BURAK’IN BİLEMEDİĞİ KADERİ

Orhan Gökdemir

1980 yılı başları. Saadettin Tantan dönemin en ünlü emniyet müdürlerinden biri. Eli sopalı, işkenceci. O haliyle bile rahatsız etti iktidardakileri, Giresun’a sürüldü.

Giresun, Karadeniz’in bütün sahil illeri gibi Türkiye ilericiliğinin merkezlerinden biriydi. Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in rüzgârı, Karadeniz’in dağlara doğru esen rüzgârını bastırıyordu çünkü. Öyle bir rüzgâr ki, Karadeniz’in dağ köylerinde açan sosyalizm çiçeklerine hayat veriyordu. Pırıl pırıl delikanlılar, yeni yetme kızlar, yeni bir dünya kuracaklarından kuşku duymuyorlardı.
Ama her yandan devlet destekli faşist saldırılar yöneltiliyordu o gençlerin üzerine.

Giresun’dan az uzakta, Fatsa’da o hayat filiz vermişti inceden. Terzi Fikri önderliğinde Fatsa, bambaşka bir coğrafyaya dönüşmüştü kısa zamanda. Başbakan Demirel, Fatsa işgal edilmiş havasındaydı, gereği yapılacaktı.
İşte o günlerde bastılar Fatsa’yı. Komandolar, MİT’in en azgın silahşorları, polis kuvvetleri… Onlarla birlikte yüzleri maskeli, palalı, bıçaklı, silahlı, külahlı sivil faşistler de Fatsa’ya aktı haliyle.

Yatılı bir lisede öğrenciyim o vakitler. Hafta sonu tatilinde, Fatsa'nın bir köyündeki evine giden birinci sınıf öğrencilerinden birini yakaladı bu külahlı faşistler. Çocuk daha, Berkin’in yaşında. Paslı dikenli tellerle dövdüler çocuğu. Yüzünde kalan dikenli tel izleri, yaklaşan karanlık günlerin yüzüne düşmüş gölgesi gibiydi. Fatsa, o günden sonra erken bir 12 Eylül yaşamaya başladı. İşkenceler, gözaltılar, infazlar birbirini izledi.

Bizim payımıza Saadettin Tantan düşmüştü. Onunla birlikte Giresun’a da 12 Eylül geldi. Zaten var olan işkenceler katlandı. Yakaladığı gençlerin bıyıklarını, sakallarını yolmakla ünlenmişti yeni müdür. Gençler de önlem olarak bütün kıllarını kestiriyor, cascavlak dolaşıyordu. 13 Yüzyılın Cavlakileri Karadeniz’e geri dönmüştü sanki.

O günlerde tanıştım devletin yeni yüzüyle. Dersteyken, sınıfı bastı polisler. Beni ve üç arkadaşımı daha alıp götürdüler “elebaşı” diye. Sonra dayak, elektrik, küfür, tehdit! Yine de gülerek çıktık o dehlizden, çünkü umutluyduk hala.

Köylere dağılıyorduk, henüz düşkünleştirilmemiş yakınlarımıza, tanıdıklarımıza hülyamızı anlatıyorduk. Başardık mı, bilemem ama umudumuzun onlara da bulaştığı açıktı. Geleceğin bugünden daha iyi olacağından emindi herkes. Gerçi sosyalistlerin peşine çok azı takıldı ama sosyal demokrattılar en nihayetinde. Ne tarikat hatırlıyorum o günlerden, ne yobazlık, ne gericilik. Karadeniz’in en karanlık günlerinde bile pırıl pırıl bir aydınlık her yerde.

Sonra, güneşli bir Eylül gününde ufukta alışık olmadığımız bir karartı belirdi. Ardından, herkesi oradan oraya savuran bir tufan. Gençleri alıp alıp götürdüler, geriye kalanlar savruldular Karadeniz’in dışına doğru. O karartının uzun süre gitmeyeceği anlaşılmıştı.

Karartılar Karadeniz’i; Fatsa’yı, Bulancak’ı, Giresun’u karartılar. Aydınlığını hapse tıktılar, vurdular, işkence tezgâhına çektiler. Boşaldı köyler, kasabalar. Sonra yatılı Kuran kursları, sonra tarikatlar geldi arkasından.

İki gün önce gece yarısına doğru, polisin kovaladığı o aydınlığın yolunu kesmeye çıkmıştı Giresunlu Burak Can. Düşmanlarını dost bellemişti; Mustafa Kemal’in kötü, Tayyip Erdoğan’ın gecikmiş bir tanrı olduğuna iman getirmişti çünkü.

Karadeniz’e o doğmadan on yıllarca önce gelen karanlığın kurbanı olmak üzereydi az sonra…

Karanlıkta bir şimşek çaktı, bir çocuk yere düştü. Az önce bir çocuğu karanlık toprağa vermekten gelen diğer çocukların yüreği hop etti.

Yıllar önce dağlarda esen o rüzgar dinmişti çünkü, Karadeniz’in o dağlarında umut çiçekleri yeşermeyeli çok olmuştu.


Tarifsiz bir kin bahçesi geride…

0 yorum :: BURAK’IN BİLEMEDİĞİ KADERİ

Yorum Gönder