. Ya bellekleri silinmiştir ya da eski ile yenisi arasındaki fark belirsizleşmiştir. Eski ile yeni arasındaki farkın ortadan kalkması için ise cehalet şarttır ve her yeni dinden önce bir “cahiliye” dönemi kaçınılmazdır. Sabilikte namaz var-farkı 7 vakit olmasındadır-Yahudilikte sünnet var ve her ikisi de İslamiyet’ten öncedir. Mekke, İslamiyet’ten önce de –güneş tapınağı- bir hac yeridir. Ancak yeniler için artık hepsi yenidir.

Mutluluk cahillikte” diyen Yunan filozofu belki de bunu kastediyordu. Unutanların ve yeniye koşulsuz teslim olanların-buna iman diyoruz-mutlu olduklarını biliyoruz. İlk Hıristiyanlar ve ilk Müslümanlar en çok mutlu olanlardı; cahillikten en fazla marjinal faydayı sağlamış olduklarını söyleyebiliyoruz.

Ancak unutmada sıkıntı yaşayanlar hep olmuştur ve bu sıkıntılılar eski inanışları yeni dinin içine taşıyanlardır. Yunan kültürünün içinde doğmuş olan ve onu bir anlamda yok eden Hıristiyanlık, bunun karşılığını “baba-oğul-kutsal ruh” teslisi ile ödemişti. Meryem ve oğlu ise kuşkusuz ilhamını İsis-Horus geleneğinden almıştı. Bu ödünç almaların Mısır kültürü ile yoğrulmuş Yunan halkı için Hıristiyanlığa sempati yaratmada etkili bir araç olduğunu teslim etmeliyiz. Ana tanrıça dahil, kökleri bulanıklaştırılmış Hıristiyanlık bizim anladığımız anlamda bir tektanrıcı din değildi. Çok tanrıcılık Hıristiyanlığa sızmış bir Yunan geleneğiydi.

Köklerinde hep Musa var, bunu atoncu din var diye de anlayabiliriz.

Moşe veya Musa, Mehmet Ali Ayni’nin Eski Yunan ve Mısır yazarlarına gönderme yaparak aktardığına göre “Mısır hükümdarı II. Ramses’in kız kardeşinin oğlu(ydu) ve Mısır dilince adı ‘Hozarsif’ti.” (2) Ceram da, Musa’nın II.Ramses’in sarayında yetişmiş olduğunun sanıldığını not etmektedir. (3) Musa Mısır’da yüksek bir tahsil görmüş ve oradan kaçışından önce ruhban arasında büyük bir mevkiye yükselmişti.

19. Hanedan’a mensup II. Ramses 1290-1224 yılları arasında iktidardaydı. Mısır’daki tek tanrıcı devrim ise IV. Amenofis (1353-1335) zamanında gerçekleşmişti. Amenofis, prens Tutmose’nin ölümünden sonra veliaht prens olmuştu. Bir din yaratmış ise “Tut-mose” adının yaşatılmış istenmesi doğaldır, yol açıcılara saygı var. Moşe veya Musa’yı böyle açıklayabiliriz. İnancından dolayı adını değiştirecek kadar tutkulu ve yeni bir başkent kuracak kadar kararlı IV. Amenofis’in devrimi uzun ömürlü olmayacaktı. Ölümünün ardından tam bir karşı devrim yaşandığını, muhaliflerinin mumyasını parçalayacak kadar kinle dolu olduklarını biliyoruz. Yeni adıyla Ekhnaton, Nefertiti’nin kocası Tutankamun’un babası veya kayınbabasıydı. “Kafir Kral’ın yerini alan Tut-ank-amun, devrimci dinin haini oldu.”

Hain, bir kaynakta şöyle anlatılıyor: “Onsekiz yaşında ölmüştü. Onun ‘Ekhnaton’un, ‘Kafir Kral’ın damadı olduğu kesin olarak biliniyor; belki üstelik öz oğluydu da. Gençliğinde kayınbabasının din reformu sırasında, o da Aton’a tapmıştı. Sonradan tekrar eski dine döndüğünü adının değişmesi gösteriyor. Tut-enkh-Aton, Tut-enkh-Amun olmuştu.”(4) Tahta, karısı Ankhes-en-Amun sayesinde geçmişti. Adlardan bir devrim ve karşı devrim çıkarabiliyorsak, Ankhesenamun’un da “Kafir Kral”a yapılan darbenin içinde olduğunu söyleyebiliriz. Debdebeli bir törenle gömüldü. Mumyası yağmacılardan kurtuldu. Mezarını bulan Carter’in söylediği gibi Tutankamun’un yaşamında en dikkate değer şey, yalnızca ölmüş ve gömülmüş olmasıydı.

II. Ramses’in dönemi bir “barış” dönemiydi. Ramses Barışı, devrimin kesin olarak bastırılması anlamındadır. Kadeş savaşından sonra dini devrimin büsbütün unutulduğunu ve son inananlarının büyük bir ümitsizliğe kapıldığını düşünebiliriz. İlk tek tanrılı dinin kurucusu IV. Amenofis artık “Kafir Kral”dı. Mose’nin inancını koruyanlar arasında olup olmadığını ise ne yazık ki bilemiyoruz; her şeyi büyük bir tutkuyla kayda geçiren bu halk Musa’yı ve ardından sürüklediği İbrani “köleleri” kayda değer görmemişlerdi! Bir kaynağa göre Musa’nın kavmi ile birlikte Mısır’dan çıkması Tutankamun zamanına rastlamaktadır. (5) İhanet varsa çıkış da vardır. Çıkış olmuştur. Çıkışta bir devrim var mı, tartışmalıdır. Tartışmasız olan ise şu: Hıristiyanlık ve İslamlık daha doğmamışken ölmüş bir dünya, en önemsiz sakinlerinin diliyle konuşuyordu artık.

Beni İsrail’in onu kendi kavminden saymasına karşın belli ki Musa onlardan değildi. Voltaire soruyor: “Issız bir çölde Musa hangi dilde yazmıştır? Olsa olsa ancak Mısır diliyle; çünkü bu kitaptan anlaşılıyor ki Musa da, bütün ümmeti de Mısır’da doğmuşlardır. Başka bir dil bildiklerine olasılık verilemez.”(6) Herhalde çıkanlar arasında Mısırlılar da vardı ve İsraillilerle bir bulaşma olmuştu. Sünnet dahil birçok Mısır geleneğini yeni kavmine öğretmiş, uygulanmasını sağlamıştı; bunlar İsrail oğullarının bilmediği geleneklerdi. Freud buradan yola çıkarak şunları yazmaktadır: “Musa Yahudilere yalnız yeni bir din getirmekle kalmayıp, onlardan sünnet buyruğuna da uymalarını istediyse, o zaman bir Yahudi değil, bir Mısırlıydı; o zaman Musevilik belki de bir Mısır diniydi ve Mısır halk diniyle arasındaki karşıtlıktan ötürü dar bir çerçeveyle sınırlı kalmış Aton diniydi bu da; nitekim, bu dinle sonraki Musevilik arasında bazı dikkati çeken noktalarda bir uyuşmanın varlığını saptayabilmekteyiz.”(7) Uyuşmamazlıklar ise yeni bir karşı devrimin habercisidir. “Sami boylarıyla anlaştı Musa, onların başına geçti, ‘güçlü bir elin aracılığıyla’ Mısır’dan çıkmalarını sağladı. Tevrat’ta anlatılanların tam tersine bu çıkışın kavgasız gürültüsüz ve Mısırlıların herhangi bir takibine uğranılmadan gerçekleştiğini kabul etmek yerinde olacaktır. Musa’nın otoritesi, Mısır’dan çıkışı sağlamıştı. Zaten Mısır’da ilgili çıkışı engelleyecek merkezi bir güç görünürde yoktu.” (8) Çıkıştan sonra Ekhnaton’un kararlı Peygamberinin öğretilerinin Yahudilerin dışında da kabul görmesi doğaldır. 

Yalnız, Mısır’ın eskilerinin yürürlükte olduğunu unutmamak gerek. Voltaire, Felsefe Sözlüğü’nde şunları kaydediyor: “Yahudilerin Musa’ya dair dedikleri her şeyi, Doğu masalları yüzyıllardan beri Bakkhos’a mal ediyordu. Bakkhos, suları kana çevirmiş, Bakkhos değneğiyle, tanrının günü mucizeler göstermişti.”(9) Bütün bunların Musa’nın iradesi dışında Yahudilerce bir araya getirildiklerini tahmin edebiliriz.

Bakkhos, Dionysos’un çeşitli adlarından biri. Dionysos dini gereğince dağlarda yapılan törenlerde dionysos onların karşısına hayvan şeklinde (genellikle boğa) çıkar, müritler onu yakalayıp parçalar ve çiğ çiğ yer, böylelikle tanrılığa ulaşmaya çalışırlardı. Beni İsrail de “Eski ahit”e göre, Musa biraz gecikince Harun’dan kendileri için bir buzağı yapmasını dilemişler, hemen oracıkta yaptıkları mezbahta kendilerini Mısırdan çıkaran tanrıya kurbanlar adamışlar, yemek ve içmek için oturmuşlardı.(10)

Cehaletin farkları ortadan kaldırdığını ve her şeyi düzlediğini biliyoruz. Musa’da düzlenmişler arasındadır ve hakkında son derece sınırlı bilgilere ulaşabiliyoruz. Yine de bir arkeolojik kazı için imkanlar vardır. Friedman’a göre Musa’nın eşi Etiyopyalı bir siyahiydi. Kutsal kitaptaki öyküye göre bu Harun ve Miryam açısından bir sorun olarak algılanıyordu ama bu algılama Musa, karısı ve kayınpederinde yoktu. Ne yazık ki Musa’nın rengini de bilemiyoruz; mucizelerinden birinin elinin derisini “bir cüzamlının eli gibi beyaz”a dönüştürmek olduğundan yola çıkarak rengiyle de kitlesinden ayrılabilmesi mümkündür. “Ve yine Rab ona dedi: şimdi elini koynuna koy. Ve elini koynuna koydu; ve onu çıkardığı zaman, işte eli kar gibi cüzamlı idi. Ve dedi; Elini yine koynuna koy. Ve elini yine koynuna koydu; ve onu koynundan çıkardığı zaman, işte, yine kendi teni gibi oldu.” (11) Eşi ve kayınpederi dışında aralarında başka siyahiler var mıydı? Freidman, Mısırdan gelenlerin yalnızca Levililer olabileceğine dikkat çekmekte. Levililerin ne kadarının Mısırlı ne kadarının Yahudi olduğunu da bilemiyoruz. Bildiğimiz şey Levililerinin yeni dinin kahinleri olduklarıdır.

Bütün bunlardan sonra sorumuz hala ortadadır: Mose’nin gerçek bir kişi miydi? Adına yazılı hikayelerin ilhamını pek çok yerden almış olması mümkündür ve önemli değildir. Önemli olan Mısır’ın hep doğurgan olmasıdır. Musevilikten başka pek çok inancı kendi dışlarına doğru taşımışlar, yenileri için ortamı hazırlamışlardır. Eski Mısır inanışlarının Yunan ve Roma döneminde halk arasında sürdüğünü biliyoruz. Serapis, melez bir Yunan-Mısır tanrısıydı; Ptolemaios devletindeki iki uluslu yapının doğurduğu bir ihtiyaçtan var edilmişti. Serapis, Osiris-Zeus-Apis bileşimi yeni bir tanrıydı. Apis öküzleri, henüz kutsal kitaba konu olmadan çok önce tanrıların ruhlarını taşımaktaydılar. Bu öküzler ölünce mumyalanıp özel mezarlara gömülür, yerine aynı renklerde yenisi bulununcaya kadar yas tutulurdu. Yastan sıkılanların yerine parlak madenlerden bir kopyasını yaptıklarını ve yası ertelediklerini tahmin edebiliriz.

Önemli olan şudur; Mısır inançları hem Yunan-Roma yönetimi altındaki Mısır’da, hem de işgalcilerinin geldikleri yerlerde varlıklarını korudu. Yeni gelenlerin inançları ve kültürleri eskilerle kaynaştı. Çünkü ne Yunan ne de Roma, Mısır kültür ve inançlarına karşı keskin bir düşmanlık göstermemişti. “Geleneksel Mısır kültürünü en sonunda yıkan ve anıtları tahrip eden güç Roma yönetimi olmayıp, başarısı büyük ölçüde Roma kökenli olmamasına bağlı olan Hıristiyanlıktı.”(12) İskenderiye kitaplığını yakıp yok edenler de onlardı. Roma Hıristiyanlıkta karar kıldığında Mısır’a da kesin olarak arkasını dönmüştü. İ.S. 4 yüzyılda Roma ikiye bölündüğünde Mısır artık Doğuya ait bir kavram sayılmaya başlanmıştı.

Hıristiyanlara ilham veren Yunanlılar ise gerçek birer imansızdılar. İnançları ve tanrıları komik denecek kadar ilkeldi. Devraldıkları dini miras yoksuldu, yerine yenisi koyacak kadar da gelişmiş değildiler. Yine de bir cahilleşme operasyonundan geçmemiş olmalarını avantaja çevirebildiler. Köklü bir inançtan yoksun oldukları için akla sığınmaktan, “akılcı” olmaktan başka yolları yoktu; akılcı oldular. Bunu taşıyabildikleri en yüksek noktada bir din yaratabilecekken Hıristiyanlığa teslim oldular. Batı toplumuna din olmaya çalışan bir düşünceyi-Sokrat-Aristo-Eflatun- ve düşünce olmaya çalışan bir dini-Hıristiyanlık- miras bıraktılar.

Helenizmi bitiren Hıristiyanlık, Yahudi kökenli bir dindi ve olumsuz da olsa kendi tarihini Mısır’dan başlatmaktaydı. Böylece Hıristiyanlık Yahudileşmiş bir Mısır söylencesini devralırken, gerçek Mısır’a da kesin bir nokta koyuyordu.

Oysa Mısır kültürü uzun zamandır Yunan diline çevrilmiş bulunuyordu. Yunan alfabesinin Fenike kökeni bir yana, Yunan felsefesinin kökü olan stoacılık da Fenike kökenliydi. Zenon bir Fenike kolonisinden gelmişti. Mısır kültürü artık Yunanca yazılıp okunduğu için birçok Yunan filozofunun Mısır’da eğitim görmüş olması-bazılarının kökeni de Afrikalıydı-çok önemsenmemelidir. Bu kültürün taşıyıcısı artık Yunanlılardı ve ancak, onlar bu kültürü kendi meşreplerince anlamıştılar.

Helenizm, Mısır-Fenike mirasını sindirmeye çalışırken Hıristiyanlığa yakalanmıştı; ne mantıki sonuçlarına vardırılmış bir inanç yaratabildi, ne de eski inançları anlayabildi. Yahudilik de Mısır çıkışlıydı ama Mısır’ı bir kötülük ülkesi olarak algıladığından, devraldığı mirasın bir bilançosunu yapması imkansız oldu. En nihayet İslamiyet de Helen kaynağına geri dönerek bu bağdan kaçamamıştı. “Hıristiyanlığın Helenleşerek Yahudi tektanrıcılığından uzaklaşmasına karşı bilinçli bir tepkiyi dile getiren İslamiyet’in de Yahudiliğin Helenizme sıkı sıkı karşıt tavrına dönmemesi gene anlamlıdır. İslamiyet sistematik bir teolojiyle donanma ihtiyacını duyduğu zaman İslam teologları da kendilerinden önceki Hıristiyanlar gibi teolojik amaçları için Helen felsefesinden yararlanmak zorunda olduklarını anladılar ve bunu yapabilmek için Helenizm’in kaynağına gitmekten başka çare olmadığını gördüler.” (13) Bir döngü ortaya çıkıyor ve her ileri adımın büyük bir ricatla sonuçlandığını görebiliyoruz.

Peki bu durumda ilk tek tanrılı dini, tek tek tanrılı din olarak mı almalıyız?

“Tanrı birdir, tektir, ondan başkası yoktur.
Bir tanedir, O’dur her varlığı yaratan.
Bir ruhtur tanrı, görünmeyen bir ruh,
Ruhlar ruhu, Mısır’ın yüce ruhu, kutsal ruh.
Ta başlangıçta vardı tanrı.
İlk varlıktır O. Hiçbir şey yokken o vardı.
Her şeyi o yarattı kendi doğduktan sonra.
Başlayanların yaratanı. Sonsuzdur tanrı.
Zamanın başından sonuna kadar.
Ezelden beri süregelen varlığı sonsuzluğu kadar sürecek.
Gizlidir tanrı, kimse görmemiştir O’nu.
Benzerliğini bile gören olmamıştır.
...
İşitir her çığlığı.
Güçsüzleri korur güçlülere karşı.
Kendini tanıyanları tanır.
Yardım elini uzatır hizmet edenlere.
İzinden yürüyenleri esirger.”(14)

Netliği görebiliyoruz. Din, başlangıçta saf haldedir ve çoğaldıkça bulanıklaştıklarını, “katkı aldıklarını” söyleyebiliriz. Esası hala esaslıdır ve “kitaplı dinler” arasında sayılmaması inananlar açısından büyük bir eksikliktir. Güneş Tanrı meselesi ise bizim Batılı bakışımızın hastalığıdır; Güneş asla Güneş değildir ve bütün dinlerin sembollerle iş gördüğü açıktır. Yere düşen Güneş ışığı hâlâ gerçek yaratıcıdır ve yere secde ederek güneş ışıklarını öpmek bildiğimiz en evrensel bir tapınma şeklidir.

Cahil, her şeyi kendisinden başlatandır. Cahillikte bir reddi miras var ve dinler tarihi bir mirasyediler tarihi olmakla vücûd bulmaktadır. Bir cahilleşme ile geldiklerine ve reddi miras olduklarına göre dinde bir zenginlik aramak beyhudedir. Yalnızca ihanette bir zenginlik var ve ihanetin cahilliğin sığlığında beslendiği açıktır.

Böyle bakıldığında Aton dini serüveninin bir ihanetler tarihi gibi gözükmesi asla şaşırtıcı değildir. Seçkinci ve derindir, anlaşılması güç diye anlayabiliriz. Alt tabakalar çok zor anlar ve asıl kötüsü anlamak için de pek az çaba gösterir; “ihanet eder” diye özetleyebiliriz. Nitekim Freud, kaynaklara dayanarak biri Mısır’lı, diğeri Mısır hiç bilmeyen nevzuhur iki Musa olduğunu ve ilkinin yeni kavminin ayaklanması sonucunda öldürüldüğünü ileri sürüyor. Kuran’da Bakara suresi 61. ayette bu olay şöyle anlatılır: “Onlar (Beni İsrail) Allah’ın ayetlerini tanımayıp Peygamberleri haksız yere öldürdükleri için onlara alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu. Böylece Allah’ın öfkesine uğradılar. Onlara bu hal isyan etmeleri ve taşkınlık yapmaları yüzünden oldu.” Demek cinayet ve ihanet Muhammed çağında henüz unutulmamıştır.

Freud’a göre Yahudilikteki Mesihçi yanın arkasında da bu cinayet vardır. Freud, Babil’deki sürgün yaşamı sırasında yaşadıkları nedeniyle İsrailliler arasında Musa’nın ölüler arasından çıkıp geri geleceği ve yaptığından pişmanlık duyan kavmini arkasına takarak bir ebedi mutluluk ülkesine götüreceği inancının doğduğunu belirtiyor. (15) Yani Yahudilerin beklediği Mesih cinayete kurban gitmiştir. Nasıl yorumlayabiliriz? “Belki de Musa’nın öğretisi, hocası olan Firavununkinden daha sivri ve katıydı; böyle bir öğretiyi ileri sürerken Güneş Tanrısı’na yaslanması için bir gerek yoktu ortada. On okulu yabancı bir kavim için bir anlam taşımaktan uzaktı. Gerek Musa, gerek İkhanaton bütün aydın despotları bekleyen akıbetle karşılaştı. Musa’nın Yahudi kavmi de tıpkı 18. sülale zamanındaki Mısırlılar gibi pek fazla düşünsel alana kaydırılmış bir dini kaldıracak, ilgili dinin sunularında kendi gereksinmelerinin doyumunu bulacak aşamada değildi. Gerek İkhanaton, gerek Musa örneğinde aynı olay patlak verdi; vesayet altında tutulan ve hakları sınırlanan kavim ayaklandı, üzerlerine yüklenen din yükünü kaldırıp attı omuzlarından. Arada bir ayrım varsa, uysal Mısırlılar, alınyazısı gelip Firavunun kutsal vücudunu ortadan kaldırıncaya dek bekledi; azgın Semutlar ise kendileri alınyazısı rolünü oynayıp başlarındaki despotu temizleme yolunu seçti.”(16) Muhammed dışındadır ama eceliyle tanrısına kavuşmuş halife olmadığını hiç unutmamak gerek.

Musa müritlerince öldürülmüştü, İsa’yı da onun müritlerinin öldürttüğüne inanlar yeterince kalabalıktır. Musa’nın katilleri cinayeti unuttururken, İsa’nın katilleri cinayeti kutsallaştırdılar ve cinayetten yeni bir din çıkardılar. Böylece cahillikle hainliği birbirine daha yakınlaştırabiliyoruz.

Mesele aydınlanmada ise söyleyebileceğimiz şudur; dini bir aydınlanma yoktur, ancak dine karşı bir aydınlanma mümkündür. Sufizmin, gnostisizmin, aydınlanmanın çıkış noktaları her ne olursa olsun kurumlaşmış dinle çatışmak zorunda kaldıkları unutulmamalıdır. Cahillikten ve ihanetten kurtulma yolunu seçmeyen her proje ise eninde sonunda “gericilik”tir. Teslim olarak değil başkaldırarak “ilerleyebiliriz.”

Mesele tek tanrıda ise Aton’dan Volkan tanrısına giden yolun bir “ilerleme değil” bir büyük geri dönüş olduğunu söylememiz gerekir. Hıristiyanlığın zaferi ise Freud’un söylediği gibi, 1500 yıllık bir aradan sonra Amon rahiplerinin Ekhanaton’a karşı yaptıkları yeni bir karşı devrim anlamına geliyor. Eskilerin özetlerini ihmal ettiğimizi biliyoruz, burada bir önemi bulunmamaktadır.

Halkı sevmek iyidir, ama avamlığın bulaşıcı olduğu da asla unutulmamalıdır. Halka inip temiz kalmanın yolu henüz bulunmamıştır. Çünkü orada derin bir dinsellik, derin bir ahlaki düşkünlükle iç içe olabilir. Hızlı muhafazakârlaşma çoğu zaman hızlı çözülmenin işaretidir. Onlar her şeyi, ama her şeyi, kendilerine benzetmekte mahirdir ve kestirme yollara rağbet etmedikleri malumunuzdur. Tarihin materyalizmini yabana atmak öldürücüdür. Bir eski zaman filozofunun dediği gibi, atların ve öküzlerin insanlar gibi resim çizme kabiliyeti olsaydı tanrılarını at ve öküz şeklinde çizerdi. Yani öküzün tanrısı yine öküzdür. Mesele öküzlükten nasıl ve ne yolla kurtulacağımızda. Bunu yapabiliyorsak gerisi teferruattır.

Sığ sularda derinlik sarhoşluğu yaşayanların kalabalık olduğu bir coğrafya bizimkisi. Sarhoşun şarkısı nakarattan ibaret. Nakaratta tekrar var ve gücü buradan kaynaklanıyor. Burada daha derinde, boğulma tehlikesini de göze alan ve nakaratsız bir tartışmaya not düşüyoruz.

Görünen o ki Amon dininin esirleriyiz biz. Bir bilge kralın başlattığı ve seçkinlerinin Yahudilere öğrettiği atonculuk, geniş kitleler tarafından öğütülmüştür çünkü. Mevcutlarla Aton arasındaki ilişkiyi gün yüzüne çıkarmak artık çok güçtür. Ve bu en eski devrimci dine halk kitlelerinin katkısı, okunulan her duanın ardından yeniden onaylanmaktadır.

Ve evet Ekhanaton bir kez daha yenilmiştir; amon, amen ve amin!

Notlar

1-Kitabı Mukaddes. Çıkış. Bap 3. İstanbul 1995.
2-Ayni, Mehmet Ali. Tasavvuf Tarihi. İstanbul 2000. s.151.
3-Ceram, C.W. Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler. İstanbul 1994..s.145.
4-A.g.e. s.169.
5-İnan, Afet. Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti. Ankara 1992..s.234.
6-Voltaire. Felsefe Sözlüğü.. C II. İstanbul 2001..s.232.
7-Freud, Sigmund. Musa ve Tektanrıcılık. İstanbul 1987. s.42.
8-A.g.e.s.44.
9-Volteire. A.g.e. s.230-231.
10-Kitabı Mukaddes. Çıkış. 32. Bab.
11-A.g.e. Çıkış. Bap 4.
12-Baines. John-Malek Joramir. Eski Mısır. İstanbul 1986. A.g.e. s.31.
13-Toynbee, Arnold. Tarih Bilinci. İstanbul 1978. s.446.
14-Halman, S. Talat. Eski Mısır Şiiri. İstanbul 1972. .s.151-152.
15-Freud. A.g.e. s.54.
16-A.g.e .s.71.

0 yorum :: Din ve Devrim

Yorum Gönder