İnsana Karşı Marksizm


Orhan Gökdemir

Althusser’in kehanetlerinden biridir; felsefe bölücüdür. Bilim birleştirir ve bölmeksizin birleştirirse, felsefe böler ve bölmeden birleştiremez. Şöyle devam eder bu; İşte, şimdi Lenin’in gülümsemesi anlam kazanıyor: felsefi bildiri yoktur, felsefi tartışma yoktur. Şundan; eninde sonunda felsefenin nesnesi kavramlardır, onu bölücü yapan da, önermelerini kararsız kılan da budur. Bir felsefi önermeyi onaylarsınız ya da onaylamazsınız ama onu ne doğrulayabilir ne yanlışlayabilirsiniz. Eğer felsefenin içinde kalma niyetindeyseniz, birleşmek isteyen, bilimin sınırları belli ve kesin alanında kalmalıdır.

Biz şimdi, bir “insan hakları felsefesi” geliştirmenin ötesindeyiz. Varsa, bilimsel verilere bakmanın daha yararlı olacağı bellidir ve bu yazı, bölmeksizin birleştirebilecek bir payda peşindedir.

“İnsan hakları” söylemi etrafındaki patırtının Türkiye’de hala ilgi çektiği açıktır, başka yerlerde de böyleydi. Ancak örneğin Avrupa’da, bunun anlamlı olmadığı bir dönem yaşandı, sefalet koşullarının ortadan kalkmasıyla devrim ajitasyonu yapmaya uygun koşullar ortadan kalktı, kapitalizmin hümanist açıdan eleştirisi önem kazandı. Meta fetişizmi, yabancılaşma, şeyleşme, batılı aydını daha bir heyecanlandırır oldu. Marx’ı böldüler, genç Marx’ı, olgunun önüne çıkardılar.

Hümanizme, insana bu vurgu, her durumda kesin bir biçimde sınıfın geri plana itilmesine, unutulmasına yol açtı. Sınıftan bu kaçış ve insana bu sığınış, insan hakları üzerine herhangi bir tartışmanın yapılabileceği tek alan olan Marksizmi sakatladı, anlaşılma ve tartışılma olanağını ortadan kaldırdı.

Oysa Marksizm insandan değil, sınıftan yola çıkar; insan, toplumsal bir çözümleme aracı olarak Marksizmin bir aracı değildir. Özgürlük ve eşitlikten sözettiğimizde, hangi sınıfa ait bir kavram olduğunu açıklama zorunluluğumuz vardır ve sınıfı atlayarak “insan özgürlüğü” üzerinden konuşmak bizi doğrudan ideolojik bir tutum almaya götürür.

Dolayısıyla düzeltmeye bu çok açıkmış gibi görünen “Hümanizm” kavramıyla başlama gereğimiz var. 

Bu düzeltmenin ilki Marksizmin bir hümanizm olmadığı noktasındadır; evet bir “Marsist hümanizma” yoktur. Daha ilerisi Althusser’in o güzel formülasyonuyla “Marksizm teorik bir anti-hümanizmdir.”

Bu düzeltme bizi “teorik bir sorun”un kapısına getirip bırakır. Söz konusu olan “insana karşı olmak” değildir, çünkü o bir ideoloji olarak insancılığa karşıdır. Çünkü “genel olarak insan” tanımı ve tanımdan kaynaklanan hümanizm, belli bir sınıfın bakışını ve yanılsamasını ifade etmekle sakattır.
Şundan; hümanizmin kaynağı, burjuva toplumla birlikte ortaya çıkan “doğuştan gelen haklar” düşüncesidir. Buna göre, toplumsal konumlarından soyutlanmış olarak ele alınan insana doğarak elde ettiği bir takım haklar ithaf edilir. Yalnızca doğmuş olmakla elde edilen bu haklar da burjuva özgürlük anlayışının temellerini oluşturur. Yani burjuva özgürlük anlayışının ayırıcı özelliği sınıfa değil, genel olarak insana dayanıyor görünmesidir. Hakkı “insan hakkı” olarak ifade ettiğimizde onu sınıfsallığından, bu tek yanlılığından kurtarmış değiliz. Ama öte yandan, bu anlayışın bir kandırmaca olduğu iddiasında da değiliz; bir sorun var ve elbette teorik bir sorundur bu.

Yani genel kanın tersine insan kavramı üzerine temellendirilen bu özgürlük ve eşitlik tanımının “sahte” olduğu söylenemez, onu tartışmak için bu özgürlüğün gerçek olup olmadığından değil, varsayımlarından yola çıkmak gerekir. Oysa bu varsayımlar burjuva bakış açısının dışındadır, ona örtük olarak içerilmişlerdir ve tartışılmayı talep etmezler.  Bunları felsefi olarak tartışmak da mümkün değildir.

Marx’ın “Bir yanlış bilinçlilik olarak ideoloji” önermesi de burjuva bakış açısının bu konumlanışından kaynaklanır. Bu bakış açısı, düşünür tarafından bilinçli olarak yürütülen bir süreçtir ama kendisini harekete geçiren itici güçler kendisince bilinmez bir şey olarak kalır. “İnsanın hakkı olmalıdır” diye düşünür, sonra onu temellendirmek için çabalar. İnsanın bir karşılığının olmadığının farkına varmaz, onun içini doldurmak için çabalamaz; insan, filozofun bir kurgusudur aslında. İnsan kavramının içeriğini tarihin kendisinde araştırıp göstermez, kendi kendisinin ya da kendinden öncekilerin felsefi ideolojisinden ödünç alır. Sırf düşünme yoluyla üretilmiş bir şey olarak, örneğin “insan” kavramını hiç bakmadan kabul edip, onunla iş görür. Düşünceden bağımsız, nesnel, elle tutulabilir bir kaynağı yoktur ama en nihayet elinde “düşnümeye dayalı” bir malzeme vardır. Böylece “İnsan”, saf bir düşünce malzemesi olarak, felsefenin alanında sorunsuzca iş görür, üstünde başka malzemelerin imal edinmesine izin verir, onu destekler.

Locke’da, Hobbes da, Rousseau da düşünürken tamı tamına bu yolu izler. Gerçekte, bütün bunların altında “pratik bir zorunluluk” yatar; ait oldukları sınıfın, kendi çıkarını bütün sınıfların çıkarı olarak gösterme zorunluluğu. Dolayısıyla, “insan” kavramının, bütün diğer sınıfları burjuva sınıf yararına kapsamak gibi pratik bir yararı vardır ve bu çıkar nedeniyle onun, ne “insan”la, ne “insancılık”la, ne de özgürlüğü ve eşitliği mümkün kılan “haklar”la bir çelişkisi vardır.

Hukuka bakalım; “insan” bu sınıfın hukukuna “kişilik” olarak girer. Her insan bir kişiliktir ve bir kişilik olarak vazgeçilmez, devredilmez haklara sahiptir. Tıpkı, insan kavramının ayırım yapmaması gibi, kişilik de her tür ayırımdan yalıtılmış görünür. Bu hukuk, ilke olarak kişinin zengin veya yoksul, proleter veya burjuva oluşu ile ilgili değildir. Bu hukuki tanım, kendi başına ele alındığında pratikten bağımsız, birleştirici ve eşitleyicidir.

Oysa kişiliğin asıl itici gücü hukukun çerçevesi dışındadır; onu bir kavram olarak mümkün kılan piyasadır, dolaşım alanıdır, bütünün toplamı olan piyasa toplumudur. İnsanı, somut konumundan soyutlayarak bir kişi haline getirmek için, düşünmenin işini görmesinden önce piyasının işini görmesi gerekir. Burjuva kendi ayrıcalığını, doğuştan gelen ayrıcalıkları ortadan kaldırıp, yerine paranın ayrıcalığını geçirerek kurar. Bunun ilk koşulu, bütün insanları birer alıcı ve satıcı kimliğine büründürmektir; piyasa, birer alıcı ve satıcı ise insanın sosyal konumu ile ilgili değildir. “Her iki taraf da bir ‘kişi’dir. Aralarındaki biçimsel (resmi) ilişki, eşit ve özgür mübadelecilerin ilişkisidir. Bu biçimin bir yanılsama ve aldatıcı bir yanılsama olduğu hususu, hukuki ilişki açısından bakıldığında, tümüyle dışsal bir konudur.” Yani, piyasa ve dolaşım alanı, bu düzenin gerçek özgürlükler âlemidir; insanı ve kişiyi mümkün kılan da budur.

Bu düzen eşitlikçidir, çünkü doğuştan gelen ayrıcalıkları ortadan kaldırarak kendini ayrıcalıklı kılar; özgürlükçüdür, çünkü ancak özgür insanlar birbiriyle mübadele ilişkisine girer. Toprağa bağlı köylü ile modern proleter arasındaki fark da budur; işçi sermaye karşısında bir tüketici ve bir ödeyici olarak, bir para sahibi biçiminde, para biçiminde, basit bir dolaşım odağı biçiminde çıkmalı, yani özgür olmalıdır.  Emeğine zor aracılığıyla el koyulmamalıdır, kendi emek gücünü kiralayıp kiralamamaya tamamen kendi özgür iradesiyle karar vermelidir. Öte yandan işçi burada,  sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri olarak işçi belirlemesini yitirir, bir alıcı veya satıcı kimliğiyle, piyasadaki herkesle eşit olur. Dolaşım alanının “sonsuz” olanakları olmadan eşitlik ve özgürlük olmaz.

Bu mükemmel mekanizmanın bir tek sorunu vardır; bütün hikâye boyunca üretim alanı, fabrika, sürecin dışında bırakılmıştır. Tartıştığımız bu alan, piyasanın, dolaşımın alanıdır; zaten burjuva ideolojisi de dolaşım alanında üretimi unutur. Demek ki, burjuva karekterli özgürlüğü tartışabileceğimiz yer, bunun bir kandırmaca olmasında değil, dolaşım alanıyla sınırlanmış olmasındadır. Üretim alanına geçer geçmez bütün bu özgürlük görüntüsü sona erer ve zorunlulukların egemen olduğu gerçek somut bir dünya, sınıflı bir dünya başlar. Üretim alanında ne eşitlik ne de özgürlük vardır; çünkü emekçi, emek gücünü daha işin başında sermayedara kiralayarak devreden çıkmıştır. Emek gücü, insanın bu yeteneği kiralanarak insandan ayrıldığı, devredildiği için “emek” biçimine bürünür. Oysa insandan ayrılmış bir “emek” yoktur, emek insanın yaratıcı yeteneğidir, potansiyel gücüdür. Problem de tam bu alana, üretim alanına aittir; yoksa dolaşım alanı, emek gücü alım-satımının sürüp gittiği bir garip âlem insanın doğuştan gelen haklarının tam bir cennetidir. Burada egemen olan yalnızca özgürlük, eşitlik, mülkiyet ve çıkardır. Özgürlüktür, çünkü emek gücü dâhil bütün malların alıcı ve satıcıları yalnızca özgür iradeleri ile hareket eder. Tamamen özgür kişiler olarak anlaşmaya varırlar ve bu ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. 

Eşitliktir, çünkü taraflar bir meta sahibi olarak ilişki içindedirler ve eşdeğeri eşdeğerle değiştirirler. Mülkiyettir, çünkü taraflar kendi malları üzerinde tasarrufta bulunurlar ve çıkardır, her iki taraf da yalnızca kendi çıkarını düşünür. Demek ki burada ilke olarak hiçbir sınıfın ayrıcalığı yoktur; hukuk burada ayrıcalığın yerini almıştır.

Mevcut bireyleri insan olarak tasarlamak, demek ki, sınıfsal bir ilişkinin varlığına rağmen, özgür ve eşit bir toplumdan sözetmenin imkânını yaratıyor, ezilen sınıfın yanılsamasını destekliyor, derinleştiriyor. İnsan ve hakları bir kez oluştukları tarihsel dönemden soyutlandılar mı, onları tarihin ve toplumun üstünde asılı duran gerçekler olarak, zeki insanların keşifleri olarak algılamak kolaydır. Düşünmenin ürünü olan eşitlik ve özgürlük gerçekte tartışılmazdır, bunun üstüne ne söylenirse söylensin belirleyici olan hepsinin düşünmenin ürünü olmasında, tarihsel bir karşılığının bulunmamasındadır.

Burada “ideal bir model” kurabilir ve bunun üzerine söylebileceklerimizi sıralayabiliriz. Öyleyse, hümanizm ve ayrıcalığın yerini almış bir hukuka dayanan insan hakları, burjuva toplumun yapısıyla çelişmez, tam tersine, o bunları geliştirdiği oranda güç kazanır. “Burjuva toplumun ürünü olan modern devlet, kendi başına, insan haklarını ilan ederek kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka birşey yapmaz.”  İşte bu yüzden, modern devlet tarafından insan haklarının tanınması, ilkçağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından farklı değildir. Çünkü “özgür insan” burjuva toplumun temelidir. Marx’ın dediği gibi, insan hakları insanı dinden kurtarmaz, tam tersine ona din özgürlüğü sağlar, onu mülkiyetten kurtarmaz, tam tersine ona mülkiyet özgürlüğü sağlar; onu yaşamını kazanma zorunluluğundan kurtarmaz, tam tersine ona girişim özgürlüğü sağlar. Öte yandan mülkiyet edinme özgürlüğü, mülkiyet edinememe özgürlüğünü içerir ki, mülkiyetten arındırılmış geniş kitleler için teorik olarak girişim özgürlüğünün tanınmasının hiçbir zararı yoktur.

Din özgürlüğü de bu tablonun tamamlayıcı parçasıdır. Emek gücünden başka satacak birşeyi olmayanların hangi tanrıdan yardım isteyeceği ilke olarak burjuva sınıfı ilgilendirmez. Çalışmanın yüceltilmesi yeterlidir; tembellik hakkı ise öteki dünyaya ait bir değer olarak alttan alta varlığını sürdürür. Bütün dinlerin bu dünyada çalışmayı kutsamasına karşılık, öteki dünyada tembellik vaad etmesi, bu tepetaklak âlemin en somut belirtisidir.

Oysa bizim, özgürlük derken, üretim alanında özgürlükten sözettiğimiz açıktır. Bizim özgürlük talebimiz, onların özgürlüğünden kategorik olarak farklıdır. Üretimde özgürlük; işte insan ancak bu koşul altında mümkün olabilir.  Marksist toplumsal kurtuluş projesi, sınıflara bölünerek varlığı ortadan kaldırılan insana yeniden insanlaşma önerisidir. Çünkü uygarlık tarihi, insanlığın sınıflara bölünmesi ile birlikte ve bu bölünme sonucu ezilen sınıfların ruhsal ve fizik sefaletleri yerine, ezen sınıfların toplumsal bilinçlerinin ve önyargılarının ikamesi, onun bu bilinç ve ön yargılar altında “yapaylaştırılması” ve giderek doğayla insanlığın serüveninin ayrılmasının tarihidir. Sınıflı toplumların birer ürünü olan aile, din, ahlak, devlet, çeşitli ideolojik hegemonyalar ezilen sınıfın insandışılığını pekiştirmiş, onu çok çeşitli açılardan sınırlandırmış, onun kendi özgürlüğünün yerine din özgürlüğünü, vicdan özgürlüğünü, çalışma özgürlüğünü, emek-gücünü satma özgürlüğünü vb koymuştur. Bütün bunlara karşı sınıfsız bir toplum isteği, bireyin toplumla, toplumun bireyle barıştırılması, onu sınırlayan bütün kurumların kaldırılması, bireysel eğilimlerin özgürce geliştirilmesi, cinsel özgürleşme, emeğin yaşam ile aynılaştırılması, yani “insanın doğallaşması, doğanın insanlaşması” talebidir.

Böyle bakıldığında sınıflı toplumlar tarihinin bütün ihtişamına rağmen insan açısından pek az mesafe katettiği görülecektir; bu tarih insanlık tarihinin tarih öncesidir. Asıl başlangıca önsözdür.  Tarih boyunca yaşanan büyük altüst oluşlara rağmen onun temel eşitsizlikçi karakteri değişmemiştir. Onun için toplumsal bilincin çeşitliliğine ve değişimine rağmen, ancak sınıfsız bir toplumun kurulmasıyla son bulacak bir takım ortak biçimlerin bilinç biçimleri halinde kendini göstermesi doğaldır.

Ne hümanizm, ne de insan hakları bu ortak biçimlerden uzaklaşamaz; her ikisi de sınıflı bir toplumun ürünü olmasının sınırlayıcı damgasını yemiştir. Filozofların bütün özgürlük ve eşitlik şamatasına rağmen, kölelik ve eşitsizlikler varlığını sürdürür, filozofların inadına derinleşerek sürer. Bir sınıf olarak proletarya, “insan”a dâhil değildir; proletarya insanı sırtında taşır. Bu düzenin insan üzerinde yaptığı tahrifat ve özgürlük ihtiyacıdır bize sınıfsız toplumun yolunu açan.  Bu hukuk ve bu ideoloji insanın yabancılaşmasını ve iç sıkıntısını ortadan kaldırmaz; tam tersine ondan beslenir. Ama işte, burjuva devlet artık eskimiş bir biçim olarak bu görüntüyü taşıyamamaktadır. Egemen sınıfın içinde bulunduğu durum, bir ideoloji olarak hümanizmi gereksiz ve olanaksız kıldığı gibi, hukukun yeniden ayrıcalığın hukuk olmaya yönelmesi onun himayesi altında gerçekleşmektedir.

İşte bu yapı bize hukuku, eşitliği ve özgürlüğü önermektedir. Onu bir komediye dönüştüren tarihin işini görmüş olmasına rağmen, bu talebin sahibi görünmeyi becermektedir. Varsayımları tartışılmadan yapılmış her özgürlük vurgusu ilerici değildir. Sosyalizme en sağ eleştirilerin bu kılıkta yapıldığı unutulmamalıdır. Kavramlar masum, sınıfsal kirlenmeden azade değildir. Temizlik gereklidir ve bunu yapmayanın aklı kirlenir. Evet, özgürlük ve eşitlik istemekte haklıyız, evet modern devlet kendi hukukunu çiğnemektedir. Ama öte yandan onun varlık sebebidir bu. “Modern ancien regime, sahici kahramanları ölmüş bir dünya düzeninin komedyeninden başka bir şey değildir. Tarih aslidir ve kendi eskimiş bir biçimini mezara götürürken birçok evrelerden geçer. Dünya tarihinde bir biçimin son evresi onun kendi komedisidir.” Devrimci Fransa’nın yerine Amerika Birleşik Devletleri, Rousseau’nun yerine Fukuyama; komedi budur.

Evet, Marksizm teorik bir anti-hümanizmdir ve “aslında teorik olan bu sorunun” açılımı şöyledir: “Sosyalist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü biçimde kopmadır; kendi gelişimi içinde geleneksel düşüncelerden de en köklü biçimde kopma olacağına şaşırmayalım.”


07.10.2007

0 yorum :: İnsana Karşı Marksizm

Yorum Gönder