Öteki İslam

0 yorum
Orhan Gökdemir

“Doğal nedenlerle öldü…” 12 Eylül hücrelerinde ölen pek çok tutuklunun akıbeti böyle not düşüldü resmi belgelere.  Aradan geçen zamanda ölümün “doğal” nedenleri bir türlü açığa çıkarılamadı. Ancak doğal olmayan ölüm türleri de vardı; pencereden kendini atmak, hücrede battaniye ile kendini asmak, kafasını duvara vurarak intihar etmek bunların içinde çok sık rastlananlardı. Kaçarken vurulan hükümlüler bile vardı aralarında. 

12 Eylül faşist cuntasının rutin uygulamaları arasındaydı tutukları alıp ara ara gezdirmek! O gezilerde istenenleri yapmayanlar kaçarken vuruluyordu. Tutuklular böyle böyle kaç deyince kaçmaması gerektiğini öğrenmişti. Polise, askere sarılıp kaçmamak için direnen tutukluları düşünün, anlayacaksınız yarattıkları cehennemin ne olduğunu…

1986’dan sonra gevşemeye başladı faşist cendere. Yeniden dernekler kurulmaya, sol dergiler yayınlanmaya başladı. Kıyımdan arta kalanlar örgütlerini toparlamaya çalışıyordu. 1984’te ardı ardına iki baskınla adı duyuran PKK, Güneydoğu’yu yangın yerine çevirmişti. “Kürt” demenin en büyük suç sayıldığı zamanlardı, devlet onları “dağ Türkü” sayıyordu. Şimdi liberal olmuş muhafazakâr öğretim üyelerinin ağabeyleri, Kürt sözünün “dağda karlı yollarda yürürken çıkan kart-kurt sesinden türediğini ispat eden bilimsel teoriler” üretiyordu. Pek çok yazar, çizer, düşünür o yıllarda DGM’lerin emriyle toplanıp cezaevlerine kapatıldı. Gece yarısı evleri basıldı, tutuklandı, uzun yıllar hapis yattı. Buna rağmen öğrenciler hareketliydi, YÖK’e karşı yürüyordu, ülkenin içine düşürüldüğü durumu sindirmeye niyetli değildi. İşçi hareketi de ayaktaydı daha, yasak 1 Mayıslar kelle koltukta kutlanmasına rağmen canlı geçiyordu.

Özallı yılların son dönemine böyle girdi ülke. “Ölü ele geçirme”lerle de o yıllarda tanıştı. Önce Güneydoğu’ya has bir şey sanıldı, “teröristler” ölü ele geçiriliyordu hep. Sonra şehirlerde, kuşatılmış evlerde, kaçacak bir yeri olmayan gençler de “ölü ele geçirilmeye” başlandı. O yılların etkili polis şeflerinden biri övünerek “bin bir operasyon” yaptığını ve çoğunda gençleri ölü ele geçirdiğini anlatıyordu. Yetmeyince, operasyonlarda “tosuncuklar” da hazır bulundurulmaya başlandı. Polis gençleri ölü ele geçirince, üç hilalli bayraklarıyla hazır kıta bekleyen tosuncuklar tezahürat yapıyor, polisi alkışlıyor, işaret ve serçe parmaklarını ileri, diğerlerini içeri kıvırarak zafer çığlıkları atıyordu.

“Faili Meçhul Cinayetler”in tarihini yazmış olmama karşın içimizden kaçını ölü ele geçirdiklerini hala biliyor değilim. O pek sık söylenen yanlış deyişimizle “rivayetler muhtelif”… 15 bin diyen de var, 30 bin diyen de.

Ama biliyorum ki, bizim gibi pek çok azgelişmiş ülkede, Portekiz’de, Brezilya’da, Şili’de, Nikaragua’da, Yunanistan’da, Arjantin’de, askeri faşist diktatörlükler kuruldu, işkence tezgâhları çalıştırıldı ve muhalifler “ölü ele geçirildi”. Çünkü bu yöntemler tek bir merkezde veriliyor, sonra eğitilmiş cellâtlar kendi halklarının üzerine salınıyordu.

İşkence okullarını icat eden, kuran, çalıştıran o ülkenin şimdi bize özgürlük getireceğine inanmamızı istiyor birileri. Ölü ele geçirilenin ölü olmadığına inanmazı istiyor. Ölünün ele geçirilemeyeceğini düşünmememizi istiyor.

O tezgâhlardan geçen pek çok ülke de belli ölü ele geçirilmiştir, şimdi anlıyoruz…

“Ölü ele geçirilmiş bir ülke” bizimkisi de. Gençleri ölü, işçileri ölü, halkları ölü taklidi yapıyor. Bir imam başlarında, cenazeyi kaldırmaya memur edilmiş; yönettiği devletin kurumlarını ele geçirmeyi marifet biliyor.

İşte bakın, TRT, Yargı, YÖK, RTÜK, Köşk, Gazeteler, Televizyonlar, Üniversiteler, Okullar, Sokaklar ölü geçiriliyor.

Peki, kim öldürüyor bizi? Kim kör kurşunlar için hazırlıyor bedenlerimizi?

Devletin din operasyonu-Öteki İslam” işte bu cinayetin faillerini arıyor. Bulabildikleri ortada. 1997 tarihli “ikinci baskıya önsöz”ü okumanız bile bugünkü hayhuyu anlamınız için bir çıkış noktası olabilir. Göreceksiniz, ülkeyi ölü ele geçirmek üzere hazırlayanlar ile ölüyü diriltmek için son bir hamle yapıp yüzüne gözüne bulaştıranlar aynı kişiler.

TİB, işte o dönemin en önemli kurumu. Toplumu İslamileştirmekle görevli bu kurum, görevini tamamlayınca kapatıldı. Sonra BÇG, Batı Çalışma Grubu kuruldu yerine; amaç TİB’in kararttığını aydınlatmaktı. Ancak çok geç kalınmıştı; karartma günleri yürürlükteydi.

1996’da temelleri atılan o son çaba, 2002 yılında duvara tosladı. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. El birliği ile kotarılan “Ilımlı İslam Cumhuriyeti” devlette örgütlenmişti. “Ergenekon Lobi” belgesi ise, 1996 konseptinin bitiş çanını çalmıştı.

“Ergenekon davası” işte o konseptin tasfiye edilmesi davasıdır. Bu davayla, cumhuriyetin “milliyetçi batıcılığa” artık kapalı olduğu tescillenmiştir. Resmi ideoloji artık “dini milliyetçilik”tir…

***
Bu karanlık tablo, karanlıktaki izleri silmemelidir. Karanlığın en öndeki müsebbibi 12 Eylül cuntasıdır. TİB’i onlar kurdu ve “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”nin temellerini de onlar attı. Aydınlıktan dehşete kapıldılar, ülkenin aydınlık çocuklarını zindanlara kapatırken, kıyıda köşede bulabildikleri bütün tarikatların önünü açtılar.

Şimdi ülkeyi ölü ele geçiren cemaatlerin hepsi o günlerde palazlandılar. “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin imamlarının şimdi iktidar, güç ve para sahibi olmasının arkasındaki güç TSK içindeki o cuntalardır.

***
Öteki İslam, gelişmekte olan bu talihsiz tabloya karşı bir erken uyarı sinyaliydi. Büyük bir kızgınlıkla kapatılmayı çalışılması işin doğasına uygundur.

Yazımının üzerinden 20 yıla yakın bir zaman geçmek üzere. Bu uzun zamanın yıpratıcı etkisine karşın hala güncel kalması benim için de şaşırtıcıdır.

***
Birinci baskısına pek çok dava açılan bu kitabın ikinci baskısı baskıyla karşılaşmadı. Bunu 1996 konseptine borçlu olduğumu şimdi anlıyorum.

Arada olup biteni kitaba ekledim; 6. Bölüm bu baskıya özgüdür. Ancak elbette yazılacaklar 6. Bölümde anlatılanlarla sınırlı değildir. Böylesine bir çalışma, konunun çok dağılmasına, belki de ortaya yeni bir kitabın çıkmasına yol açacaktı… Sınırlı tutmayı ve orijinaline sadık kalmayı daha uygun buldum

***
Öteki İslam, bir ülkenin nasıl karartıldığının hikâyesi; yazması bana düştü. Oysa hep aydınlanan bir ülkenin hikâyesini yazmayı ummuştum…

Bu kitabın yazarı olmanın onuru ne yazık ki karanlığa engel olamamış bir yurttaşın hüznünü yaşamama engel olmuyor.

Orhan Gökdemir

3 Ağustos 09


BURAK’IN BİLEMEDİĞİ KADERİ

0 yorum
Orhan Gökdemir

1980 yılı başları. Saadettin Tantan dönemin en ünlü emniyet müdürlerinden biri. Eli sopalı, işkenceci. O haliyle bile rahatsız etti iktidardakileri, Giresun’a sürüldü.

Giresun, Karadeniz’in bütün sahil illeri gibi Türkiye ilericiliğinin merkezlerinden biriydi. Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in rüzgârı, Karadeniz’in dağlara doğru esen rüzgârını bastırıyordu çünkü. Öyle bir rüzgâr ki, Karadeniz’in dağ köylerinde açan sosyalizm çiçeklerine hayat veriyordu. Pırıl pırıl delikanlılar, yeni yetme kızlar, yeni bir dünya kuracaklarından kuşku duymuyorlardı.
Ama her yandan devlet destekli faşist saldırılar yöneltiliyordu o gençlerin üzerine.

Giresun’dan az uzakta, Fatsa’da o hayat filiz vermişti inceden. Terzi Fikri önderliğinde Fatsa, bambaşka bir coğrafyaya dönüşmüştü kısa zamanda. Başbakan Demirel, Fatsa işgal edilmiş havasındaydı, gereği yapılacaktı.
İşte o günlerde bastılar Fatsa’yı. Komandolar, MİT’in en azgın silahşorları, polis kuvvetleri… Onlarla birlikte yüzleri maskeli, palalı, bıçaklı, silahlı, külahlı sivil faşistler de Fatsa’ya aktı haliyle.

Yatılı bir lisede öğrenciyim o vakitler. Hafta sonu tatilinde, Fatsa'nın bir köyündeki evine giden birinci sınıf öğrencilerinden birini yakaladı bu külahlı faşistler. Çocuk daha, Berkin’in yaşında. Paslı dikenli tellerle dövdüler çocuğu. Yüzünde kalan dikenli tel izleri, yaklaşan karanlık günlerin yüzüne düşmüş gölgesi gibiydi. Fatsa, o günden sonra erken bir 12 Eylül yaşamaya başladı. İşkenceler, gözaltılar, infazlar birbirini izledi.

Bizim payımıza Saadettin Tantan düşmüştü. Onunla birlikte Giresun’a da 12 Eylül geldi. Zaten var olan işkenceler katlandı. Yakaladığı gençlerin bıyıklarını, sakallarını yolmakla ünlenmişti yeni müdür. Gençler de önlem olarak bütün kıllarını kestiriyor, cascavlak dolaşıyordu. 13 Yüzyılın Cavlakileri Karadeniz’e geri dönmüştü sanki.

O günlerde tanıştım devletin yeni yüzüyle. Dersteyken, sınıfı bastı polisler. Beni ve üç arkadaşımı daha alıp götürdüler “elebaşı” diye. Sonra dayak, elektrik, küfür, tehdit! Yine de gülerek çıktık o dehlizden, çünkü umutluyduk hala.

Köylere dağılıyorduk, henüz düşkünleştirilmemiş yakınlarımıza, tanıdıklarımıza hülyamızı anlatıyorduk. Başardık mı, bilemem ama umudumuzun onlara da bulaştığı açıktı. Geleceğin bugünden daha iyi olacağından emindi herkes. Gerçi sosyalistlerin peşine çok azı takıldı ama sosyal demokrattılar en nihayetinde. Ne tarikat hatırlıyorum o günlerden, ne yobazlık, ne gericilik. Karadeniz’in en karanlık günlerinde bile pırıl pırıl bir aydınlık her yerde.

Sonra, güneşli bir Eylül gününde ufukta alışık olmadığımız bir karartı belirdi. Ardından, herkesi oradan oraya savuran bir tufan. Gençleri alıp alıp götürdüler, geriye kalanlar savruldular Karadeniz’in dışına doğru. O karartının uzun süre gitmeyeceği anlaşılmıştı.

Karartılar Karadeniz’i; Fatsa’yı, Bulancak’ı, Giresun’u karartılar. Aydınlığını hapse tıktılar, vurdular, işkence tezgâhına çektiler. Boşaldı köyler, kasabalar. Sonra yatılı Kuran kursları, sonra tarikatlar geldi arkasından.

İki gün önce gece yarısına doğru, polisin kovaladığı o aydınlığın yolunu kesmeye çıkmıştı Giresunlu Burak Can. Düşmanlarını dost bellemişti; Mustafa Kemal’in kötü, Tayyip Erdoğan’ın gecikmiş bir tanrı olduğuna iman getirmişti çünkü.

Karadeniz’e o doğmadan on yıllarca önce gelen karanlığın kurbanı olmak üzereydi az sonra…

Karanlıkta bir şimşek çaktı, bir çocuk yere düştü. Az önce bir çocuğu karanlık toprağa vermekten gelen diğer çocukların yüreği hop etti.

Yıllar önce dağlarda esen o rüzgar dinmişti çünkü, Karadeniz’in o dağlarında umut çiçekleri yeşermeyeli çok olmuştu.


Tarifsiz bir kin bahçesi geride…

ÖLEN BİR ÇOCUĞUN ARDINDAN…

0 yorum

(Berkin’e)

Göktuğ Halis

1-Masal ve gerçek
Modern dünyada masallar yalnızca çocuklar içindir; onlar aklın baskısıyla henüz yitirilmemiş bir aydınlığa açıktır: Mutlak iyi ve kötünün bir aradalığına…

İyi ve kötü arasındaki mutlak karşıtlık, aklın ürünüdür; “us” unsurlardan birini tablonun dışına atma, def etme eğilimi taşır. Masalda ise çocuğu sarsan, korku, heyecan ve hoşlanma eşiğini yönlendiren, biraradalık halinde aşırı uçlara kayan bu muhteşemliktir.

Şaşırtır masallar, zıtlıklarla örülü kurgusal bir sınırda beklenmedik şeyler sunar. Bir batı masalı olan Hansel ve Gretel’e bakalım; “Pasta, kek, sıcak süt ve çikolatadan imal edilmiş evin sahibi bir cadıdır örneğin…

Beklentiler hemen kapıdadır; yalnızca çocuklar değil masalı dinleyen herkes, bir cadı yerine iyi niyetli bir ihtiyarı arzular ya da yardımsever bir çiftçi ailesini… Karanlıkta yolunu kaybetmiş çocuklara yardımcı olmaktan mutluluk duyan, iyiliksever insanları.

İnsan içinde yaşattığı karanlığı görmek istemez; doğanın iyi yönünden yanadır.

Belki başlangıçta aradığımızı bulamayız; beklenmedik aşırılıklar “çocuk” etiyle beslenen bir ucubenin gaddarlığına ulaşır. Bu anda “masaldan” çıkmak ister çocuk; simgelerin ağır baskısına yetişkinlerden daha yakındır çünkü… Ama masalın ruhu çocuğa yardımcı olur; kurgu iyiye evrilir. Çocuklar kurtulur, iyiler kazanır.

Berkin’in hikayesinde ise “mutlu son” yoktur. Masalsı öğe, Berkin’in fotoğraflar aracılığıyla zamanımıza uzanan güzel yüzündedir. Bir de tüm canlılığıyla içinde yaşadığımız dünyayı sarmalayan “masalsı” korku öğesinde... Masalda korku öğesi, heyecan ve umudu besler; verilmeye hazırlandığı dersin tesirini kuvvetlendirir. Gerçek dünyada ise “hayatın acımasızlığı hissini”…

Mitin simgeleri hayatın derin acıları karşısında işlevsizdir. Bunu en acı haliyle görürüz; Berkin’in cenazesi, bir çocuğun cenazesidir.

2-Mit diliyle siyaset yapmak…

Modern Felsefenin kaynağı olarak sunulan “akıl” pek bir çaresizdir. Düzenli ekonomilerin, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin desteğiyle büyüyen kent yaşamının, atom ve uzay çalışmalarının, tıp ve biyoloji araştırmalarının insan yaşamını hatırı sayılır düzeyde uzattığı bir zaman gerçekliğinin, hak ve adalet uğruna insana çok şeyler vaat etmesini bekleyebilirdik.

Edememiştir. Dünyanın hiçbir yerinde…

Bu ülkede ise hak ve adalet duygusunun zedelenişinin tarihi pek uzundur.

Berkin ya da diğer cinayet olaylarında da gördüğümüz gibi temel mesele katillerin salıverilmesi ya da hiç aranmaması değil... Bunlar başarılmış olsaydı dahi küçük bir umudumuz olurdu; temel mesele bu ülkede belli kesimlerin “cinayet” işleme hakkının “saklı” tutulmasıyla ilgilidir.

Hak arama sistematiğinde yerleşik hukuk sistemine duyulan güvensizlik, “hukuk devleti” tanımının çözülüşüne giden yolun ilk adımıdır. Türkiye’de bu yaşanmaktadır; zedelenen adalet duygusu, tatminini başka yerlerde arar. Meydanların ve toplumsal gösteri hakkının, iktidarı eleştirme ve/veya protesto hakkının sistemli cinayetlerle engellendiği yerde ise, masalsı bir “korku” öğesi dillenir…

Modern akıl, “mitin” diliyle konuşmaz elbet; onu baskılama gayreti içindedir. Ama her nasılsa, dünyanın herhangi bir ülkesinde bir kişi ya da kurumun sosyal alandaki geleceğini bitirmeye yeter deliller olarak kabul edebileceğimiz yolsuzlukla ilgili ses kayıtlarından sıyrılışın çaresini bu dilde bulur. “Derin devletin” işlevselliğini biliyoruz; “Paralel Devlet” ifadesi ise açık biçimde mitin dilidir… “Bizi bölmek isteyenler” diye başlayan ve “bize düşman ülkeler listeleriyle” devam eden ilköğretim müfredatının, çocukları “komplo teorileriyle” haşırneşir eden geleneğin uzantısıdır. Eninde sonunda, asla açıklığa kavuşamayacak bir kaynak ya da özne, “kurulan komplonun” sebebidir bu tabloda…

Gerçekte olmayan ya da olsa bile olmayan niteliklerle bezenmiş bir kavram, gerçek hayatı yönlendirmede yeterliyse bu modern anlamda komplo dilidir.

Buraya varmışken, modern aklın en büyük mitsel simgelerinden birisine, “Şeytana” değinmemek mümkün değil. Ve elbette “geriye dönüşümsüz bir kötülük” arıyorsak,  onu tam da Berkin’in ya da Gezi sürecinde hayatını kaybeden gençlerin ölümünden sorumlu olan kişilerde arayabileceğimize… Zira “Şeytan” eninde sonunda “usun” ürünüdür; onu ilkel dünyada bulamayışımızın nedeni, yetkin bir “öteki” kavramlaştırmasının bulunmayışındandır. Bir masalda “Şeytan”a yer yoktur ve masallarda geçen her varlık mutlaka “iyi” olana bir yerlerde temas eder;etmelidir. Berkin’in hikayesindeki gerçekliğin ağırlığı, bir yerlerde “Şeytanın” cirit atmasındandır.

Daha açık bir deyişle, “Şeytan” var ise masal yoktur.

3- Masalsı bir estetik adına…

Bir çocuk için masal anlatılacaksa, “Şeytanın” olmadığı mutlu son kurgulamalıyız. Belki bir Balkan masalından yararlanabiliriz; çiftçi bir çocuğun yerden göğe kadar uzanan bir ağacı bulmasıyla ilgilidir. Çocuk, “acaba bu ağacın tepesinden dünyayı seyretmek nasıl olur?” diye düşünür ve ağaca tırmanmaya başlar. Ancak ağaç o kadar yüksektir ki, çocuk günün sonunda, ilk dallardan birisinin ucuna kurulmuş bir köyde, iyilik sever insanların mekanında konaklamak zorunda kalır…

Belki de Berkin’dir o…

C. G. Jung, insanın doğa ile kurduğu dengeli ilişki hali olarak “öz” arketipinin modern dünya insanı için en belirgin simgesinin “çocuk” olduğundan bahseder. “Çocuk”  yaşama tutunma, önce soyun, sonrasında da türün devamının güvencesi, “barış ve sevginin”; insanı tarih öncesi zamanlarda inşa eden değerlerin ve yüce anlamlarının taşıyıcısıdır. “Ölü çocuğun” ilkellerde neden “tabu” olduğunu anlamakta zorlanmayız öyleyse…

Berkin’in ölümü, yitirdiğimizi zannettiğimiz anlam ve değerlerin yitimidir. “Çocuk”, “öz” ise “Berkin çocuktur” artık.

Berkin ölürse, “öz” ölür ve “Şeytan” masalsı estetiğin mesamesinin okunmadığı yerlerde, tüm gerçekliğiyle devinir.

Meydanlarda sorulan hesabın anlamı budur; Berkin’in “ölmesi” halinde yitirilecek olanların içrek korkusunu taşıyan insanın isyanıdır.


Malinovski’nin değindiği gibi, “bir cenaze töreni ölenden çok yaşayanlar içindir…”

Helenofil Marksizm

0 yorum
Orhan Gökdemir

Marx, ilerlemek için geriye bakıyordu. Geriye baktığında gördüğü şey büyük ölçüde 18. Yüzyıldı. Aydınlanmanın bu son demlerinde, ışığı sönmeye yüz tutmuş aydınlık, her halde hüzünlü görünüyordu. Hele, onun sosyal ihtilalinin bayraklarını yere düşürdüğü düşünülürse, böyle göründüğünden kuşku duymamak gerek. On sekizinci yüzyılın kavramları hüzünlüdür, heyecanını kaybetmiş her devrim biraz hüzündür.

Marx, baktığı yerde hüzün görüyorsa, işini yeni bir heyecan dalgası yaratmak olarak saptamış olmalıdır. Tarihe ve topluma bütünüyle yeni bir bakış atmadan 18. Yüzyılın ölü kabuğundan kurtulmak mümkün değildi; bunu da anlamış olmalıdır. Yeni bir bakış ve yeni bir heyecan; Marksizmi “doğru kavramak” belki de budur. Marksizm, yeni ve büyük bir heyecan yaratma teşebbüsüdür.

Teorisinde hiç hüzün olmaması, çekilen onca acıya rağmen bu yüzdendir. Bir insan türü bitmektedir ve arkasından hüzünle bakmak yerine bitişin nedenlerini anlamak daha önemlidir. Bu yüzden önce Ricardo’ya, sonra da kendisine karşı yöneltilen “insana karşı ekonomiyi öne çıkardığı” suçlamalarını ciddiye almaz. Evet, bütün dikkati tek tek insanlar yerine “üretici güçlerdeki gelişme” de toplamalıdır. Marksizm, kuru, keskin ve derindir. Hüznün panzehiri bunlardır. 19. yüzyılda, bitmekte olan hüzünlü çağa bakarak yeni bir heyecan yaratmak; Marksizm şimdi bizim için büyük ölçüde budur.

Peki, Aydınlanma ışığını yitirmiş ve sosyal ihtilali de yenilmişse nereye bakacaksınız? Yeni bir ihtilal için, yeni bir sınıf bulmaktan, o sınıfla bir büyük yürüyüşü planlamaktan başka yol yoktur. Benzetme yerindedir, umudunu yitirdiği zamanlarda, halkına arkasını dönüp, yeni ve devrimci inanışlarını sürdürmek üzere İbrani köleleri alıp Mısır’dan çıkan Tutmose gibi, Marx da kendi “köle ulus”unu bulmuştur. “Firavun”u lanetleyen saraylıdır. Mısırlı Musa Firavun’a, Yahudi Marx Yahudiliğe başkaldırmıştır. Başkaldıranlar, dayanacak yeni bir güç bulmaya mecburdur.

Marx bulmuş mudur? Kölelerin, yeni heyecanlar için uygun bir sınıf olduğu, herhalde Marx için bir sır değildi. İlerlemek için geriye bakıyoruz; geriye baktığımızda “Kendi İbrani peygamberlerinin peşinden giden Yeni Mısır’ın köleleri” düşüncesi yeni ve heyecan vericidir. Denklemde dinsellik her zaman var ve “dinsiz bir tarih”, ancak kendi geçmişinden ürkütülmüş Doğunun kuruntusudur.

Marksizmin dinden etkilenmediğini söylemek saçmadır; Hegelci dönemlerinin ana tartışma konusunu Hıristiyanlığın oluşturduğunu biliyoruz.




Kaybolan bilgeliğe dair

0 yorum
Göktuğ Halis

[Sedef'e]

Kuzeyliler, bir gece yola çıkan 4 savaşçı ile ilgili hikayeler anlatır.

Soğuk ülkenin, buza dönmüş denizlerine yönelen ilk savaşçının, 400 yıldır gözükmeyen bir bilgeyi aramaya yollandığı bilinir. Bu kabilenin insanları, Fulkano ismini taşıyan bilgenin buzlar ülkesine ateşi, yayı ve yıldızları gözleme sanatını öğrettiğine inanır. Yaşlıların trans halindeki şiirleri onu anlatır.

Fulkano belki ülkeyi çabucak terketmiştir ama öğretilerinin bekçisi olarak göğün tam tepesine astığı yıldız kabileyi korumaya devam etmiştir. Kabilenin tüm fertleri bilir ki, bu yıldız 40 senede bir gözükür ve gözüktüğünde, Fulkano'nun suya yazdığı yazılar belirginleşir. Doğan güneşle birlikte yazı silinir ve tam kırk sene boyunca bolluk yaşanır. Korku bekçi yıldız'ın geriye dönmemesiyle başlamıştır. Denizlerdeki balıklar kuzeye doğru düşen yıldızın peşine takılmıştır sanki, kadınları gebe bırakan soğuk su, kadim bir çöle dönmek üzeredir. Fulkano'yu kuzeyin buzlarla örülü dağlarında aramaya koyulan tork isimli savaşçı, köyün sınırında durmuş ve kucağında çocuğu olduğu halde kendisini yaşlı gözlerle yolculayan karısına veda etmiştir. 

Tork, son bir ayda Fulkano'yu aramaya gönderilen ondördüncü savaşçıdır. İlk savaşçıdan bu yana gökyüzünde daha önce görülmemiş onüç yıldız belirmiştir. Köyün bilgesi kingü, en çok ona güvenmektedir.

Doğuya yönelen savaşçı, bir maceraperesttir. Dişleri, kabile evlerinden daha büyük bir hayvanı bulmaya azmetmiştir. Köyün en yaşlısı kingü'ye söylediğine göre, bu hayvanın dişleri gemilerin tabanına yerleştirildiğinde, en azgın dalgalara dayanacak sağlamlığa ulaşır. Diğer taraftan onun derisinden örülen battaniyeler, karın ortasında uyuyan bir bebeği bile sıcak tutmaya yeterlidir. Kingü, daha önce hiç duymadığı bu hikayeden kuşkulanır ve ismi tarp olan bu savaşçıya, böyle bir "hayvanın yaşadığını nereden duyduğunu" sorar. Tarp, kingü'ye "rüyamda fulkano anlattı!" der. Kingü, gördüğü rüyayı hayra yoramaz ve kendisine böylesine ihtiyaç duyulurken, ülkenin en güçlü savaşçısının şakacı cin mork tarafından kandırılmakta olduğunu söyler.

Tarp, dev dalgaların üzerinde fındık kabuğu gibi yüzen  bir teknenin direğine, denizin en büyük balıklarını asmış olduğu halde, ülkeye dönüşünü hayal eder; tanrılığın ve kahramanlığın cezbediciliği gerçeğin sınırlarını, insanı kandırarak siler. Kendine aşık tarp, kendine yazdığı yazgıyı mutlaklaştırır; belki de sadece kendi dünyasının tanrı'sıdır. Ülkeye bolluk getirdiği günleri hayal ederek, doğu'ya doğruyola düşer. Kingü, yine de onun yüreğinde, fulkano'dan pay görür.

Batıya yönelen savaşçı, yark, sadece bir aşıktır. Düşlerinde ona gözüken bir perinin peşinden sürüklenmiştir. Çocuklar açlıktan ölürken ve annelerin sütü akmaz iken, yüzünde korkudan eser olmayan tek kabilelidir. yola çıkarken yanına yalnızca bir kalem ve bir kağıt alır; amacı "kendi gördüklerini göremeyenlere anlatmaktır.". gerçekten de kingü sık sık onun, kimselerin göremediklerini süzen bir bakışa sahip olduğunu söyler; "belki" diye düşünmektedir "batıda güneşin battığı yerlerde, yark, sevdiği kadını bulur ve belki fulkano ile kadın aynı topraklarda yaşıyordur..."

Kimse yark'ın batı denizini nasıl aştığını bilmez; onu son gören, dört oğlunu ve sevdiği adamı bir savaşta kaybettiği için deliren sarap'tır. sarap, yark'ın "batı denizi üzerinde yalınayak yürüdüğünü" anlatıp durmaktadır.

Güneye giden savaşçı bir kadındır; sol memesinin üzerinde bir erkek resmi çizilidir. Kabilenin sanatcısı "hayt-saha-mu" tarafından sıcak kömürden, kadın savaşçının kalbinin tam üstündeki deriyi dağlamak suretiyle oluşturulan şekil, çok geçmeden dalgalı saçları omuzlarına dek uzayan, geçkin bir yüze dönüşmüştür; kadın artık, gözleri fezaya bakan bir Tanrı olarak görür onu. Sıcak denizlere yollanmadan önce, yeniden kavuşmayı umacağı adamın, hasta yüzüne, soğuk sularda bakar durur. Sarap, "onun göğüslerini suya açtığını ve "göğsündeki resmin sudaki yansımasının dile gelip" kadınla konuştuğunu söyler. Kingü, buzun içinde günlerce kalarak suyla sevişircesine oynayan kadının dizlerinden yukarıya tırmanan sıcaklığın geçici bir yaz havası yarattığını söyler. ona göre, kadın karanlık güne dönene dek, denizi mutlu etmektedir.

Fulkano'yu güney'in sıcak denizlerinde aramaya giden kadın, en çok sevdiği adamın güneyin sıcak sularında da yanında olacağına güvenmektedir. Gerçeği bilen kingü ise, teni azgın güneşle siyaha dönecek kadının bedeninden erkeğin silinip gideceğinden haberdardır. ama o, büyük amaçlar adına, erkeğinin bir daha kadınla konuşmayacağını kimseye söylememektedir.


Tarihsel Marksizm / İktisadi ve Felsefi Aklın Eleştirisi

0 yorum
Orhan Gökdemir

ÖNSÖZ

Bugün anladığımız anlamıyla İktisat ve felsefe, burjuvaziyle birlikte doğdu. Bu yeni sınıf, doğa ile insan arasındaki ilişkide yepyeni bir pozisyon almıştı. Burjuva, insan-doğa ilişkisini aracısız kuruyordu, çünkü tanrıya ihtiyacı yoktu ve kuşkusuz bu devrimci bir durumdu. İktisat ve felsefe işte yeni sınıfın bu yeni pozisyonun ifadesidir.  İkisi de insan doğa ilişkisini tanrının aracılığı olmadan açıklar. Çıkış noktası “insandır” ve “insan” kökeni itibariyle de burjuvanın ta kendisidir.

Onun için Marksizm canlı, yaşayan, somut insandan yola çıkmayı önerdi. Somut insan, genel, belirsiz insan kimliği altında toplanamaz bir şeydi çünkü. Onun doğa karşısındaki konumu birbirinden farklıydı. Genel olarak burjuvalar ve proleterler olarak tanımlanmışlardı ve bir proleter, gerçekte, hiçbir şekilde felsefenin ve iktisadının insanı ile örtüşmüyordu. Bu durumda insanın özgürlüğünden değil, ancak ve ancak doğa karşısında bağımlılığı arttırılmış insanın özgürlük ihtiyacından söz edebiliriz ki, bu gerçek, felsefenin gerçeği değildir.

Evet, iktisatta da bir “insan” söz konusudur ama bu da mülkiyet aracılığıyla oluşturulmuş bir kurgudan ibarettir. Önce üretim alanı ile dolaşım alanı birbirinden ayrılır. İşçinin üretim alanındaki bağımlılığı, bir alıcı veya satıcı kılığında dolaştığı piyasada silikleşip kaybolur. O artık, bir para sahibi olarak sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından birine dönüştürülmüştür. İşçi, ne alıp satacağına kendi karar veren, “özgürleşmiş” ve görünüşe göre burjuva ile eşitlenmiş bir “birey”dir artık.

Marksizm işte bu zihniyetin en sert ve acımasız eleştirisi olarak doğdu. Sonra bir kaza oldu, Marksist iktisat ve Marksist felsefe doğdu.

Gramsci kesinlikle haklıdır; eğer Kapital’de bir iktisat teorisi varsa ve burada iktisat disiplinine bir katkı bulunabiliyorsa, onun burjuvazinin kitabı olması kaçınılmazdır. Marksizm’in temel metinlerinde açık bir biçimde yapılan felsefe ve iktisat reddiyesi, çok kısa bir süre içinde hızla restorasyona uğradı ve her ikisi de hiçbir şey olmamışçasına yollarına devam etmeyi denedi. Oysa bu bilim, sınıfsal tavrını daha yolun başında göstermiş ve iktisat denilen şeyin ikiyüzlü bir kara çalma, mevcut üretim düzenini mazur gösterme aracı olduğu anlaşılmıştı. Onun üstünde durduğu “toprak, emek, sermaye” - “rant, ücret, kâr, faiz” formülleriyle Marx’ın alay etmesi boşuna değildir; ciddiye alınacak bir yanı yoktur.

Şimdi “ekonometri” adı altında, matematik formüllere sığınarak daha soyut bir hal alması ve nesnesinden büsbütün uzaklaşması da gösteriyor ki bu bilimin işlevi açıklamak değil gizlemek, anlama imkânlarını büsbütün ortadan kaldırmaktır.

Emek, toprak, sermaye... Hakkını teslim edelim; bu evreni ve tarihini iktisadın bu kurgusundan daha iyi ne anlatabilir? Toprak ve sermaye mülk edinilerek emek, daha doğrusu ücretli emek doğa karşısında çırılçıplak bırakılmıştır. Doğa, insanın onu dönüştürmek için kullandığı üretim araçlarıyla birlikte mülk edinilerek, insanın doğayla ilişkisi özel mülkiyetin aracılığına tabi kılınmıştır. Doğa, proletaryanın kullanımına kapatılmıştır. Bu yüzden o, toprak ve sermayeyle bir “anlaşma” yapmaya zorunludur. Böylece o, hem özgür emekçi olarak var edilir hem de bu özgürlüğü onun kendisini yalnızca ücretli emekçi olarak üretmesini olanaklı kılar. O doğayla ancak özel mülkiyet aracılığıyla ilişkiye geçebilir ve artık ilişkiye geçtiği şey doğa değil, özel mülkiyettir.

Üretim araçları ve doğa, insanın onu dönüştürme sürecine birer üretici ve dolayısıyla pay sahibi olarak girer ve üretilen şeyden kendi payını ister. Rant ve kâr, insanın doğayla girdiği bu özel ilişkinin, mülkiyetin ürünüdür. Bu özel ilişki aracılığıyla sermayedar ve toprak sahibi kendilerini egemen sınıf olarak var edebilir.

Özel mülkiyet dolayısıyla ortaya çıkan bu konumlanış, üretimde ikili yapı yaratır. Mülk edinilmiş doğa ve üretim araçları, mülkiyetsiz özgür emekçiyle buluşabilmek için bir dolaşım alanına muhtaçtır... Özel mülkiyet varsayımı altında bu üç üretim faktörünün ilişkisi, “özgür ve eşit” bir biçimde ancak dolaşım alanında kurulur.

“Emek-değer teorisi” de dâhil, klasik iktisadın sonraki evrimi göz önünde bulundurulursa bütün iktisadın geveleyip durduğu şey budur. Emek-değer teorisinin de buraya dâhil edilmesi, ona bütün iktisadi formüller arasında özel bir önem verilmesi nedeniyledir. Oysa bu formül bir kez kabul edildikten sonra, değerin emekten mi, topraktan mı, sermayeden mi doğduğunun ne bir önemi vardır, ne de buradaki sorunu ve soruyu değiştirecek gücü. Burada asıl tartışılması gereken bu formülün varsayımıdır. Varsayılan mülkiyettir ve emeğin diğerlerinden ayrı bir şey olarak düşünülmesi de bu varsayımdan dolayı mümkün olabilmektedir. Emek-değer teorisinin, Kapital’deki önemli buluşlardan –en önemlisi?– biri olduğu iddiası, işte iktisadın bu bakışından doğmaktadır.

Kapital’de bir ekonomi teorisi var mı? İsteyenin bunu bulmakta zorlanmayacağını biliyoruz. “Marksist iktisat” bu kolaycılıktan çıkmıştır ve pratik bir yararlılık gösterememiş olmasına rağmen, saflarımızdaki güçlü yerini hâlâ korumaktadır.

***

"Felsefi Aklın Eleştirisi" (1), iktisat eleştirisinin ortaya çıkardığı bu temelden hareketle oluşturuldu. "Aydınlanma Tarikatı" (2) ve "Helenizm, Siyonizm, Türkçülük" (3) bir anlamda bu ilk çalışmanın ürünü oldular.

Bu çalışma yayımlandığında, gelen eleştiriler arasında benim için en önemli olanı “felsefeyi eleştirdiğim ama buna karşın felsefenin içinde kalmaya devam ettiğim” yönünde olanıydı. Felsefi Aklın Eleştirisi, gerçekten de bir yanıyla felsefi bir çalışmaydı. Bir yandan “tarih”i yardıma çağırıyor ama öte yandan “tarih”, bu çalışma içinde hâlâ felsefi ideolojinin bir türevi olarak durmaya devam ediyordu. Ama “felsefenin de bir tarihi olduğu” yönündeki saptaması önemliydi ve ona bu tarihi göstermek üzere giriştiğim çalışmalardan iki yeni kitap doğdu.

Öte yandan, bu çalışmalar felsefenin ve giderek felsefi aklın çok “Batılı” bir şey olduğunu ortaya çıkarmıştı. Döne dolaşa “Eski Yunan” bataklığında takılı kalan bu fikir yürütmelerde olağan olmayan bir yan vardı. Bernal’in Kara Atena’sı bu noktada tam bir yol gösterici oldu. “Eski Yunanistan”ın büyük ölçüde 19. yüzyıl başlarında imal edildiği tezi, felsefeye değin önemli bir kapıyı da aralıyordu. Bu kültürün kendi kendisinin babası olarak kurgulanması düpedüz Avrupa ideolojisinden kaynaklanıyordu ve bu tartışmayı da felsefe içinde kalarak yürütmek mümkün değildi.

Burada, daha çok Marksizm çerçevesinde yürütülen tartışmanın bir Avrupa ideoloji çerçevesine oturtulması, Marksizm için de önemli sonuçlar doğuruyordu. İlki, Marksizm’in de bu Helenist ve Avrupa merkezci bakışın içinde olmasıyla ilgiliydi. Onun tanımladığı “Doğu sorunu”, dolayısıyla ancak bir “Batı sorunu” olarak anlaşılabilirdi ve bu da Marksizm içinde var olan oryantalist eğilimin tartışılmasını gerektiriyordu. Bu sorunlar etrafında oluşan Aydınlanma Tarikatı, Batı felsefesinin hep ihmal edilmiş “inanç” yönüne de dikkat çekiyordu.

Helenizm, Siyonizm, Türkçülük’te ise Avrupa ideolojisinin oluşmasında Osmanlı-Türk tarihinin yeri bir kez daha tartışma masasına yatırılmaya çalışıldı. Batı’nın Helenizm’i, büyük ölçüde Helenlerin Osmanlı’yla mücadelesi içinde gelişmişti ve Mısır, hem ideolojide ve hem de pratikte bu oluşum içinde kendi yerini almıştı. “Biz” Navarin’de yenilmeseydik ve Helenlerin ayrılması mümkün olmasaydı farklı bir felsefe tartışıyor olacaktık. Sonuncusunun ana fikri budur.

Ama Felsefi Aklın Eleştirisi, buradaki temel sapmanın anlaşılması açısından önemini korumaya devam ediyordu. Kendisini “tarih üstü” olarak kurgulayan bu düşüncenin tarihselliği apaçık ortadaydı. Felsefe, Batı tarihinden ayrılarak anlaşılması mümkün olmayan bir düşünceler yığınıydı. Dolayısıyla bu düşünceyle hesaplaşma, ancak felsefenin dışına çıkarak ve tarihin içine girerek yapılabilirdi.

Felsefi Aklın Eleştirisi, on yıl sonra, bu eleştirinin nereye evirildiğini gösteren iki ekle bir kez daha elinizde. Hâlâ tartışılmaya ihtiyaç duyan birçok noktası olmasına karşın, çok iyi tahkim edilmiş bir duvarda açtığı küçük deliği önemsiyorum. Felsefi Aklın Eleştirisi, yeni bir aklın oluşmasına katkıda bulunabilirse işlevini de tamamlamış olacak.

***

Doğuculuk mu? Kazanan saygı görmeyi de hak eder. Son üç yüzyılda Batı hep kazandı. Diğerleri ise kaybetti. Henüz kazanabildiği zamanlarda Osmanlı da saygı görüyordu. 1700’lü yıllardan, izleyen yüzyılın başına kadar “Türkler” Avrupalı sayılmaktaydı. Normaldir, çünkü Osmanlı önemli bir güçtür. Bir kez yenilmeye başladıktan sonra alıcı olmaya başlarsınız. Osmanlı saygınlığını kaybettikten sonra hep alıcı oldu. Ordu ile ilgili düzeneklerin alıcısı, yeniliklerin alıcısı, eğitimin alıcısı, bilimin alıcısı... 

Bugün hala almaya devam ediyoruz. Üniversitelerimiz de bilgi üretmek için değil, bilgi almak ve aktarmak üzere örgütlenmiştir. Tarihimiz de, felsefemiz de, fiziğimiz de büyük ölçüde aktarmadır, alıyoruz. Son yıllarda bu kurumlar o fonksiyonlarını da hızla yitirmektedir. Çeviriciydik, artık çeviri işini de yapamaz duruma geldik. Aldığınız şeylerin bir kısmı ikinci derecedendir. Ama aldıklarımızın bir kısmı bütün düşünüş şeklimize de belirlemektedir.

“İlerleme” zihniyeti böyle bir şeydir örneğin. Bunu mutlak bir gerçek olarak kabul ettiğinizde, siz “ilerleyememiş” olduğunuzu da kabul edersiniz. İlerlemiş olan ise Batı’dır ve tek çareniz onun gibi ilerlemektir. İlerleme iyiyse, o zaman tarihte ilerlemiş tek uygarlık olan Batı da müthiş bir idol haline gelir. Unutmayın “yeni olan iyidir” şeklindeki bakış açısı 1700’lü yılların ürünüdür. Batı ilerliyordu ve bunun iyi olduğunu gördü. Örneğin Çin ordusunu, donanmasını yendiler. Çinliler savunmadaydı, İngiliz donanması da kapitalizmin yarattığı büyük iştahla saldırıda. Batının dışındakiler işte bu iştah karşısında yenildiler. Bu iştahı Çinliler bilmiyordu, biz de bilmiyoruz. Belki o yüzden de ilerleyemiyoruz.

Ama medeniyet ile açgözlü bir saldırganlığın birleştirilmesi yepyeni bir durumdur. Çinliler Çin Seddi’ni yaptılar, topraklarını savunmak için. Oysa her zaman saldırganlarından daha güçlü, daha marifetli ve daha bilgiliydiler. Mısır 10 bin yıl boyunca doğal bir Çin Seddi’ne sahipti. Seddi aşıp, bir işgal hareketine girişmeyi akıl edemediler. Asya’nın Mısır’a sızması da bütünüyle Mısır’a yönelik işgal girişimleri ile olmuştur. Çoğaltabiliriz. Kabul, Batı’nın dünyanın geri kalanını kendi eklentisi haline getirmesiyle ilgilidir. “Batılı yaşam tarzı” her yana sızıyor. Onlar gibi oluyoruz, onlar gibi yaşıyoruz, onlar gibi tüketiyoruz ve onlar gibi düşünüyoruz. Gibi olmak, bir benzeme haline işaret ediyor. Ne kadar benzese de aslı işte şurada, karşımda.

Ama “ilerleme” artık eskisi kadar saygı görmüyor. Toplumu üretimin, piyasanın eklentisi haline getiren, ona tabi kılan sistem sınırlarına geldi dayandı. Doğayı bitirdiler, gökyüzünü yırttılar, havayı, suyu pislettiler. Ve karşılığında da insan soyuna mal edilebilecek bir mutluluk veremediler. Bakın dünyanın kaçta kaçı bu “ilerlemiş toplumlar”da yaşıyor. İlerleme, bir avuç insan dışında hepimizi mutsuz kılmıştır. “Batılı yaşam tarzı” yıkıcılık anlamında ancak veba ile karşılaştırılabilir.

Sanayi devrimi ile başladı bu kirlenme ve bugün hala sürüyor. 3 yüz 5 yüz yıllık bir düzenden söz ediyoruz. Nil nehrinin kıyısında 10 bin yıllık bir uygarlık var oldu. Nil nehrini kirletmediler. Dolayısıyla neyin “ileri” olduğu noktasında yeni ölçütlere, hem de şiddetle ihtiyacımız var. Medeniyet meselesinde durumumuz budur. Kültür ise daha tartışmalıdır. Dünyanın bütün varlığını mülkiyetine geçirmiş bir uygarlığın bir kültür yaratması şaşırtıcı değildir. Devasa bir yığın ile karşı karşıya olduğumuz tartışmasızdır. Ama aynı nedenle sakat bir kültürdür bu. Kaldı ki artık kendini yeniden üretmekte de zorlanmaktadır. Ekonominin emrine girmiş bir toplumun karşı karşıya kaldığı tıkızlıktır bu. Romanı bitiyor, edebiyatı tükeniyor, fiziği krizde, felsefesi ise boş bir gevezelikten başka bir şey değil. Batı, kendini yenileyecek dinamikleri de kurutmuştur.

“Devrim”i de artık bu kapsamda algılamalıyız. Bu iktisadi düzeni yıkmadan, insanın yaratıcı yanını özgür kılmamız da mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, en temel biçimiyle ekonomiyi yeniden toplumun emrine vermek zorundayız hepimiz. “Plan”, artık her zamankinden daha yakıcı bir sorunumuzdur. Üretimi planlamak, doğal kaynakların kullanımını planlamak, toplumu planlamak artık bir varoluş sorunudur. Geçmişte buna sosyalizm deniyordu, kapsamı genişlemiştir. Ne yazık ki başka bir adlandırma da bilemiyoruz. Vurguyu toplumdan yana yapmak anlamında hala geçerliliğini sürdürmektedir sosyalizm. Kapitalizmin tahrip ettiği toplumu yeniden kurmalıyız. “İlerleme”, hatta haddini aşmış bir ilerleme bize başka bir yol bırakmamaktadır. İşte “doğuculuk” budur.

***
Avrupa İdeolojisi çok geniş bir alanı kapsamaya çalışan bir kavram. Ayrıntıda bir takım sıkıntılarla karşılaşması kaçınılmazdır. En azından kıta Avrupa’sı ile ada Avrupa’sı arasında önemli farklılıklar var. Bu bir genelleme, bu yanıyla da genel bir eğilime işaret ediyor. Ancak Avrupa da kendisini genellemeye çalışmaktadır. Bu Hint-Avrupa veya Hint-Hitit tanımlamaları Avrupa’yı “birleştirmek” için yapıldı. Kendilerine ortak bir kök aradılar ve bu ortak kök onları diğerlerinden de ayırdı. Bu hem ırki hem de kültürel bir ortak köke işaret ediyor. Hepsi 1800’lü yıllardan sonra icat edilmiştir. Romantik Helenizm de o yılların ürünüdür. Mısır’a yönelik referanslar “Afrikalı bir köken”i ima ediyordu. Romantizm dönemine bol geldiği bellidir. Helenizm ise hem devasa bir kültür mirası hem de steril bir ırk tasavvuruna izin veriyordu. Avrupa’yı Avrupa yapanlar bunlardır. 

Yoksa “Avrupa” coğrafi bir ayrıma denk düşmüyor. Asya’nın bir uzantısıdır Avrupa. Kendilerini hem kültürel hem de soy olarak ayıra ayıra kıta oldular. Daha doğrusu kıtaları böldüler. Bunun için de uçlarda, uzun savaşlar vermek zorunda kaldılar. Osmanlı-Mısır ikilisi ile Birleşik Avrupa orduları arasında yapılan savaşlara artık bu yönüyle de bakabilmeliyiz. Ve Osmanlıya karşı Yunan ayaklanmasında da Avrupa’nın parmağı hep vardı. Yunan Krallığı kurulduğunda Avrupa’nın sınırları da belli olmuştu. Şimdi kurulmaya çalışılan birleşik Avrupa’nın sınırları da hala o sınırlarla kesişmektedir. Dolayısıyla “batılılaşmak isteyen”ler sadece AB mevzuatına değil bu tarihe de bakmalıdır.

Mustafa Kemal de batılılaşmak istiyordu ve bu nedenle Hititlerin Türk olduğunu ısrarla iddia etti. Batıya dâhil olmak istiyorsanız ya Türkleri Hitit, ya da Hititleri Türk yapacaksınız. Başka yolu yoktur. En azından Avrupa İdeolojisi hükmünü sürdürdüğü sürece yoktur. Şimdi de Türklerin birliğe dâhil olmasının önünde pratik sorunlar kadar ideolojik sorunlar vardır. Boylu boyunca Asyalı ve doğuluyuz biz. Avrupa İdeolojisi güçlüdür çünkü genel bir kabulle karşılanmaktadır. Tarihimizi de onlar yazdı ve biz onlardan öğreniyoruz. Doğu yüzyıldan fazla bir zamandır ilgi alanımızın dışında. Latin alfabesini inanılmaz bir rahatlıkla aldık kabul ettik. Tarihinde 16 alfabe değiştirmiş bir kültürün rahatlığıdır bu. Ama bizi ne kadar tıknefes yaptığını da tartışmalıyız artık. Bunlar bizi batılı yapamadı ama bunlar yüzünden doğulu da olamıyoruz. Uçlardayız hala, biraz o, biraz buyuz. Bu belki bir avantaja çevrilebilir. Uçlar her zaman merkezlerin de kaderini belirler. Biz bu tartışmayı ilerletebilirsek Batının kibrini de kırabiliriz. Doğunun kompleksini kırmak ise daha zordur ama imkânsız değildir.

***
Marksizm mi? Hiçbir düşünür anasının karnından yeni düşüncelerle doğmuyor. Her düşünür bir yere kadar içinde yetiştiği kültürün ürünü. Marx'ın yaşadığı çağ hem romantizmin hem de helenizmin çağıydı. Batı düşüncesinin bilinçaltında bunlar vardı. Dolayısıyla o da bu bombardımandan kendi payını almıştır. Eğitimine Helen düşünürleri ile başlamıştı, sonra bu konuda radikal sorular sorması imkânsız hale geldi. Marx, çok derin bir biçimde helenofildir. Öte yandan Marx, kapitalizmin sınırsızca ilerleyebildiği bir çağda yaşadı. Kurulan düzendeki tehditleri görüyordu. Ama her ne olursa olsun bu düzenin yarattığı yıkımda bir ilerleme de vardı. İngiliz emperyalizminin ilerlemeci yanına övgüler düzdüğünü biliyoruz. İlerleme varsa, gerileme de olmalıdır. Doğu gerileyen yandı. Asya tipi üretim, hidrolik toplum, doğu despotizmi gibi safsatalar “siz gerisiniz”in Avrupai halidir. Dikkat edin hiçbir zaman Avrupa tipi üretim tarzı gibi bir laf telaffuz edilmemiştir. Çünkü bu teorilerin “ideal modeli” batıdır. Dolayısıyla doğuda hep bir despot ve onun tebaası tablosu çizilmiştir. İşçi sınıfı ve burjuva sınıfı gibi ayrımlar bile batıya haz özellik gibi görüldü. Oysa Osmanlı bir “Cumhuriyet”ti. Bir sülale devamlılığı olmasına karşın, sultan hep seçimle gelirdi. Kaybedenler ise öldürülürdü. Bunun dışında, Osmanlı sarayında hiçbir zaman mutlak bir iktidar olmadı. İktidarın paylaşıldığını biliyoruz ve Çandarlı ailesi gibi bir soylular sınıfı da hep oldu.

Marksizm’de ise bunlar yoktur ve “doğu sorunu” diye yazdıklarında hep bir “batı sorunu” kendini hissettirmektedir. Batı kendi dışında olanlara şaşı bakmaktadır ve bu şaşılık ne yazık ki doğu söz konusu olduğunda Marksizm içinde de teşhis edilebilmektedir. Büyük bir bölümü artık çöpe atılmalıdır.

Marksizm, insanlığın entelektüel serüvenin en önemli parçası ama onu eleştirmezsek “ilerleyemeyiz.” Helenizm ise bütünüyle Avrupa ırkçılığının bir icadıdır. Tarihte kendi kendisinin babası olan hiçbir kültür yok. Belki Çin’i ayırabiliriz. Onun ötesinde herkes birbirinden öğrendi; Yunanlılar da Fenike’nin ve Mısır’ın çocuğudur. Aksini iddia etmek düpedüz ırkçılıktır. Bunun ötesinde “Yunanlılar çocuk oldukları için olağanüstü bir kültür yarattılar” demek de çocuksudur. Mısır’ı, Fenike’yi inkâr ederseniz buna inanmak durumunda kalırsınız. Marksizm’de yer alan bu konudaki iddialar da çocuksudur.

***

Peki, “aydınlanma”yı ne yapacağız. İlki şu; Seküler akım bir kaza ürünüdür. Dolayısıyla aydınlanma başlangıçta derinlemesine mistiktir, çıkış noktası da Yunanistan değil Mısır’dır. Yunanistan’ın öne çıkması Aydınlanmışlar ile kilise arasında ortaya çıkan yeni konsensüsle mümkün oldu. Her şeyi ama her şeyi Yunanistan’dan başlatmak bir 19. yüzyıl Avrupa icadıdır. Ondan önce hep Mısır vardır ve Mısır hayranlığı Napolyon’un Mısır Seferi ile sona ermiştir. Bu tarihten sonra Mısır bilimi de yeni ideolojinin gereklerine uyduruldu. Felsefesi yok edildi, matematiği inkâr çukuruna atıldı. Mimarisi, sanatı yok sayıldı. Ama Mısır’da eğitim görmemiş bir Yunan filozofu bulamazsınız. Sokrat bir Etiyopyalıdır ve karadır. Onun ötesinde Yunan felsefesi ve hatta Hıristiyanlık kadim inanışların yanlış anlaşılmasıdır.

Yunanlılar gerçekten çocuktular ve öğrendikleri düşüncelerin kendi dillerine çevirebildikleri kadarını aldılar. Aydınlamanın Hıristiyan dogmaları ile sorunları vardı. Mücadele ettiler. Ancak güneşi evrenin merkezine yerleştirirken aynı zamanda kendi inançlarının gereğini de yerine getiriyorlardı. Unutmayın güneşe ve yıldızlara tapınma insanlığın en eski inanışlarıdır. Aydınlanma, Mısır kaynaklı inanışların yeniden ayağa kalmasıydı. Yerleşik düzene ve dine acımasızca saldırmalarının nedeni budur. Yeniden doğuş ama eskinin yeniden doğuşu. Çıkışında bir “tarikat” izi var; yeni bir yol aramıyorlardı ama yeni bir yol oldular.

***
Bu kitap, iki kitaptan oluşuyor. İlki iktisat eleştirisidir, ikincisi daha fazla felsefidir. 20’li yaşlarımın sonunda ve 30’lu yaşlarımın başlarında yazıldılar. Gençtirler. “Tarihsel Marksizm” işte bu iki genç eleştirinin getirisidir.

“Tarihsel materyalizm”i bilerek kullanmıyorum, bu artık Marksizm’dir.

***
Genç heyecanın kokusu kalsın istedim, diline ve kurgusuna dokunmadım. Dilerim yeni tartışmaların doğmasına vesile olur.

Orhan Gökdemir

13 Ocak 2013

Notlar:

1. Felsefi Aklın Eleştirisi - Orhan Gökdemir-Göçebe Yayınları

2. Aydınlanma Tarikatı - Orhan Gökdemir - Destek Yayınları


3. Helenizm, Siyonizm, Türkçülük- Chivi Yazıları

Dikine Okuyucuları ile buluşuyor..!

0 yorum

Değerli dostlar,

Dikine grubu önceki yıllarda gerçekleştirdiği okuyucu buluşmalarının ilkini Nisan ayı ortalarında düzenlemeyi planlıyor.

Mekanımız yine -kozmik yenilenme zamanı olan- baharda güzelliği ile meşhur İstanbul- Büyükada olacak, önceki toplantılarımızda oldukça uygun, keyifli bir atmosfer sağladığı için Dikine'de bir gelenek haline getirdik, Büyükada'yla devam etmek istiyoruz.

Önceki toplantılarımız hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse; ilk toplantımız Göktuğ Halis'in o sıralarda yayınlanmış olan "Tapınakçılar: Tarih ve Spekülasyon" isimli kitabı çerçevesinde gerçekleştirildi. Bu toplantımıza, ayrıca, Tapınakçıların tarihi konusunda bir otorite olarak kabul edilen Malcom Barber'in ünlü eserini Türkçe'ye kazandıran Nuri Plümer hem konuya olan kişisel ilgisi, hem de forumun zenginleştirilmesi amacıyla katılım sağladı.

İkinci toplantımız, yazı kurulunun kararı ile, Orhan Gökdemir'in "Aydınlanma Tarikatı" isimli önemli eserinin değerlendirilmesine ayrıldı, Dikine okuyucularının Gökdemir'in kitabını okuyarak toplantıya katılması tartışmalara verimlilik kattı, bilinçli bir okuyucu kitlesinin katılımı ise bizlere gelecekteki çalışmalarımız için motivasyon sağladı.

Üçüncü toplantımızı, Marksizm bağlamında, Marksizm'in tarihsel, felsefi kaynakları, ekonomizm, Avrupa Merkezcilik, Doğu-Batı meseleleri temelinde bir dizi kritik soruya odaklanan, farklı siyasi vizyonlara sahip bir okuyucu kitlesi ile gerçekleştirdik, yer yer derin tartışmalara neden olsa da katılımcıların zihninde izler bırakan çok keyifli ve verimli bir atmosferde gerçekleştirildi, çabalarımıza değdi ve bu nitelikli ortamın hala özlenildiğine inanıyoruz.

Değerli dostlar,

Dikine toplantıları ağırlıklı olarak 2007 yılında, ülkede hem entelektüel hem de siyasi anlamda adeta yaprak kımıldamayan bir dönemde gerçekleştirildi, ülkemiz solunun hem politik hem de örgütsel anlamda kendini yinelediği, kendi kuramı, geçmişi ve dünya tarihi ile hesaplaşmaktan kaçındığı ve nihayetinde yalnızlaştığı bir dönemde, günahı, komplo teorileri, kuramsal basitleştirmeler, tarihsel zorunluluklara v.b yüklemenin bir "açmaz" olduğunu düşünen bir eğilim olarak bir araya geldik.

İnsanın bilinen en eski ve uzun hikayesini anlamadan modernizm ve post-modernizmi doğru çözümleyemeyeceğimizin farkındalığı ve geçmişe bugünün kavramları, değerler silsilesini yansıtan Avrupa Merkezciliğin hatalı bir ideoloji olduğunun kabulü, Dikine yazarlarının müştereklerinden birisidir.

Bu anlamda marksist gelenek içinde özgün bir duruşu sergilediğimize ve tarih, felsefe, kadim dinsel gelenekler gibi insan ve toplumların binlerce yıldır zihninde taşıdığı örüntülerin önemine yaptığımız vurguyla ciddi bir yenilenmeyi temsil ederek okuyucularımıza ilham verdiğimize inanıyoruz.

Dikine süreci yarattığı entellektüel dinamizm sayesinde Orhan Gökdemir'in "Din ve Devrim" ve Göktuğ Halis'in "Popüler Gizemciliğin Tarihsel ve Dinsel Temelleri" isimli eserlerine ilham verdi ve aynı yazarlar odaklandığımız konulara yönelik yeni eserlerini yazmaya devam etmekteler.

Yazarlarımız burjuva uygarlığına, kapitalizme, kör piyasa ekonomisi ve liberalizme Dikine duran geleneklerden geliyor, herşey bir fikirle başladı, zamanla doğrularımız kesişti ve birlikten yeni bir kuvvet, bir vektör ve nihayet Dikine doğdu...

Nisan ayında geçmişimizi de özetleyen yepyeni bir forum ile okuyucularımızla buluşmak üzere sabırsızlanıyoruz.

Saygılarımızla,

Mustafa Çölkesen
 03.03.2014