KIVILCIMLI'NIN HAÇLI SEFERLERİ'NE İLİŞKİN TEZLERİ ÜZERİNE

Göktuğ Halis

Haçlı Seferleri, Ortaçağ Tarihi'nin en önemli "toplumsal olaylarından birisidir". Doğu ve batı toplumlarını "bir bütün olarak sarmalayan" güncel etkileri bir tarafa, her iki toplumun geçmiş, şimdi ve gelecek tasavvurlarını belirleyen içeriği ile çok sayıda tartışmanın belirleyicisi olmuştur. Çoğu tarihçi, Avrupa'nın karanlık Ortaçağ'ının dağılması ve Batı'nın günümüzdeki "yüksek" (!) seviyesinin kültürel ve ekonomik kaynağı olarak Haçlı Seferleri'nin görülmesi noktasında ortak fikre sahiptir. Örneğin, "Haçlı Seferleri" der Maalouf, "Batı Avrupa için aynı anda, hem ekonomik, hem de kültürel gerçek bir devrimin başlatıcısı olmuştur".  Peki Doğu'ya ne olmuştur? " Bu kutsal savaşlar Doğu'da uzun bir gerileme ve karanlık dönemine doğru açılmışlardır. Her bir yandan saldırıya uğrayan Müslüman dünyası kendi üzerine kapanmıştır..." (1)

Elbette doğruluğu "sınırlı" ölçütlerde kabul edilebilir bir saptamadır bu. Bu saptamalar üzerinde düşüncemizi yönlendiren, sosyo-ekonomik ölçütleri hesaba katmamızı gerekli kılar. Ancak açık olan, Batı'nın içide bulunduğu karanlığı Doğu'ya miras bırakmak kaydıyla, ondan kendi yolunu aydınlatacak değerleri almayı başardığıdır. Doğu, her an gelecek yeni bir Frenk saldırısının psikolojisiyle kendi içine dönmüştür. Bununla birlikte "Haçlı Seferi" Batı'nın zihninde de kavramsallaşmış ve her yeni olayda "süreci" açılmak amacıyla yardıma çağrılmıştır. ABD'nin son Irak saldırısı öncesinde Başkan Bush'un ağzından dökülen tanım bunu doğrulamaktadır. Her ne kadar Batı'nın göreli olarak akıllı kesimleri, söyleneni "gaf" olarak nitelese de kesin olan "Haçlı Seferleri'nin", kutsiyet yüklü içeriğinin yardıma çağırıldığıdır. (2) Batı'nın gözünde "Haklı Savaş" parantezine yerleştirildiği açık olan Haçlı Seferleri, içeriğindeki "din için savaş" değerini içinde saklı tutmakta, ABD'nin Irak işgali gibi süreçlerde de, "para için yapılan savaş" görünümünü uzaklaştırmak için kullanılmaktadır.

Tarihsel olarak açığa çıkmış çok sayıda gerçeğe ve somutlanmış olgulara karşın, Haçlı Seferleri'ne ilişkin her değerlendirmenin "ideolojik-tarafgir" nitelikler taşıması kaçınılmazdır. İdeolojik olmayan bir bakış açısının övgüsü ancak küçük burjuva geleneklerinden beslendiği ölçüde anlamlı olduğuna göre, bu doğaldır. Ancak "ideolojik" bir bakış açısının ve savlarının "tarihsel veriler ve olgulardan" hareket etmeden oluşturulması, yahut onları yok sayması veya sınırlı bir şekilde kabul edilmesi, en basit ifadeyle "kabul edilebilirliği üzerinde" sorunlar yaratır. Örneğin, Müslüman perspektifinden bakıldığında yoğun olarak "Haçlı Seferleri'nin" din içinlik unsurunun kabul edilmez olduğu görülür. Yapı yalnızca ekonomik çıkarlar ve heveslere bağlandığı oranda da "tarihsel olarak eksiklik taşır". Tarihsel bir olgunun ele alınışı ancak, o olgunun nedenleri üzerinde asgari yoğunlaşmayı gerekli kılar. Papa II. Urbanus'un vaazlarında da ortaya çıktığı ölçüde toplumsal-ekonomik yaşamdaki yıkımların bireyler üzerindeki dini duyguları ne derecede etkili olduğunun atlanması, çapulcu, para pul peşinde koşan, yağmacılar ve haydutlar gibi gerçekdışı bir Haçlılar tablosuna götürür ki, bu doğru değildir. Müslüman perspektifi istediği kadar reddetsin, Haçlı Seferleri'nde gerek bu hareketi motive edenler ve gerekse katılımcılar itibariyle "dini duygular" samimiyet arzeder ve açılımlarınızda bu duyguyu tasfiye ettiğinizde geriye, bütün ve doğru olandan başka birşey kalır.

"İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş" kitabında Dr Hikmet Kıvılcımlı, Ortaçağ Avrupası dahilinde "Haçlı Seferleri'nin" de dahil olduğu sınırları alabildiğine geniş alanı kapsayan konular üzerine analizler yapar. Kuşkusuz Kıvılcımlı'nın "genel bir bakışı vardır" ve söz konusu kitabı, ancak teorisinin bütünselliği içinde anlamlıdır. Teorik bir bütünselliğin sağlanması noktasındaki en büyük handikap ise, tarihsel olguların yanlış anlaşılmamasında yatar. Kıvılcımlı, Ortaçağ Avrupa Tarihi ve Haçlı Seferleri konularında bu noktada, asgari bir düzeyi tutturmuş gözükmektedir. Bu ise, haddimize düşmeyerek de olsa belirtilmelidir ki, şaşırtıcı bir "başarının" öznesine dikkat çeker. Yine de Kıvılcımlı'nın özellikle Haçlı Seferleri ile ilgili saptamalarının özel ve eleştirel bir incelemeye değer olduğu gerçeğini değiştirmez.

Belli bir dönem ya da mekana yoğunlaşmış bir inceleme, diğer bir ifadeyle "uzmanlaşmış" bakış açısı ile bu uzmanlaşmaya konu olan "özel alanın" genel bir tarih teorisindeki yerinin çelişmemesi çok önemlidir. Elbette, "insanlığı konu olan genel bir tarih teorisinin" her alan üzerinde "uzmanlaşacak" zamanı da, tahamülü de yoktur. Bunu beklemek de zaten gereksizdir. Ancak, bu tarih teorisi yeri geldiğinde uzman bir görüşce doğrulanmaya ya da yeniden tanımlanmak ve tamamlanmak için eleştiriye ihtiyaç duyar. Ancak açık bir çelişki, teorinin bütününün kökten çökmesi alamına gelebilir. Her geçen gün, tarihsel bilgilerimize yenilerini katarken, "teorinin" yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılar. Hikmet Kıvılcımlı'nın kendi dönem koşullarındaki araştırmaları, özellikle Haçlı Seferleri konusunda genel  bir yeterlilik sağlasa da, ayrıntıda dile getirilmesi gereken eksiklikler ve hatalı saptamalar barındırır. Bu da belki kaçınılmazdır, zira söylediğimiz gibi Kıvılcımlı'nın temel problemi bu alanda "ayrıntıya dek uzanan" bir "uzman" bilgisi aktarmak değildir. Onun amacı kendi kavramsal dizgesinin "Ortaçağ Avrupası ve Haçlı Seferleri'ne" doğru olarak aktarılması ve "genel tarih teorisi içinde" tutarlılık sağlanmasıdır.

Peki bu yazıyı kaleme alırken, benim amacım nedir? Kişisel olarak, uzun zamandır Hıristiyan Askeri Tarikatları ve Haçlı Seferleri'ne ilişkin olarak tarihsel maddeci bir temel sistematiği sağlamak üzerine sürdürdüğüm sistemli çalışmalarımın bir aşamasında, özellikle belli "uzmanlık disiplinlerine" "dışarıdan gelmiş bireylerin" çabalarının sanıldığından daha büyük önem taşıdığına inandığım bir dönemde Kıvılcımlı'nın saptamalarındaki göreli başarıya şaşırmış olmamdır. Bu bizim hatamızdır. Kıvılcımlı'yı daha önce tanımamış olmak. Ancak, bu göreli başarının ileri adımına geçtiğimizde, Kıvılcımlı'yı överken ve Haçlı Seferleri üzerindeki saptamalarının göreli olarak "doğru" olduğunu belirtirken tehlike, refere ettiğimiz kitaba yönelecek herhangi bir okuyucunun "yanlış bilgilenmesine" ya da "kanaat biçimlemesine vesile olacak" yönler barındırmasıdır. Dolayısıyla bu eksikliklerin burada belirtilmesi ve üzerinde durulması gereklidir.

Haçlılar ve Kökeni Üzerine Bir Tartışma

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Haçlı Seferleri'nin nedenlerinden bahsederken Marksist terminolojiyi kullanır. Olayı, tez, anti-tez ve sentez denkleminden izleyerek iki karşıt temel odak arasındaki çelişme ve çatışmaların, Haçlı Seferleri'ni gerçekleştirdiğini belirtir. Tarih öncesinden henüz çıkmak üzere bulunan coşkun, idealist barbar yığınlar ve "Batmış Roma Medeniyetinin", Tefeci bezgiran Ruhunu yaşatan Hıristiyan Kilisesi... Ona göre Haçlı Seferleri'nin hazırlığını, tükenmeyen barbar gelenek ve görenekleri yapmıştır.

Kıvılcımlı ilk olarak iki noktada haklıdır. Bunlardan ilki, Kilise'nin Roma Medeniyetinin devamı oluşuyla ilgilidir. Diğeri, hiç tükenmeyen "barbar" kültürü ile Kilise arasındaki çatışmadır. Ancak bu çatışma, "barbarlığın değişmeyen özü" ile, medeniyeti simgeleyen Kilise'nin doğası arasındaki çatışmadan çok, "Katolik Kilisesi'nin" "dini bir kurum olarak" seküler alandaki hakimiyet isteğini belirleyen koşulların ürünü gibidir. Yani doğaları gereği çatışmaya "yazgılı", çatışmaları "kaçınılmaz iki unsur" ortada yoktur. Kıvılcımlı'nın karşıtlığı Roma İmparatorluğu ve Barbar kavimler örneğine uygulandığında çok daha belirgin biçimde karşımıza çıkar. Erken dönem çatışmalara göz gezdirdiğimizde ise Kilise'nin fikirleri tam da Kıvılcımlı'nın "barbar" olarak tanımladığı kaynaklardan beslenmektedir. Roma'ya karşıt, onu tehdit eden, Esseniler gibi ilkel göçebe Yahudi kültürünün izlerini taşıyan komünal bir toplumun etkisi alabildiğine açıktır bu dinde. Yerleşik, Helenleşmiş Yahudi kültürünün peygambere nefreti de kuşkusuz "yerleşik dengelere yönelttiği" açık seçik saldırılardadır. İsa, kutsal Solomon Tapınağı'nı hedef alarak, yıkılması durumunda onu birkaç günde yeniden dikeceğini iddia eder.Kıvılcımlı, kitabının bir yerlerinde kısaca İlkel Hıristiyanlığın barbar kültüründen beslendiğini atlar. Kilise'nin kökeni Filistin bölgesinde bulunan etkisini yorumlarken Kıvılcımlı, kötücül "niteliğin" alımlanmasında kullanır. Ona göre, Kilise, toplumsal alt-üst oluşları sezen iktidarın "zorla göç ettirme yöntemini" bu bölgeden almıştır. Ancak gerçekte, Hıristiyanlık ne yerleşik Yahudi kültürünün, ne de Roma-Yunan egemenlerin değerlerini kabullenmiş değildir.

Bu yanılgıya karşın, Kıvılcımlı'nın problemi, medeniyet ile barbarlık arasındaki örtük; zaman, mekan ve koşullara göre form ve özne değiştiren, ama asla yitip gitmeyen bir barbarlık ve medeniyet çatışmasının izini sürmek olduğundan, teorisi, Roma'nın yıkılışının ardından "medeniyet" perspektifini simgeleyecek yeni bir özneye ihtiyaç duymaktadır. Kilise bu iş için en uygun olan olarak gözükmektedir. Ancak, Kıvılcımlı "ilkel Hıristiyanlığın barbarlıktan kopup" medeniyetin temsilcisi konumuna geliş sürecini, ayrıntılarıyla incelemez. Sonsal bir yargı ile, Kilise'nin Roma'nın ruhunu yaşatan bir kurum olduğunu söyleyiverir. Peki bu ruh nedir? Tefeci ve bezirgan ruh...

Roma Kilisesi, birçok anlamda Kıvılcımlı'nın haklı olarak belirttiği gibi, Roma İmparatorluğunun devamı niteliğini taşır. Kıvılcımlı, kitabında ekonomik boyutu açıklar. Ancak sosyal-siyasal boyutta Kilise'nin söz konusu evrimi kısaca, seküler otoritenin kalmadığı bir zaman diliminde bu alandaki "otorite" olarak konumlanma zorunluluğu ön plana çıkar. Konstantinopolis'teki Roma İmparatoru'nun Batı'daki vekilleri aracılığıyla varlığını sürdüren Batı İmparatorluğu'nun gördüğü son büyük laik otorite Büyük Atilla komutasındaki Hun ordusunu yenen Romalı General Aiteus'dur. Onun ölümüyle birlikte gerek Barbar akınlarına karşı direniş bitmiş, gerekse Kilise'nin boşalan laik otoritenin yerini doldurma zorunluluğunu oluşturacak koşullar daha belirgin hale gelmişti.  Yıkım dönemlerinde Kilise, gelecek umudunun kişilerin zihninden toptan sökülüp atıldığı bir dönemde açların doyurulması, evsizlerin bakımı gibi misyonları üstlendi. Kilise, işte bu andan itibaren Roma İmparatorluğu'nun ta kendisi olarak, kitlelerin zihnine yerleşti. Saldırılara karşı halkın güvenliği sorumluluğunun üstlenilmesi kritik bir gelişmeydi. Papa I. İnnocentius, 408 yılında Vizigotların Roma'ya saldırısını engellemek için diplomatik görüşmeler yürüttü. Başarısız olsa ve şehiri yağmalanmaktan kurtaramasa da, Hıristiyan halkın canını kurtarmayı başardı.

Papalık koltuğuna oturanların üstlendiği laik roller sonraki dönemlerde de devam etti. Roma İmparatorluğu koltuğunu kanıksadıkça Kilise, kendi içindeki "ilkel unsurları tasfiye etmeye başlamıştı. Augustinius'un "haklı savaş doktrini", ilkel Hıristiyanlığın temel emri olan "barışçılığın", devletleşmeyi göze almış bir kurumun ve belki de insanlarının yararına dönüştürülmesi anlamını taşıyordu. Augustinius ile birlikte, Hıristiyanlığın temel barış öğretisi yerini, "gerektiğinde savaşmanın" gerekliliği noktasına evrildi. Bu evrilme önemliydi çünkü, savaşı reddeden bir devlet teorik olarak mümkün değildi. Zira beklenen gerçekleşti ve Papa'lar bizzat savaşlara katıldı, onları yönlendirdi. (3)

Toparlarsak, Kilise'nin Roma'nın devamı ve tefeci bezirgan ruhunun aktarımı olarak devamı, tarihsel süreç ile açıklanabilir. Zira ilkel Hıristiyanlığın temel doktrinleri göz önüne alındığında, böylesi bir devamlılık, a-priori değildir. Zaten, Kilise, kitlelerin gözünde Roma İmparatorluğunun "ta kendisi" olarak gözükmeye başladığı andan itibaren, bu ilkel ruhunu da tasfiye etmeye başlamış, yerine, sosyo-ekonomik koşulların kaçınılmaz dayatısı olarak, devletleşmeyi içeren unsurları koymuştur. Bu unsurların başında da "laik alana" dair iktidar hırsı yatmaktadır ki, Barbar kavimlerin bu alandaki iddiaları, Kıvılcımlı'nın barbar-medeni çatışmasının bu anlamdaki konumlandırmasında ideal bir bütün sunmuştur. Kilise, zamanının gereği olarak, Barbar kavimlerin Kralları'na verdiği laik iktidar alanını geriye almak için fırsat kollamaktan geriye kalmamış, tüm Ortaçağ boyunca devam edecek bir çatışmanın en önemli tarafı olmuştur. Belirtilmelidir ki, Kilise'nin Roma'nın devamı niteliği taşıması, sürecin ve koşulların dayatısıdır. Kısmen, Marksist tarih anlayışının kavramlarının doğruluğu bu örnekte bir kez daha ortaya çıkar ki, hiç de öngörülemeyen bir karşıtlık, özellikle Barbar baskısıyla biçimlenmiş, bu baskıda Barbar'lar kendi "karşıtlığını" biçimlemiştir. Kıvılcımlı'nın açılımı bu sosyal boyutu vurgulamadığı için, süreci açıklamak konusunda eksiktir.

Kilise ile Barbar krallar arasındaki iktidar bölüşümünün kökeni ise Frank Kralı Clovis döneminde yapılan anlaşmayla ilintilidir. Clovis Hıristiyanlığı kabul eden ilk barbar kralı olarak dikkat çekicidir. Hikmet Kıvılcımlı'ya göre Clovis ile Kilise arasındaki anlaşma, bu bölgedeki "barbar etkisinin" yok edilmesi, dolayısıyla Kapitalizm'e geçişin zamansal olarak aksamasını doğuracak bir "medenileşme-Romalılaşma" durumu ortaya çıkaracaktır. Zira yazar, İngiltere'de hiç kaybolmayan barbar etkisinin, burada Kapitalizmin, Kilise aracılığıyla medenileştirilmiş Fransa'ya nazaran daha erken oluşmasında büyük bir rol oynadığı kanaatindedir. Şöyle söyler: "Her zaman Kral seçimi yapan ulusların içinde Kilise, seçimle taban tabana zıt olan Krallığın Tanrısal bir hak olduğu doktrininin beceriyle icat etti: Tabii o hakkın depocusu Kilise idi ve o meşruluğa kavuşturmanın karşılığı olarak kralın yaptığı bağışlar Papanın dünya mülküne dayanan egemenliğini hazırladı..." Ona göre, Barbar şefler bu anlaşmayla birlikte Katolik Kilisesi'nin manevi hapishanesine girmiştir.

Söz konusu anlaşmanın herhangi bir tarafın "hesabının" gerçekleşmesi yolunda tertip edildiği, Clovis ve Barbar Frankler örneğinde söz konusu olduğu şekliyle "dezavantajlı bir anlaşmaya istemsizce zorlandığı", halk içindeki tabiriyle "tongaya düşürüldüğü" fikri en fazla, ideolojik bir doğrulama çabasının ürünü olabilir. Tarih, gerçekten ona nereden bakarsanız bakın, sizleri doğrulayacak milyonlarca veri sunacak kadar geniştir. Buna karşın, söz konusu anlaşmanın, iki taraf açısından da dönem koşullarının kaçınılmaz dayatısıyla biçimlendiği, son sözde iki tarafın da bu anlaşmadan yararlandığını düşünmek mantıklıdır. Kilise'nin dünyevi alandaki iktidar hırsını dahi körüklemesine yol açacak koşullar, kurumun ve cemaatin "tehlikelere alabildiğine açık olduğu bir dönemde" korunma ihtiyacına ilişkindir.V. yüzyılda Alp Dağlarının kuzey kesimine tamamen hakim olan Frank Kralı'ndan alınan ilk söz bu yöndeydi ve Kral, tüm baronlarıyla birlikte Hıristiyanlığa geçmeyi kabul ettiğinde "her koşulda ve ne olursa olsun, Kilise'yi koruma sözü" verdi. Kilise'ye verilenler ise, zaten sahip olduklarından ibaretti: Ruhani dünyanın otoritesi. Clovis'e tanınan hakların karşılığında bu neredeyse hiçti. Frank Kralı "Roma Kilisesi'nin kılıcı" unvanını kazandı ve sapıklığın başını çekenlerin cezalandırılması misyonunu üslendi(4) Clovis Kutsal Roma İmparatorluğu'nun başına geçti, "Yeni Konstantin" ünvanı kazandı. Karşılıklı çıkar ilişkisinin gözden kaçırılmaması gereklidir. Söz konusu anlaşmanın, medeniyetin nimetleriyle, barbar öz'ü saptırması, yolundan çevirmesi ve kendi sınırlarına dahil etmesi olarak açıklanması, Kıvılcımlı'nın teorisi bağlamında tutarlı olmakla birlikte, mantıklı gözükmemektedir. Çünkü ortada tarihsel bağlamda da olsa "kandırılan, aldatılan, tongaya düşürülen" herhangi bir odak yoktur. Barbar şefler, Kıvılcımlı'nın jargonunu kullandığımızda çoktan "medenileşmiştir". Tek bir Kral sancağında birleşmiş, savaş zamanlarının dışına da taşınan bir "sivil otorite" ve onun mutlaklığı, güç zoruyla, barbar anlayışın aksine zaten dayatılmıştır.

Toparlamak gerekirse, bu olay özelinde, Kilise tam anlamıyla güçlü ve hesapçı değildir. Tam aksine zaaflıdır, güçsüzdür. Korunma ihtiyacı duymaktadır. Tek hesabı, bu korumayı sağlayacak "güç'dür"... Onu da bulmuştur. Diğer taraftan tamamen Roma medeniyetinin "barbarlığa" yakın Pagan unsurlarıyla açık mücadele halindedir. Özellikle dini dokudaki "toplumsal uygulamalar" ve yasaklar, sürecin Kıvılcımlı'nın açıklamalarından çok daha karmaşık olduğunu ortaya koyar. Diğer taraftan, Kilise de ilkel unsurlarından tamamen arınmış değildir. Özellikle "savaş ve dine uygunluğu konusundaki" tartışmalar alabildiğine gücüyle devam etmektedir. Yani, ne Roma ve Kilise tam anlamıyla Kıvılcımlı'nın medeniyet dediği çerçeveyi koşulsuz, katıksız bir şekilde doldurur, ne de Franklar "Kilise'nin müdahalesi olmasa" tam anlamıyla "barbarlık" çerçevesini doldurmaktadır. Karşıtlıklarından yönler taşımaktadır. Yani saf ve katıksız bir "barbarlık-medeniyet karşıtlığı" gözükmemektedir. Barbar öz, söz konusu kavimleri bırakıp gideli nice zaman olmuştur.

Nedenler

Kıvılcımlı, Haçlı Seferleri'nin barbar geleneklerince organize edildiğini belirtirken dolaylı olarak haklıdır. Ancak bütünsel olarak Haçlı Seferleri'nin nedenlerini açıklarken "barbar etkisinin abartılması" ve barbarların, Kilise ile mücadelesini asal noktaya taşımak hatalıdır. Haçlı Seferleri'nin özneleri, yalnızca barbarlık geleneğini yaşayan krallar ve ikincil düzeydeki hükümdarlar ve Kilise değildir. Halkın, hiç ilgisi yokmuş gözükmekle birlikte Doğu'nun Müslüman hükümdarlarının ve Bizans'ın hiç azımsanmayacak rolleri bulunmaktadır. Tarihsel bir olgunun değerlendirilmesinde, dönemsel koşullardaki karmaşa ve çoklu etki, teorinin basitleştirme zorunluluğuyla çelişmek zorunda kalır. Kıvılcımlı, bu noktada "Kilise ve barbar" arasındaki çatışmayı abartılı olarak kullanarak, teorisine uygun hale getirmiştir.

Kıvılcımlı'nın "barbar etkisi" olarak nitelediği şeyin en belirgin fenomeni "Kuzey Avrupa'ya özgü" şövalyelik kültürüdür. Barbarların Hıristiyanlaşması sürecinde bu kültür, herşeye rağmen ayakta durmaya devam eden bir "barbar etkisinin" yaşama kanalıdır. Savaşımın kutsallığı, savaş Tanrıları'nın panteondaki ayrıcalıklı yeri, savaşa, şövalyelik olarak adlandırılan "barbar geleneklerinden esinlenen savaşçı" yaşam biçimine duyulan saygı, İncil'in reddine rağmen geniş bir yaygınlık alanına sahipti. Şiirler, şarkılar, halkı cezbeden tiyatrolar hep bu kahramanları anlatıyordu. Sanat eserlerindeki etki bir tarafa, savaşlar Hıristiyan dünyanın temel problemlerinden birisi haline gelmiştir. Savaş beylerinin birbirlerine karşı yürüttükleri savaş, Kilise'yi rahatsız ettiği ölçüde, kardeş kavgalarına son verme amacını dayatmıştır. Hıristiyanlık içi savaş geleneğinin "doğru kanallara aktarılması" süreci ise, Haçlı Seferleri'nden önce, İspanya bölgesinde Müslümanlar'a karşı yapılan savaşlarda görülmüştür. Kıvılcımlı da zaten bunun farkındadır. Ancak gerçek olan odur ki, Kilise'nin Barbarlar'a oyun oynayarak, onları kendi çıkarları için Haçlı Seferleri'ne çıkarmasından çok, Barbarların Kilise'ye etkisinden bahsetmek daha doğrudur. Çünkü Kilise, savaşçı külte sahip etkiye direnememiş ve "Tanrı için savaş" gibi bir yapıyı formüla etmiştir. Ortaya çıkan davet, Kıvılcımlı'nın barbarlar dediği kavim için büyük bir fırsattır. Ancak Kilise, bu eğilime yeni bir biçim vermek ve daha önce şan ve şeref için savaşan şövalyeyi, kendine tabi kılmıştır. Pagan savaşçı Tanrılar, Hıristiyanlığın kutsal unsurlarıyla yer değiştirmiştir.(5)

Kıvılcımlı, Avrupa'yı Haçlı Seferleri'ne iten ekonomik koşulların farkındadır. Yoksulluğun, savaşların getirdiği yıkımların... Ancak temel problem, olguyu tez, anti-tez ve sentez denkleminde inceleme gayretinden kaynaklanır. Bu özneleri asal hale getirdiğinizde sosyal ve ekonomik koşulların arka plana itildiği izlenimi doğar.  Çünkü, bu özneler koşulların ürünüdür ve vurgulanması gereken, koşullara katkı yapan diğer öznelerle bu koşulların yönlendirmesi sonucunda eylemde bulunduklarıdır. Kilise'nin barbarlarla çekişmesi hiç de, Bizans Kilisesi ve Roma Kilisesi arasındaki çatışmadan, yahut, Müslüman-Hıristiyan dini çatışmasından daha belirleyici değildir. Gördüğümüz gibi, böylesi bir çatışma mutlak da değildir, her iki taraf da Kıvılcımlı'nın jargonu dahilinde düşünmeye devam ettiğimizde birbirinden yönler almıştır. Kıvılcımlı'nın belirttiğinin aksine, yaşanan tüm doğal felaketler, açlık, hastalık ve iç savaşlar, toplumsal bir alt-üst oluşun meydana gelmesi için yeterli değildir. Kilise'nin bu alt üst oluşu engellemek için Barbar'ları Asya'dan gönderme amacını taşıması amacıyla Haçlı Seferleri'ni tertiplemesi ise inandırıcılıktan uzaktır. Çünkü, Barbar'lar yahut şövalyeler sınıfı, hiç de böylesi bir toplumsal alt-üst oluşu yönlendirecek ve öncü olacak bir konumda değildir. Şan ve şerefi, biat kültürü ile anlamlı olan şövalyenin bağlılığı da, cesareti de, derebeyine aittir. Yani medenileşmiş düzene...

Haçlı Seferleri coşkusu, dönem Avrupası'nın imkansızlıkları ve topyekün umutsuzluklarıyla ilintilidir. Yeni bir yaşam perspektifi kadar, kitlelere hitap edecek bir imkan yoktur. Papa II. Urbanus bunu gözlemlemiştir. Ancak Kıvılcımlı'nın hiç de hesaba katmadığı bir olgu vardır, o da çok sayıda Haçlı Seferi yorumcusu gibi, hareket içindeki dini boyutun gözardı edilmesine vesile olan bir maddi kaygılar yaygarasıdır. Haçlı coşkusu elbette daha iyi bir yaşam umuduyla yan yana yürür. Bu yapı elbette Papa II. Urbanus'un ilk çağrısında da gözükür. Papa, kitleleri harekete geçirmek için Kudüs'ün bal ve süt akan sokaklarına gönderme yapmıştır. Ancak Urbanus'un sözlerinin samimiyetinden ve dindaşlarına verdiği değerden şüphe edilmesini gerektirecek bir durum yoktur ortada. Papa'nın kafasını büyük oranda kurcalayan giçli sorun, şayet bir ikiyüzlülük aranıyorsa, Doğu Kilisesi'nin yardım çağrısıdır. Müslümanların tehdit ettiği yapı, Doğu Kilisesi'nin yardım çağrısını biçimlediği andan itibaren, iki kilisenin birleşme hayali, Urbanus'un eylemlerinin asal unsuru olarak gözükmektedir. Hatta öyle ki, kimi yorumcular Urbaus'un Haçlı Seferi tertibinin amacını Kudüs'ü almak değil, Doğu Kilisesi'ni baskıdan kurtarmak olarak belirlemiştir. (6) Ancak kitleler için hiç de cazip olmayan böylesi bir neden için, Kudüs'ün fethinin ve iyi yaşam koşullarının yapay olarak sürece dahil edildiği düşünülebilir. Diğer taraftan, Kilise'nin maddi çıkarlar peşinde koştuğu ve dünyevi iktidarını bu yolla güçlendirdiği şeklindeki iddası da, mantıklı değildir. Toplumsal bir çözülüş anında ve nüfusun önemli bir kısmının göçe hazırlandığı bir dönemde, ekonomik faaliyetlerden kar kesinlikten alabildiğine uzak bir yapı sunar. Benzer yorumlar çoğu kaynakta kitleleri yöneten katılımcılar ve ikincil hükümdarlar için de yer yer öne sürülmüştür. Öyleki kimi spekülatif yazarlar "temel amacın Solomon'un hazinelerini ele geçirmek" olan bir Haçlı seferleri tertibatı kurgulamıştır. Ancak tarihsel gerçeklerden anlaşıldığı ölçüde, Haçlı Seferleri Hıristiyanlara ekonomik yarar sağlamaktan çok zarar getirmiştir. Özellikle liderlik düzeyinde katılımcıların Avrupa'daki tüm mal varlıklarını sattıkları ve bir daha geriye dönmeyi düşünmedikleri açıktır. Elde edilen topraklardaki hükümranlık umudu ise, tahmin edileceği gibi güçlüdür, ancak "kesinsizliğiyle" nafile bir umuttur. Kilise, yola çıkan orduya yönelik komuta tartışmasının önüne geçmek amacıyla Adhemar de Monteil'i tüm haçlı ordusunun komutanı olarak atamıştır.

Toparlarsak, Haçlı Seferleri'nin herhangi bir kurumun topyekün planıyla gerçekleştiği ve yine herhangi bir kurumun maddi anlamda kazanç elde ettiği doğru değildir. Sürecin içindeki gizli tek amaç Doğu Kilisesi'ne yardım götürmektir ki, bu dini nedenler kategorisine yerleştirilebilir. Siyasal ve ekonomik amaçlar ise, öngörülebilir olmaktan çok uzaktır. Haçlı Seferleri, çok sayıda toplumsal ve ekonomik girdinin, tek tek kişi ya da kurumların iradi tavırlarını aşan gerçeklerinin ürünüdür. Küçük düzlemde, kullanılan, belli çıkarlara ait olan kişi ya da kurumlar olabilir. Ancak, bir bütün olarak Haçlı Seferleri, herhangi bir kişi ya da kurumun oyunu değildir. Avrupa'nın alt-üst oluşuna uygun sosyo-ekonomik koşullar bulunduğu ise doğrudur. Ancak gerek dini duygulardaki güçle, ezilen kesimlerin pasifist durumda bulunuşu ve gerekse, Marksist açılımda, devrimsel bir dönüşümü gerçekleştirecek olgunluğa ulaşmış bir öncü sınıfın bulunmayışı, dönem Avrupası'nda toplumsal bir alt-üst oluşun imkan dahilinde olmadığını göstermektedir. Kıvılcımlı'nın öncü sınıf olarak görmeye meyilli barbar savaşçılar ise, çoktan sisteme adapte olmuş, onun bir parçası haline gelerek onu güçlendirme işlemini gerçekleştirmektedir.

Tapınakçılar ve IV. Philippe

İlkel komünal toplumun cezbedici nitelikleri açıktır. Özellikle çürümüş bir toplumsal hayatın içinde kıvranıp duran bizler için... Özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin, doğa ile uyum içinde yaşanan bir toplum hayali, her arayışın son noktası gibidir. Yerleşik hayata geçiş ile sarsılan bu değerlerin, değişmeden kalan bir töz şeklinde insana eklemlendiğini düşünmek, idealist bir tavır takınmaktır. Zira, bu nitelikler, komünal sosyo-ekonomik oluşum içinde yaşayan insanın doğal nitelikleridir. Ancak, değişmeyen, her yerde aynı kalan bir insan doğası yoktur.(7)Barbarlığın izi elbette sürülebilir, değerleri alkışlanırken, Kıvılcımlı'nın hiç eksik olmayan, tarihin her koşulunda devam eden örtük, içsel bir barbar-medeni çatışması kurguladığı görülür. Kıvılcımlı bu saptamalarını, kitabının ilerleyen sayfalarında Tapınak Şövalyeleri Tarikatı ve onları yok eden Fransa Kralı Philippe'ye dek sürdürür. Kıvılcımlı, günümüzde dahi Tapınak Şövalyeleri Tarikatı ile ilgili abuk subuk sonuçlara varan araştırmacıların aksine, hayranlık verici şekilde doğru saptamalara ulaşır. Kıvılcımlı, Tapınak Tarikatı'nın kral tarafından mal varlıklarına el konulmak amacıyla ortadan kaldırdığını belirterek, günümüz araştırmacılarına örnek teşkil eden bir güç göstermektedir.

Diğer taraftan, Tapınak Tarikatı'nın yargılanma süreci ile birlikte Capet Hanedanlığı'nın modern dünyada en çok tartışılan Kralı haline gelen Philippe döneminin en önemli kurumlarından Etats-generaux 'u İlkel Sosyalizmin geleneksel kurumlarının devamı olarak nitelemek alabildiğine zorlama bir saptamadır. Söz konusu kurul, uzun zamandan beri "kamuoyu" gücünü önemseyen Fransa Monarşisi'nin tahakküm araçlarından birisi haline gelmiştir. Fransa'da Capet Hanedanlığı'nın, değil ilkel savaş beyleri ve kandaş kabile reisleriyle iktidarı paylaşmak, Kilise'nin uhrevi iktidarına dahi tahammülü bulunmamaktadır. Fransa Kralı Philippe döneminde Colonna ailesinin de katıldığı bir komplo ile, Papa VIII. Bonifatius'un tokatlanması gibi bir olay ve V. Clemens'in Kral'ın baskısından dolayı Papalık Merkezi'nin Avignon kendine taşıma kararı alması bu baskının boyutları hakkında bizlere fikir vermektedir. (8) Kilise'yi Roma İmparatorluğu'nun devamı olarak niteleyen Kıvılcımlı'nın, ortaya çıkan yeni karşıtlıkta "kendi teorisini yerli yerine oturtması" zor gözükmektedir. Çünkü, bir Kral ki, Roma'nın ruhunu yaşatan Kilise'nin ruhani alandaki iktidarını dahi hazmedemeyecek, ancak, buna karşın bizlerin "ilkel sosyalizm gelenekleri"nin uzantısı olarak bildiğimiz bir kurumun yaşamasına izin verecektir? Akla yakın değildir bu öneriler.

Kıvılcımlı'nın kitabı, vakanüvis alıntılarıyla birlikte Haçlı Seferleri'nin temel görünümü açısından düzeylidir. Asgari bir düzey tutturulmuş, tarihsel gerçekler göz önünde tutulmuştur. Günümüz kitap piyasasındaki, konuyla ilgili vurdum duymazlık göz önüne alındığında, Kıvılcımlı'nın çalışmasının değeri çok daha iyi anlaşılır. Bununla birlikte, yeri geldiği noktada gösterdiğimiz ölçüde, Kıvılcımlı'nın tarih tezini oluşturan kavramlar, Ortaçağ, Haçlı Seferleri, Fransa'da meclisler gibi noktalarda açıkta kalmaktadır.

Dipnotlar

1-A. Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, s. 339. Telos.
2-Daha ayrıntılı bir bilgi için Dikine'de yer alan "Dünden Bugüne Haçlı Deneyimi" isimli makaleme bakılabilir.
3-G. Halis, Tapınakçılar: Tarih ve Spekülasyon. s. 13)
4-Baigent, Lincoln, Leigh, "Savaşçı Keşişler Tarikatı"  s. 284. Nokta Kitap
5-J. Reston, Allah ve Tanrı İçin Savaşanlar, s. 25. Aykırı
6-A. Noth, Müslümanlıkta ve Hıristiyanlıkta Kutsal Savaş ve Mücadele, s. 157
7-Ayrıntılı bilgi için, Murat Belge, Haziran 1975'te Birikim Dergisi...  Kıvılcımlı'nın tarih tezine dikkate değer bir eleştiri sunan Belge'ye.daha sonra Demir Küçükaydın tarafından yanıt verilmiştir. Kıvılcımlı'nın anlaşılması bağlamında bu tartışma önemlidir.

8-Dr. H. Işık, Papalık Tarihi, s.79-80

0 yorum :: KIVILCIMLI'NIN HAÇLI SEFERLERİ'NE İLİŞKİN TEZLERİ ÜZERİNE

Yorum Gönder