EX ORİENTE LUX !


Orhan Gökdemir

Batıya doğru gittikçe Doğunun renkleri solar.  Haliyle yeterince Batıdan baktığımızda, yekvücut bir doğu görürüz. Tartışmamızın bir kısmı herhalde bu görüşle veya bakışla ilgili.
Henüz “Batı nedir” sorusuna doyurucu bir yanıt verilemediğinden, Doğu’nun ne olduğunu da bilemiyoruz. Ancak önkabüllerimiz var; medeni olan, modern olan, teknolojik olarak gelişmiş olan Batılı kabul ediliyor.

İstisnaları ya da sapmaları var elbette. Örneğin Japonya, bir sapma olarak ortaya çıkıyor; Batı sayılmak için bütün kriterlere uyuyor olmasına karşın, kültürü ile yine de Batı’dan ayrılmaktadır.
“Medeniyet, bilim vs. ancak Kuzey’de, Avrupa’nın serin ikliminde gelişir ve beyaz adamın işidir” diyen, Doğu’nun havasının Doğuluyu tembel yaptığını söyleyen Irkçı Avrupalılar moda değil artık. Onlar işlerini gördü ve sahneden çekildi. Yeterince tahkim edilmiş Avrupa ideolojisinin ise bundan böyle ırkçı referanslara ihtiyacı yoktur.

1800’lü yıllarda Mısır’in izleri silinip, yerine Yunanistan gecekondusu dikildiğinde süreç çoktan tamamlanmıştı. Artık bilim de, felsefe de, Batı da oradan başlatılıyor. Referansları Mısır olan aydınlanmışların defteri Hıristiyanlıkla dürüldü. Yunanistandan önce gelmiş olanlar ve ondan sonra ortaya çıkanların hiçbir hükmü yoktur bundan böyle. Bütün entellektüel mirasımızı sadece ama sadece Yunanistan’a borçluyuz.

Antik Yunanistan’dan başlayan ve bugünkü Avrupa fikriyatını oluşturmak üzere hep ilerleyen bir düşünce tarihimiz var şimdi ve biz bunu sadece Avrupa ideolojisine değil, Navarin Savaşı’na da borçluyuz. Evet, yanlış okumadınız Navarin Savaşı’ndan söz ediyorum!

İlk “Dünya Savaşı”dır Navarin. Bir tarafta İngiltere-Fransa-Rusya’nın oluşturduğu birleşik Avrupa ordusu, diğer tarafta Osmanlı-Mısır ordusu vardır. Birleşik Avrupa donanması, Mısır’ın yükselişini durdurmak ve Antik Yunanistan’ın torunlarını “barbar Türkler”in elinden kurtarmak için Osmanlı-Mısır donanmasını Navarin’de denize gömdü. Bundan birkaç yıl sonra, birleşik Avrupa’nın inisiyatifiyle Yunanistan Krallığı kuruldu. Mehmet Ali’nin ayağa kaldırdığı Mısır için ise yeniden gerileme döneminin kapısı aralanmıştı. Böylece Batılılarca Mısır bastırıldı ve Yunanistan ihya edildi. Navarin Savaşı ile Doğu, Doğu olmuştur diyebiliriz.

Halbuki, Mehmet Ali’nin Mısır’ı bu tabloda yeni bir istisna olmaya adaydı. Mısır, 1830’dan önce tekstil üretiminde İngiltere’den sonra ikinci sırada geliyordu ve sadece bu sektörde 70 bin işçi istihdam edilmekteydi. Büyük tersaneler kurulmuştu, “köylü milletin efendisi” ilan edilmiş ve ilkez fellahlar Mısır ordusuna alınmıştı. Memlüklülerin toprakları kamulaştırılmış, köylüye dağıtılmıştı. Ordu reforme edilmişti, donanma ayağa kaldırılmıştı. Hepsinden önemlisi Mehmet Ali, bir doğu birliği kurmak üzere önemli adımlar atıyordu. Hepsi, birleşik Avrupa donanmasının baskısıyla durduruldu, İngiliz emperyalizminin marifetiyle yok edildi. Öyleyse, Doğu, bir savaşla, adı Navarin olan bir dünya savaşıyla kurulmuştur diyebiliriz. Savaş olmasa ve Mısır ordusu yenilmese, hiçkimse Mısır’ın Doğu olduğunu iddia edemeyecektir anlamında söylüyorum bunu.

Sadece tekstilde 70 bin işçi, Batı’nın Doğu tanımında büyük bir gedik açmak yeterlidir; proletarya Doğu’da proletaryadır.

Oysa bizim sosyal teorimiz, Doğu’da özel mülkiyet ve işçi sınıfı görememektedir. Bunların yerine Asya tipi üretim ve hidrolik toplum teşhis edilebilmektedir. Batıya göre Doğu, Doğu despotizminin düzlediği bir alanda sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kütledir.

Marx, “Doğu Sorunu”nda bütün Osmanlı’yı “Boğazdaki Despot”  tanımlamasının içine sıkıştırmaktadır ve Batının bu despotu ortadan kaldırmasının hayırlı bir iş olduğunu söylemektedir. Öte yandan Hindistan’ın sömürgüleştirilmesini de alkışlamaktadır; İngilizler Hindistan’daki feodal ilişkileri kaldırıp atacak ve Hindistan’ı “uygar”laştıracaktır. Halbuki, İngilizlerden önce Hindistan’ı işgal eden Türko-moğollar aynı metin içinde aşağılanmaktadır. Türko-moğollar “uygarlıkça” Hintlilerden daha “aşağıda” olduğu için kötü bir iş yapmışlardır, halbuki İngilizler uygarlıkça Hindistan’dan üstündür ve bu da yaptıkları işi iyi kılmaktadır.

Peki nereden çıkıyor bunlar? Prekapitalist toplumlar açısından Doğudaki devletler Weber’in deyişiyle “ideal tip”lerdir aslında. Doğu’da Batı’dan farklı olarak merkezi devletlerin hükmü sürmektedir ve yerel güçlerin bağımsız varlıkları yoktur. Halbuki Batıda yerel güçler vardır ve birlik henüz kurulamamıştır. Kapitalizme yürümek üzere feodal hücrelerin yıkılması ve siyasi birliğin tahkim edilmesi beklenecektir. Ulusal pazarlar ancak bu gelişmeden sonra ortaya çıkabilecektir çünkü.

Özeti, Batı eksiklidir henüz. Bu durumda Batı, Doğu’ya göre “azgelişmiş” olmaktadır demek ki. Oryantal despotizm tanımlaması, işte teoride sıkıntı yaratan bu durumu karşılamakta, olguların ortaya çıkardığı tutarsızlığı örtmektedir. Doğu, oryantal despotizmle sosyal teorinin dışına itilmiştir, geri ve ilkel olan ise “ideal tip” ilan edilmiştir. Dikkat edin sosyal teorimizde bir “Asya Tipi Üretim Tarzı” var ve fakat “Avrupa Tipi Üretim Tarzı” bulunmamaktadır. Batı ana damardır, herşey o ana damara göre tanımlanmaktadır.

Demek ki 1800’lü yılların “Doğu”su Osmanlı ve Mısır’dır. Ve Doğu, Batı “ilerlediği”  ve Navarin’de Osmanlı ve Mısır donanmasına çarptığı için Doğu tanımına sıkıştırılabilmektedir.

Neden böyle oldu peki? Doğunun gerilemesine ve Batının ilerlemesine yol açan nedir?Tek bir neden var arkasında; kazanma, kar elde etme hırsıdır bu. Çok trajik örnekleri var, Çinliler, Batı’dan çok önce demir dökmeyi de, barutu da biliyorlardı. Ancak demir dökerek çocuklar için oyuncak, barutla da havai fişekler yaptılar. Barutu bir demir çubuğun içine doldurup düşman avlamak bir Çinlinin anlayabileceği, kabul edebileceği birşey değildi. Vahşi kapitalizmin ittiği İngilizler bunları Çinlilerden öğrenince büyük toplar yaptılar ve Çin donanmasına saldırdılar. Çinliler kaçınılmaz olarak yenildi ve medeniyetin beşiği Çin, İngiliz vahşi kapitalizminin hızla tahrip ettiği bir sahne haline getirildi. Bütün bunlar olurkan, İngilizler Çinliler için sadece aç gözlü barbarlardılar.

Japonlar ise tüfeğin ülkeye girmesini yasaklayarak, mertliğe uymayan bu icata karşı uzun süre direndiler. Samuray ahlakı bu alete karşıydı ama sonra tüfek ahlakı yendi. Bizde de sözdür, tüfek icat olunca mertlik bozulur...

Mertliği boza boza ilerlediler. Bir kapitalist ahlaksızlık hüküm sürmeye başladı dünyanın dört bir yanında. Ve Doğu hala bu yeni ahlağa ayak uydurmaya çalışmaktadır.

Ancak direniş, Batıda da olmuştur. Pekçok anekdottan biri şu; naylon iplik icat edilip, ucuz giysiler üretilmeye başlandığında Avrupalı tüccarlar bu ucuz ve kalitesiz malları satmayı reddetmiş, bunu satmayı ahlaksızca bulmuştur. Bu direnişi yıkanlar Yahudi bezirganlar oldu. Toplumun kıyısında yaşayan bu cemaat, Avrupa’da yerleşik bütün ahlak kurallarını yıka yıka zenginleştiler. Zenginleştikçe, Marx’ın deyişiyle “Yahudi yaşam tarzı” için alanı düzlediler. Kapitalizmin ilkin, İspanya ve Portekiz göçmenlerinin en çok rağbet ettiği, kabul gördüğü İngiltere ve Hollanda’da ortaya çıkması asla rastlantı değildir. Ahlak varsa, kapitalizm yoktur ve ahlak ne kadar zayıfsa kapitalizm o kadar gelişmiştir.

Çok kar etmek için çok satmak, çok satmak için ise ucuza üretmek gerekiyordu. Sanayi devrimi bunlarla tetiklendi. Alt sınıfların cehennemi de sanayi devriminin bağrında doğdu. Bütün organik ilişkileri dağıttılar, kentlerde inorganik bir toplum yarattılar. Sonra kentler kırdan gelenleri almadı, taştı. Bunun üzerine İngiliz parlamentosu, işbulamayan göçerler için bir düşkünler yasası (speenhemland) çıkardı. Yasa, kente göçen ve işi olmayan düşkünlere kilise çatısı altında yatacak yer ve bir öğün yemek sağlıyordu. Sonra ilginç bir durum ortaya çıktı, bir işi olup günde 15-18 saat çalışanlar, aldıkları ücretle düşkünler yasasından yararlananlardan daha kötü bir hayat sürdürebildiklerini gördüler. İşlerini bırakarak düşkünler yasasından yararlanmak için kilisenin kapısına koştular. Düşkünler o kadar çoğaldı ki, parlamento yasayı iptal etmek zorunda kaldı. Düşkünlük, Batının hamurundadır. Şimdi bizde de bol miktarda düşkünler yasası var; valiler cep harçlıklarını, AKP’liler kömür ve makarnayı böyle dağıtıyorlar.

Düşkünler yasasının sosyal tarih açısından ne kadar tahripkar olduğu çok sonra anlaşıldı. İngiltere’de sendikal hareket ancak düşkünler yasasının kalkması ile mümkün olabilmişti. Sığınacak bir çatısı kalmayanlar birbirine sığındı ve bu birbirine sığınmaya biz artık sendika diyoruz. İngiliz işçiler, sendikanın ne olduğunu böyle anlamışlardır.

Bir örnek daha; bir İngiliz şair, pamuklu dokuma işçilerinin haline çok üzüldü ve buna son verecek bir çare aramaya koyuldu. Uzun uğraşlar sonunda işçilerin çalışmasını çok kolaylaştıran bir mekik buldu. Mekik kabul gördü, atölyelere girdi. Ancak sonuç şairinin beklediği gibi olmadı. Mekik nedeniyle kapitalistler daha az işçi çalıştırabileceklerini farkettiler ve pek çok işçiyi kapının önüne koydular. Mekiği bulan İngiliz şair ise oturup işsiz kalan işçiler için acıklı şiirler yazdı. İngilizler, teknolojinin gücünü de böyle böyle öğrenmişlerdir.

Bu sürecin özetini Karl Polonyi yaptı ve bu “inorganik toplumun organik topluma galebe çalmasıdır” dedi. Polonyi, feodaliteyi, Marksist geleneğe uygun olarak geri bir sosyo ekonomik düzen sayıyordu. Buna karşın feodalite organik bir toplumdu, dayanışma vardı ve çalışmayanın aç kalmasına asla izin verilmezdi. Hasta olana bir tas çorba mutlaka getirilirdi. Halbuki ileri olan inorganik toplumda “çalışmayan aç kalır yasası” işlemekteydi. İşte bu şiddet, insanları ücretli çalışmaya zorluyordu. Bu açıdan kapitalist üretim biçimi, feodaliteden daha geriydi. “Büyük dönüşüm” budur. Hala “her ilerlemenin görece bir gerileme sayıldığı” çağı yaşamaktayız.

Piyasa toplumunun temelinde, demek ki örtük bir şiddet var. Batılı insan işte bu şiddetle terbiye edilmiş insandır. Kuyruğa girer, herkesin en az kendisi kadar akıllı olduğunu bilir, yasalarda boşluklardan yararlanmaya kalkmaz, iş saatlerine ve kurallarına harfi harfine riayet eder, intizam içinde yürür vs.. Çünkü, toplumun ekonominin gereklerine göre dizayn edildiği bir düzlemde yaşamaktadır. Üretim alanı kadar, dolaşım alanının da bir fabrika düzeninde çalıştığı bir düzlemdir burası. Herbiri piyasadaki sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri olmasına karşın, bir “görünmez el”in herşeyi düzenlediğini, hizaya getirdiğini deneyimleriyle bilmektedir.

Bir yandan, para sahibi kimliğiyle o dolaşım odaklarından biri olarak “eşit ve özgür”dür, ne alacağına, ne satacağına, emek gücünü kime kiralayacağına kendisi karar verir. Öte yandan bu özgürlüğe rağmen, onu gönüllü bir tutsak yapmaya zorlayan bir “görünmez el” vardır, o el piyasanın elidir. Bir gizli dinin ilk müritleridir onlar.  Bir çark işlemektedir ve dişliler hep yerli yerindedir.

Doğu ise bu gizli dine gönülsüzce ve geç dahil oldu. Örneğin Güney Kuzey Şavaşı çıkıp, içsavaş ateşi Amerikan pamuk tarlalarını vurunca, pamuk üretmek Çukurova’ya düştü. Çukurova’da topraksız köylüler ücreti mukabili pamuk toplamayı böyle öğrendi. Tütün işçileri - üreticileri, tütün rejisi ile tanıştı modern köleliğin şiddetli yüzüyle. Kapitalizm Doğu’ya nüfuz ediyordu ve ancak bunu yavaşça yapıyordu. Sanayi devriminin tersine bizde kırdan kopuş uzun bir süreçtir ve hala tamamlanmamıştır. Kente gelenler de bir şekilde kırla bağlarını sürdüler ve bu bağ onların sisteme teslim olmasını hep geciktirdi. Henüz köylülüğünü koruyan toplumlardan oluşmaktadır Doğu, Polonyi’nin deyişiyle organiktir hala.

Batı ile kültürel farkımız budur, kentlileşmemiş olmamızdır sırrı. Bir İngiliz yoksuluna göre hala sığınma alanları bulabilmektedir Doğu yoksulu. Düşünün, evinin odalarını kiraya veren kaç komşunuz var? Özetle, “görünmez el” daha çeki düzen verememiştir bize. Doğu ile Batı arasında değil, Kent ile kır arasındadır fark. Aksi taktirde Batının neresi olduğunu göstermemiz gerekir.

Nasıl göstereceğiz peki? Öncelikle belirtilmesi gereken husus, “Batı” kavramındaki hamlıktır, olgunlaşmış bir kavram değildir Batı. Coğrâfî anlamıyla karşılıksızdır, Doğu’dan (Asya’dan) ayrı bir Batı kıtası yoktur. Asyanın bir uzantısıdır o. Kültürel olarak oluşturmuş kendini Batı. Her iki anlamda da yaklaşık Anadolu’nun batısısıdır Batı. Sınırları da az çok bu koordinatlara yakın çizilmektedir. Sapmalar var, Kıbrıs (Rum kesimi) AB’ye göre Batıdır örneğin ama İzmir Doğu’dur.  Bir zamanlar Ortodoks Hıristiyanların bulunduğu coğrafyadan geçerdi Batının sınırları, Ortodoksluk Doğudur öyleyse. Ancak artık Ortodoks Bulgaristan Batı olmuştur. Yugoslavya dağılırken ise Ortodoks Sırplar ile Hırvatlar arasından geçirilmişti sınır ve giderek, müslümanlığa doğru gerilemektedir. Ancak bu da yeni sorunlara yol açmaktadır; örneğin İsrail Batı sayılmaktadır ama Türkiye’ye Doğunun yolları gösterilmektedir.

Kültür ve Medeniyet’in Batısı ise, yine bu coğrafya ile ilintilidir. Hala Avrupa’dır ilk akla gelen, ancak Kuzey Amerika’da buna dahildir. Yani bu durumda da sınırlar belirsizliğini korumaktadır. Avrupa için Rusya ve Amerika için Latin Amerika bu belirsizliği yaratan faktörlerdendir.

Peki neye göre ayıracağız, tanımlayacağız Batı’yı? Unutmamamak gerekir ki Batı ve Batılılık konusunda bir “ırk problemi” vardır; beyaz olunmadan, Batılı olunamaz. Beyaz adamın yarattığı bir kavramdır Batı. Bizde de tartışması oldu. Mustafa Kemal, Türk Tarih Tezi ile Hititlerin, ardından da Mısır ve Sümerlerin Türk olduğunu iddia etti. Bunlar şimdi Kemalizmin fantastik girişimleri sayılmaktadır. Bununla birlikte, bu tez Kemalizmin, Batı Medeniyetinin ırki temelini farkettiğini de göstermektedir. Kemalist tarih tezi, Hittitleri Türk sayarak, Türklerin 
Hitit sayılması için yol yapmaktadır. O tarihlerde başkaca yol da yoktur.

Batının bu ırk problemi, bugünkü pek çok tartışmamızın da kaynağıdır. Gelişimini tamamlamış tek ırk onlardı. Bu kabül Avrupa'nın diğer halklar üzerindeki üstünlüğünü doğal ve meşru kılıyordu. Vahşiler, barbarlar, yabanıllar, ilkeller, despotik- geri toplumlar, Avrupalılar dışındaki herkes gelişimini tamamlamamış çocuk halklardı. Öyleyse bu halkların elinden tutmak, onlara çeki düzen vermek, uygarlaştırmak, feodal, ilkel ilişkilerden çıkarmak Avrupa'nın göreviydi. Sömürge seferlerinin ideolojik cephaneliği işte bunlardır.

Başlangıçta Türkler, Hintliler, Çinliler, Araplar bu sınıflandırmanın dışındaydı. Avrupa ilerledikçe onlar da basamakta aşağı doğru itildiler. En alt basamağında artık alınıp satılan bir mal muamelesi gören Zenciler vardı, en üstte ise Ariler. Bu ırkçılık, zamanla bilimle de desteklendi, ilkel ve vahşileri keşfe çıkan antropologlar bilimin en gözdeleri oldu. Sonra bir gün Nazizm başgösterdi Avrupa’nın orta yerinde, Batılı bilim bunu toplumsal bir çılgınlık saymıştı…

Montesquieu, Hume, Voltair, Hegel, hepsi bu ırkçılığı alkışlamışlar, hararetle desteklemişlerdi. Bir Zencinin Avrupalı ile aynı ırktan olduğuna kim inanırdı? Biliyoruz, bu ırkçılığın temeli, köle ticareti ve sömürgeciliktir. Yalnızca Afrikalılar değil, Aztekler, İnkalar, Mayalar, Kızılderililer, Aborijinler, Maoriler ırkçılığın perdelediği bu açgözlülüğün kurbanları oldular. Büyük düşünür Hegel, sömürge orduları Afrika içlerine doğru ilerlerken "Afrika'nın bir tarihi olmadığını" ilan etmişti. Afrika  sömürgeleştirilerek "büyük insanlık tarihinin anlatısına dahil edilmiş" olacaktı. Ne kadar şiirsel değil mi?

Peki ya din? Şimdilerde bir “hıristiyan kulübü” tanımlaması modaysa da, örneğin Doğu’daki Hıristiyanlar (Filipinliler, Habeşliler, Güney Afrikalılar) Batılı sayılmamaktadır. Hıristiyanlık, tanımdaki verilerden biridir sadece, Yunan ve Roma rengi olmadan kabul görmemektedir.

Bu üçü açısından bizim mirasımız tek kelimeyle yıkıcıdır. Osmanlılar Doğu Roma’ya son vermiş, Yunanlıları egemenliği altına almış ve Hıristiyan birliğini dağıtmıştır. Ortodoks ve Katolik kiliselerinin birleşmesi bir daha mümkün olmadı. Çünkü Ortodoks kiliselerinin başına atananlar hep Osmanlının adamlarıydı. Fatih İstanbul’a girince, birliğe karşı olan bir papazı kaçarken Edirne’de yakalatmış ve getirip Patrik ilan etmişti. Yani özetle “Doğu” olmayı bileğinin hakkıyla almış bir milletin ahvadıyız biz!

Kaldı ki, Osmanlı’nın Nova Roma sayıldığını çoktan unuttuk. Sadece, bu mirası almak ve sürdürmek üzere İstanbul kapılarını zorlayan Fatih Mehmet vesilesiyle değildi bu halbuki. Osmanlının kurucu babalarının da Bizans’ın paralı askerleri olduğu iddia edilmektedir..

Böyle böyle ilerleyen Osmanlının da Batıya kibirle baktığı zamanlar oldu. O zamanlar Batı kompleks demekti; Osmanlının karşısında hep yenilen, hep geriye çekilen Batı, henüz Batı değildi.

Bu gün kullandığımız anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları Avrupalı kapitalizmin  zafer yürüyüşüne başlamasıyla belirlendiğinden, burjuva uygarlığına göre bir koordinat ekseninden tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak Doğu” Avrupaya göre Doğu’dur. Bu ideolojik karakteri unutarak, Doğu ile Batı arasındaki temel farkı anlayamayız.

Peki fark nerede? Doğuda büyük devletlerin, tanrı kralların hüküm sürdüğü zamanlarda Batı küçük birlikler halinde dağılmışlardı. Savaşlar, baskılar, sürgünlerle şekillendi Doğunun tarihi. İnsanlar oradan oraya savruldu. Dinler, inançlar, kültürler, diller birbirine karıştı. Toplumlar dağıldı, insanlar çürüdü ama devlet hep kaldı. İlk toplumsal devrimin, bir imparatorluk içinde başgöstermesi rastlantı değildir. Doğu hep aldı ve hep az verdi. Sömürgecilik, Doğu’nun meçhulüydü çünkü.

İşe yaramayacaksa niçin arayalım, devlet karar verecekse niçin tartışalım, hep vereceksek niçin üretelim?

Evet burada Cemil Meriç'in yaptığı gibi kendimize bakalım. Yaptığımız işleri net, dakik, ince bir 
elekten geçirmiyoruz. Yaptığımızı kılı kırk yarmadan, aşağı-yukarı yapıyoruz. Hesap adamı değiliz biz. Günü kurtardık mı işimizi bitmiş sayıyoruz. Şöyle sürdürüyor Meriç; "Çağdaş Avrupa şatafatlı adlar takmıştı bencilliğine. Aile, sınıf, millet. İpek eldivenler geçirmişti pençelerine. Kutsal mefhumların gölgesinde her cinayeti işlemişti. İkiye bölmüştü ahlakı: bir yamyamlar medeniyetiydi Batı medeniyeti. Kıt'aları yiyerek semiren bir medeniyet. Ama altın buzağıya tapan sömürücü Avrupa'nın yanında bir başka Avrupa daha vardı; barışçı Avrupa, düşünen Avrupa. Canavarlar yaratan Avrupa, canavarları tepeleyen Savaşçıların da vatanıydı. Maddenin karanlık zindanında mahpustu insan ruhu, onu Batının tekniği kurtaracaktı."

Evet Hıristiyan ve beyaz ama aynı zamanda yerleşik, kentli, incelmiştir Batılı. Felsefenin, bilimin, tarihin, sanatın ve uygarlığın, evrensel olanın kaynağıdır da. Özgürlük, demokrasi ve zenginlik de onundur, sömürgecilik ve faşizm de. Hegel de odur, Nietzche de. Rönesanstır, Aydınlanmadır, Fransız Devrimidir ama aynı zamanda engizisyondur, veba’dır, açlıktır ve ahlaksızlıktır Batı.

Fenike’den ödünç aldığı bir adla dünyayı yönetmeye aday olması işte bundandır.

Osmanlı'nın kibirle baktığı Batı çoktan değişti. Osmanlının yerinde yeller esiyor artık. Ama işte Doğu burada… Batının kibrini kırmak ve Doğunun kompleksini yıkmak yine bizim işimiz.

Işık Doğudan yükselmeye devam ediyor hala!


0 yorum :: EX ORİENTE LUX !

Yorum Gönder