ÖLEN MADENCİLERİN ARDINDAN

0 yorum
Göktuğ Halis

Zonguldak’ta doğdum ben. Lise yıllarında arkadaşlarım beni kızdırmak niyetiyle bana “kömürcü” diye hitap ederdi.

Bilmezlerdi; ben pek sevinirdim...

Özal’ın ülkenin elde kalmış son değerlerini üç beş kuruşa peşkeş çekmeye hazırlandığı dönemdi; bebeklikten çocukluğa geçeli pek az zaman olmuştu. Kozlu ve İnağzı’ndan, Kilimli’ye, kimi yerlerde bir uçurum gibi dikleşen bozuk otoyoldan gidip gelen işçi servislerinin egzozuna boğulurduk; dikene değse patlayacak plastik bir topun ardından koşarken.

Hakkını yemeyeyim memleketimin, her daim yeşildir ve en çok da çocukları yumuşak toprağıyla karşılar. Yine de denizi mavi değildir; Karadeniz’in karalığı en çok Zonguldak’tadır. Suya kömürün tozu karışır…

Maden işçilerinin arasında çocuk olmak

Kamyon şoförüydü dedem, kömür işletmelerinin aracıyla mahallelere içme suyu dağıtırdı; kucağında da ben. Boyumdan büyük kamyon direksiyonunu sağa sola çevirmeye çalışırdım. İçme suyu için sıraya giren çilekeş insanını hatırlıyorum. Hayatını yerin yüzlerce metre altında, gırtlağı tıkayan kuruma aldırmadan kazanmaya çalışan maden işçilerinin anne ve babalarını; kadın ve çocuklarını…

Karadon’un yuvarlacık yollarında işimiz bittiğinde yabani incirler ve dağ çileklerinin kimse tarafından sahiplenilmemiş zenginliğine dalardım. Rüzgar şimdi çoktan unuttuğum kokularını getirirdi. Öyle yorulurdum ki, bahçede uyurdum. Şefkatli ellerle taşınırdım.

Uyandığımda her şey yeniden başlardı. Servisler dolar, yolculuk başlar; ocağa gelince herkes iner. Ben ancak bu kadarını görebildim. Ötesi bana yasaktı... 

Akşam gün batarken ocaklardan, Kara Elmas’ın toprağının bağrından “kara kara” adamlar çıkardı; uzun konvoylar oluşturan arabalara biner, evlerine dönerlerdi…

Her canlı gibi büyüdüm; masalsı tınıları dağıldı dünyanın. İlki yaşlılıktı; dedem emekli oldu. Evini başkasına verdi devlet. Onun için doğaldı; bir çocuk olan benim için “sürgün”.

İstanbul’a geldik; yüreğim orada kaldı.

Büyüdükçe anladım; Zonguldak’ın içini kazdıkça insanların içi kazınmıştır. Ölüm bu topraklarda çok yakındır yaşayana; eninde sonunda gelen bir şey değildir. Her daim yanındadır ve soluğunu hisseder…

İnsan canını sermayeye peşkeş çekmek

92’de Kozlu’da 263 kişinin öldüğü grizu faciasından bugüne, Soma’ya ölen yüzlerce madencinin gerçeğidir bu. Ve ne acıdır; kader değildir onların ölüm nedeni. Politikadır…

Devletin “kar etmiyoruz” gerekçesiyle sattığı kömür işletmelerinin halini görmek için çaba harcamaya gerek yok.  Ne vahşi kapitalizmin, ne de “özel sermayeye daha fazla yer açmak için” ekonomiden çekilen devlet-gözetimli-kapitalizmin ilk cinayeti değil bu.  Yeri geldiğinde sistem reflekslerinin insanları açlığa ve toplu katliamlara, canlı canlı toprağın altında kalmaya mahkum edebileceğini biliyoruz. Özel şirketlerde iş kazalarının devlet işletmelerine oranla dört kat daha fazla yaşanması birçok şeyi açıklamaya yetiyor.

Kömür işletmelerini özelleştirerek, madencileri bir avuç “gözünü kar hırsı bürümüş” patronun vicdanına terk edenler, bu cinayetlerin vebalini taşır. Memleketin değerlerini üç beş kuruşa peşkeş çeken, özelleştirme projelerine imza atan; sonra milyonlarca dolara dışarıdan kömür ihracatı yapan devlet politikalarını kuran sürdüren ve yaşatanların boynunadır ölen madencilerin günahı...

Bir madenci efsanesinin mirası

Zonguldak’ta gördüğüm yüzü kara insanları, Yunan’ın Maden Tanrısı Hephaistos’un, yamru yumru olmuş, çirkin mi çirkin yüzü, güçlü duruşuyla harmanlanmış biçimde yerleşmiş meğer zihnime. 1659-1734 yılları arasında yaşamış İtalyan ressam Sebastiano Ricci’nin “Venus ile Cupido ve Vulkanus” çalışmasında, elinde bir demirci çekici ile gördüğümde fark ettim bunu. Venüs ve Cupido ile kıyaslandığında arka planda, olası çirkinliğini örtmeye yarayan ışıksızlık halinde canlandırılmıştır Hephaistos burada. Mutlu aile tablosunun, Hephaistos’un başının hemen üzerinde mavi gökyüzünü griye boyayan kasvetli bir bulut aracılığıyla gölgelenişi, mitin gidişatıyla ilgilidir. Hephaistos, kendisini savaş Tanrısı Ares ile aldatan karısını, büyülü bir ağ yardımıyla basacak, bu gayrı resmi ilişkinin ayyuka çıkmasıyla iki tanrının itibarsızlaşmasına sebep olacaktır. Aphrodite ve Ares, utanç içinde, ilki Kıbrıs’a, ikincisi ise Trakya’ya, kaçmak zorunda kalır. Dirençli ve kızgındır her daim; dünyanın en muteber nesnelerinin, savaş aletlerinin bu büyük ustası. 
Öyküye göre Etna yanardağının hiç durmadan tüten dumanı onun ocağında işlenen devasa cevherlerin ateşinden çıkmaktadır. Hephaistos, tunçtan kadınlar ve gümüş köpeklerden oluşan yıkılmaz bir çalışan ordusuna sahiptir. 

Çok daha kesin olan, belden yukarısı çıplak, kafasında bir işçi takkesiyle çalışır şekilde resmedilişidir.

Tüm mitik figürler gibi bir eğretilemedir; madencinin çileye yazgılı romantik hali, modern dünyanın o pek övündüğü güvenlik ve refah sistematiğini onlara yar etmeyen egemenlerin heyulasında silinip gitmiştir.

Masal kahramanlarının ölümü…

Madencinin ortaya koyduğu, toprağın bağrından söküp aldığı değerleri görünce, eski dünyanın onu, “tunçtan” ve “gümüşten” ya da yıpranmaz bir madenden imal edilmiş şekilde sunmasının nedenini anlarız. Bir kez daha, ruhsuz varlıklarmış gibi, çalışmaya yazgılı emekçinin mekanikleşmiş ruh halini resmederiz; körelmeye yüz tutmuş duyularını, yaşama arzusunun çekip gidişini…

Elbette, kahramanların öykülerini anlatmaktır arkada kalanların görevi. Ve becerebildiğimiz biçimde… Masal dünyasının sınırlarına dalmışken elimden geleni yapacağım:

“Ölümün simsiyah bir duman kılığında yaklaştığını gören yüreğinin anlık çırpıntısını, yanındaki yoldaşına cesaret aşılamak için bastırır madenci. El ele tutuşmuş, bedenin çürüyüp gitmeye yazgılı halini umursamadan, kömürün siyahına inat, bedenlerden çıkan bembeyaz can-ların aydınlattığı karanlık dehlizin, Tanrı’nın cennetine dönüşüverdiğini görür.  Gökyüzü tüm parlaklığıyla açıktır ve çiçekler bin bir renkte saçılmıştır etrafa. Sevdikleri oradadır…

Ufukta, doğudan batıya, yatmakta olan bir kadın gibi kıvrılan dağların eteklerinden denize kadar uzanan verimli mi verimli bir arazidedir yeni evleri. Ve sürgünden önce gibidir sanki; emeğin sömürüsünün olmadığı bir dünyadır. Doğa yeterlidir ona, geri kalan zaman, aşka, oyuna ve öykülere adanmıştır. Onlar bu ülkede, sonsuzca mutlu yaşamıştır…”