Mustafa Çölkesen: Medeniyetin Pençesi: Akıl ve İnanç

1 yorum


Mustafa Çölkesen
Tarihsel ve evrensel bir insan doğasından bahsedebilirmiyiz? İnsanın boyutları nelerdir? Ne ister insan yaşamdan? bu amaçlara hangi araçlarla ulaşır, ya da hangi araçlar bu amaçlara ulaşmak bakımından insan doğası için en uygunudur?

Modern insanın tarih sahnesine kabaca 200.000 yıl önce çıktığını biliyoruz, uygarlığın ön adımları ise yaklaşık 10.000 yıl önce bereketli hilal civarlarında atılıyor, henüz aradaki 190.000 yıllık süre zarfında toplayıcı-avcı, göçebe gezgin eşitlikçi  "komün yaşamının" dışında tarihsel resmi derinleştiremiyoruz.

Son dönem arkeolojik buluşlardan baltanın 2.000.000  yıl öncesinde dahi kullanıldığını öğreniyoruz, bu aklımızın algılamakta zorlandığı uzun zaman diliminde sanki insan aklı, homo sapiens türüne ayrıldığı günden beri icatlar yapmaya programlı, dünyanın keşfi ve basit formüllerine en eski zamanlarda bile ulaşmaya başlamış, kendi kendinin bilincinde doğa olarak Akıl, varolduğundan beri hep insana eşlik etmiş gibi gözüküyor...

Peki insanlık sadece salt akılla mı yürüdü bu uzun tarihsel yolunu? Akıl, etik veya ahlak, veya maneviyat dediğimiz bir değerler bütünün bir tamamlayıcısı değilmiydi? O değerler bütünü ilkel toplulukların kendisini doğanın bir parçası olarak gören, dahası doğayı kendisi önünde yücelten, zaman içinde ruh, mana, me, maat , rta, fa gibi bir dizi ilkeyle onu tanımlayarak aklın doğayı dönüştürücü atılımlarını belki de bu etik yasalara göre sınırlandıran daha öncelikli birşeydi, yaşamlarını sürdürmek üzere doğanın güneş, toprak, su bereketiyle kendilerine ev sahipliği yaptığı, zaman zaman onu kızdırmaları nedeniyle hışmına da uğradıklarını düşündükleri bu eski doğal topluluklar deneyimli yaşlılardan başlayarak, büyücü-şaman, rahip ve rahip krallarına kadar hep dinsel topluluklardı, kutsal olan bitki ve hayvanlardan totemlere, tılsımlardan duvar yazılarına, mağara resimlerinden heykellere kadar hep sembolleştirilmişti, semboller ise arkasındaki derin mitsel mananın bir imgesi ve hatırlatıcısı görevini görüyordu, o semboller onlara evren, kozmogoni, kozmoloji gibi aynı değerlere inanan eski ve tarihsel bir topluluk olduklarını hatırlatıyordu, bütün, parçaların toplamından farklı ve üstündü, kutsal kozmik doğa ve toplumun çıkarları ve sürekliliği öncelikliydi...

Doğanın içinde özgün bir uyum etiği ve bir mantık düzeneği ile yaşayan toplulukların yaklaşık aynı zamanlarda M.Ö 4.000 yılları civarında Amerika kıtasından Hindistan'a kadar bir yatay coğrafi kuşak altında neolitik topluluklar olarak, ama yine -göksel arketiplerin yeryüzündeki karşılığı olan-kutsal tapınak, ziggurat, piramitler ile farklılaşmaya başladığını görüyoruz, artık yerleşiktirler, yazı, madencilik, tarım teknikleri, cam, silindir mühürler, mimari bir anlayış, ayrı kent-devletleri ve dinsel panteonları tedricen geliştirilmiş durumdadır, Aklın farklı coğrafyalarda bu  eşzamanlı atılımının nedenleri hala gizemini koruyor, ama bu teknik atılımına işbölümü ve toplumsal rol ve konumlardaki farklılaşmanın eşlik ettiği görülüyor, bu maddi tarihsel dönüşüm yeni neolitik toplumların mitolojik anlatılarında da Gılgamış'ın zorbalığı, Dumuzi'nin ölümü, İnanna'nın Gılgamışla kavgası, Osiris miti gibi bir dizi dramatik öyküye ve kötücül güçlerin yeryüzünde çoğalmasına bırakıyor yerini, insanlık Aklın gücü ile giderek sınıflı toplum haline gelirken, geçmiş, "Dilmun" gibi kaybedilmiş cennet öykülerinde yaşıyor artık, tanrılar kule yapan insanları dillere bölerek cezalandırıyor ya da değerlerinden sapmış insanlık tanrıların ortak kararı olan Tufan ile yeryüzünden silinmek isteniyor, Aklın ilerlemesinin bir ürünü olan yazılı kayıtlar, gelişen ve karmaşıklaşan toplukların kendi aralarındaki paylaşım kavgasından ve tanrısal tehditlerden ve insanın kötücül yanından daha çok bahseder hale geliyor. 

Zamanda bir kaç adım ötede ise bilginin insanlığın en büyük cezası olduğuyla başlayıp, kutsal tarihinde Kain ile Habil arasındaki ilk kardeş kanından bahseden Kitab-ı Mukaddes çıkıyor karşımıza, İbraniler insanlık tarihinde hata yapmaktan asla vazgeçmeyen nesillere tanrının defalarca verdiği uyarı ve cezalardan bahsediyor ve Yahudi tarihi ise- tıpkı insanlık tarihi gibi- hep yıkımlar ve yeniden başlangıçlarla devam ediyor.

Defalarca işgal ve sürgün yaşamış Yahudi toplumunda Roma işgali ile Mukaddes Kitabın imalarından feyz alan ve bir "savaşçı kurtarıcı" sayesinde yeni bir çağ açılarak kurtulacaklarını vaaz eden büyücü ve kahinler ortalığı kaplarken İsa'nın kısa mucizevi yaşamı ve dramatik sonu, yerini onun "yeniden doğuş çağı" beklentisine bırakıyor, insanlar inançlarını onun havarilerinden ödünç aldıkları bu sevgi odaklı, belirsiz beklenti ile tazeliyorlar, ilk Hıristiyanların eşitlikçi değerleri bağlı oldukları imparatorluklarda artık bir sessiz çığlık olmanın ötesine geçemiyor ve onlarla birlikte yokoluyordu.

Kutsal Roma'dan pagan Batı'ya Hıristiyanlık üzerinden bir ortak dinsel kimlik kazandırılmış oluyor, din hızlı yayılıyor ve kilise giderek güçlenip mutlakiyetçi feodal Avrupa'nın uzun ortaçağına papazları ile ivme kazandırıyor, Akıl, serflerin toprağa dayalı statik yaşamında uzun bir gerileme dönemine giriyordu, Kutsal kitaba göre insan cennetten kovulmanın cezasını ekmeğini güçlükle kazanarak ödeyecekti, Paulus'un saygılı sözleri sonuçta köleleği onaylamıyormuydu? İnanç, serf yaşamını buyurmuştu.

Avrupa'nın önce muazzam gerileyip, din savaşları ve veba gibi felaketleri atlatarak canlanmaya başladığı göreli barış döneminde Akıl, örtülü bir dinsel, mistik bir inançlara sahip yer yer neo-platoncu veya hermesçi dahileri vasıtasıyla "yeniden doğuş" ve "aydınlanma" atılımını yaptı, şimdi sıra Aklın bu yeni atılımına ticaretin hızlanması, Doğu'dan kopyalanan matbaa sayesinde İncil'in okuma yazma bilen kesimlere ulaşabilmesi, barut gibi icatların imha gücünün devreye alınması, zaman içinde palazlanan soyluların şirketleşmesinin eşlik etmesindeydi, Osmanlı üretim yerine haraca gözünü dikmişken Batı tüm bu icatları piyasa için kitlesel mamul haline döndürmenin yolunu arıyordu, diğer yandan kapitalizm Batı'da hızla geliştikçe okyanusaşırı sömürgecilik ve kolonizasyon, yerel toplulukların asimilasyonu ve kadim kültürlerin imhasına da yöneliyordu, teknolojik güç, sade, eşitlikçi yerel toplukları aşağı, yetersiz, cahil halklar olarak damgalayıp otantik inançlarından vazgeçmeye zorluyor, sanki Hıristiyanlık fethedilen topraklarda gelecekteki piyasa ekonomisinin mecburi bir "ön anlaşması" gibi görülüyordu, önce saha, tarihsel, kültürel kalıntılarından temizlenmeli ve yerine bir güç ve yeni ekonomik ilişkiler olan kapitalizmin Ruh-ül Kudüs'ün emri olduğuna inanan yeni insanlar ikame edilmeliydi, Avrupa'da buluşlara, hayatı, yenilikleri bir kazanç alanı olarak gören fırsatçı bir Yahudi zihniyeti eşlik ediyordu ve vatansız Yahudilerin Batı'ya bu anlamdaki katkılarıyla güçlenmeleri engellenemiyordu. Hıristiyanlık atası olan Yahudi dininde bir mutasyon değilmiydi?

Hıristiyanlık seçilmiş bir halkın hikayesini kendine bağlayan ama uzun bir kutsal tarih içinde görece cılız, güçsüz bir ışık gibi duruyordu, bambaşka bir yaşam ve çağ vaad eden İsa'nın zenginleri hor gören, bedeni aşağılayan, sevgiye dayalı ve paylaşımcı tinsel mesajlarından ziyade Batı'lı insanın zihninde sadece sembolik bir nostalji olarak algılanmıştı İsa, tıpkı ilerleyen uygarlık gücünün zaman içinde Kilise'yi etkisizleştirmesi gibi, Hıristiyanlığın kült ve sembolleri değerlere baskın çıkmıştı...

Tüm iyilikleri bilinmeyen bir Tanrı'ya ve kötülükleri de kötücül güce havale eden bir dinsel öğretinin şemsiyesi altında artık piyasa ekonomisi için tüm kapılar sonuna kadar açılmıştı, sanki metaların yaygınlaşmasına en uygun bir dinsel üstyapıydı bu, nasılsa İsa'nın bilinmeyen bir tarihte mucizevi dönüşü ile tüm kötülükler sonlanacak, altın çağ elbet gelecekti, o halde haftalık ayinler haftalık günahları kapatabilirdi. Özel mülkiyetin varlığı ve sınırsız ilerlemesi bu inanç dizgesi için bir sorun yaratmıyordu, varlık ve güç dindışı bir alandı, herkes çalışıyor ve karşılığında kar, rant veya ücretini alıyordu, dünya düzeni tanrısaldı.

Dahası metaların, sermayenin, ticaretin, fabrikaların, emek üretkenliğinin, para dolaşımının artışında önde giden uluslardan biri olan İngilizlerden bir iktisatçı piyasadaki dengeyi Tanrı'nın "görünmez eli" olarak ilan etmişti, artık hırsla güçlenerek dünyayı fethe koyulan kapitalizm için ortada manevi bir kuşkuda kalmamıştı.

Batı'nın sanayi ve siyasi devrim çağlarında yine Aydınlanmacı Batılı bir Yahudi, bir ömür harcadığı çalışmalarıyla, sermaye denen olgunun üzerindeki sahte kılıfı kaldırıp altındaki tüm varlıkların bir "birikmiş emek" olarak emek gücünden çalındığını anlatmaya koyuldu, bu gizli hırsız, tarih boyunca iktidar aygıtını da elde tutarak mevcut dinin söylemiyle sınıf hegemonyasını meşrulaştırıyordu emekçilerin gözünde ve bu hırsızdan ancak gerçek değerin sahibi mağdurların birleşmesi ile kurtulunabilirdi, emekçiler ayrıca üretim sürecindeki giderek karmaşıklaşan işbölümü ve uzmanlaşma nedeniyle kendi emeğinin ürünlerine sahip çıkamıyor, hem maddi hem de ruhani bir yoksunluk duygusuyla kendisine yabancılaşıyordu, emek, burjuvazinin bir icadı olan makinenin sıradan bir avandanlığı haline geliyordu, Marx'a göre çıkış, Yahudi zihninin somutlaşması olarak gördüğü kapitalizmin sosyal bir devrimle ilga edilmesiydi. Sosyal devrim koşulları en uygun olan Batı'da gerçekleşmeli ve oradan dünyaya yayılmalıydı, arkadaşı Engels ile birlikte kaleme aldıkları manifestoları İncil'den sonra dünyanın en çok okunan eseri haline geldi, bu yeni ışık, zaman içinde Rusya ve Çin'e varıncaya kadar hızla taraftar bulmaya başlamıştı.

Ancak Marx, hem toplumsal ilişkiler ve üretici güçlere yoğunlaştığından hemde Bir Avrupa merkezci olarak uygarlığın gelişimini yadsımadığından, imalarda bulunmakla birlikte hızla gelişen kapitalizm içindeki bireyin özel dünyasını ihmal etmişti, kalan boşluk Freud tarafından tamamlandı, Freud, uzun yıllar nörolojik çalışmalara odaklandıktan sonra ruhsal hastalıklara yönelerek, tarih, arkeoloji ve mitoloji çalışmaları vasıtasıyla adım adım "bilinç-dışı" denen alanı keşfe koyuldu, kendisini bireyin gündelik yaşamında hissettirmeyen, ama ansızın içgüdüsel patlamalar, his ve davranışlarda nöbet ve bozukluklarla ortaya koyan gizli, karanlık bir alandı bu, bireyin en doğal yaşam enerjisi olan Libido'nun karşısına uygarlığın kısıtlayıcı duvarları çıkıyor ve özgür istemler zihinde bilinç ile erişilemez olan kapalı bir alana terkediliyordu, Freud, Marx'dan bağımsız olarak, uygarlık ilerledikçe bireyin zihnindeki bu karanlık alanın büyüyerek ruhsal hastalıkları tetikleyeceğini öngörüyordu, din ise bu alanın kendince işleyişini engelleyemiyor, bilakis bu alan onun yadsınmasına bile neden olabiliyordu.

Kapitalizmin istilasına kadar doğayı kozmik bir bütünlük olarak gören Doğu'dan farklı olarak Batı aklı, uygarlık çizgisini, doğayla bütünleşmekten ziyade onu kutsallıktan arındıracak, onda sonuna kadar bir ticari fırsat alanı görecek, doğayı ve varlığı keşfetmeye çalışırken bile onu nesneleştirecek şekilde kurguladı, Batı'nın insan ilişkilerindeki eşitsizlik ve tahakküm anlayışı doğa karşısındaki zafer tutkusu ile uyumlu oldu, Doğu'nun içsel insanına karşın, maddi fırsatlar karşısında rasyonel, kaynaklar üzerinde rekabetçi, güç ve sermayeyi yaşamının asıl hedefi haline getirmiş, alternatif bir toplumsal yaşam idealini karanlık alanına terketmiş umarsız ve bireyci bir insan profili egemen oldu, metalar çoğaldığı ölçüde Batı'lı insanın yalnızlığı daha da derinleşti, bireysel kazanmaya yönlendirilmiş insan, toplum olduğunu unutmak ve geleceği önemsememek durumundaydı ve tüketim toplumunda şimdiki zamanda kazanmak  ve hep tüketerek unutmak Batı'lı insanın gönüllü, kalıcı tercihi haline geldi..

Uygarlık dediğimiz süreç insanın kendi öz doğasından vazgeçmesi ve özgürlüğü uygarlığın istediği zorunlu, önceden belirlenmiş o standart maskeye feda etmektir, benliğinden vazgeçen insan, kendisini "göründüğü gibi olduğuna" inandırır, oysa kendisinden vazgeçmiş ve her yanıyla metalar dünyasına karışmıştır, insan artık yarattığına teslim olmuştur...

Metalar dünyasının zirvesi olan Batı'da, Doğu'nun mistik öğretilerinin ancak yavan karikatürleriyle hayata tutunmaya çalışan Batı'lı bireylerden, New Age dini şeklinde eski, gizemci pagan kültlerine varıncaya dek yeni arayışların canlanmasına tanık oluyoruz, kapitalist şirketlerdeki kariyerlerinin kısa yaşamları için bir zindan olduğunu farkedemeyenler tatminsizliklerinin odağına "hazcılığı" koyuyorlar, karanlık içgüdüler, kitleler halinde cinsel fetişizm, sadizm, mazoşizm, pedefoli, zoofili v.b uçlara savruluyor, ama dünyada Freud'un "ölüm içgüdüsü" olarak tanımladığı yıkıcılık ve şiddet eğilimi de aynı ölçüde artıyor ve dünya geri dönüşü olmayan bir nükleer silah deposu haline geliyor.

İnsan doğası hakkında konuşmak bize aynı zamanda en eğitimli insanların bile iyilik ve mutluluğu anlatan kutsal bir sembol olan Svastika ile Hitler'e destek verdiği korkunç faşizmi ve iki dünya savaşını da hatırlatıyor, olasılıklar dünyası insanın karanlık alanının, bilinç-dışının büyümesi ve yıkıcı tarihin tekerrür edebilme ihtimalini anlatıyor, korkarız ki bu kez insanlığın sonu Tanrı iradesi ile gelen bir tufandan değil, 6 milyar insan arasındaki bir delinin veya zümrenin eliyle de gerçekleşebilir...

27.06.2014 

colkesenm [at] hotmail.com 

Twitter: https://twitter.com/clksnme 

Doğasına rağmen Kadın..!

1 yorum
Mustafa Çölkesen

"...hızla çürüyen bir dünyada yönsüz kalma, umarsızlık, kadercilik ve çilecilik, kitlesel cahilleşme eğiliminin etkisine giderek daha fazla maruz kalma, burjuva yaşam biçiminin nesnesi olma, biçimsel kadın egolarını kışkırtan güzellik endüstrisinin ballı müşterileri haline gelme, metalaştırılmış cinsellikleri ile küresel medyanın satış körükleme malzemesi olma..."

Yaklaşık  5 yıl önce modernizm içindeki kadınların durumu hakkındaki makalemiz temel eleştiriler bakımından güncelliğini korumakla beraber, aradan geçen zamanda "burjuva yaşam biçiminin nesnesi" olma vurgumuzun kadınların ortak tutumu olarak daha belirgin hale geldiğini görüyoruz.

Kapitalist uygarlık sadece üretim, finans, raflarda çoğalan ve çeşitlenen mal ve hizmetlerle değil, bu ekonomik karmaşıklaşmanın amacı ve aracı olan hakim "tüketim kültürü" ile de ilerler, değişmez bir kapitalist senaryo olarak maddi uygarlık, bireylerin yaşam tercihini, insan ruhunu, hayata yönelik algı ve beklentilerini, manevi tatminini sınırları kesin çizilmiş şablonla kendi salt "rasyonel" amaçlarına uygun hale getirir, anlamdan önce "akılcılık" ve isteklerden önce "zorunluluklar"ın keskin gücü hüküm sürer rasyonel piyasacı uygarlıkta...

Önemsiz biçimsel farklılıklar ya da sadece ambalaj farklılığıyla birbirinin yerine geçen metaların insan ihtiyaçlarından fazla olduğu bir kitlesel "aşırı üretim" toplumunda malların "gerçek faydası" yerini reklam destekli "yeni ürünleri deneme teşviklerine" bırakır, insanlık yalnızca daha çok kar peşinde koşan AR-Ge laboratuarlarında ambalaj, biçim, desen, koku öğelerinin bir "deneği" haline getirilir ve akıl, bu biçimsel farklılaştırılmış malları tükettikçe "öz ve biçim" arasındaki farkı algılayamaz hale gelip,  giderek malların "biçimler dünyası"na teslim olur, burjuva dünyasında birey, bir tüketici olarak, algısı ve muhakemesi bozulmak suretiyle kitleselleşir... 

Kitlesel olarak "suni biçimler dünyası"na teslim olmak artık "sürü psikolojisi" halinde davranış kalıbının insana yön vermesidir...

Demek ki,  gönüllü olarak değil, emir-komuta zinciri, tahakküm hiyerarşisi altında zoraki üstlenilen ve en verimli saatlerini adadığı çalışan rolünün ötesinde birey, özgür olduğunu zannettiği tüketim tercihlerinde de sadece kar amaçlı şirketlerin algılarını manipüle eden önceden belirlenmiş sınırlı bir özgürlüğün kıyılarında dolanmaktadır. Bu sınırlı özgürlüğe ya alışacak ya da özlemini bilinçaltına gönderip müstakbel nevrozlarına saklayacaktır.

Kapitalizm ucuz bir emekgücü olarak kadınları daha fazla çalışma hayatında özgürleştirip, onları  kozmetik benzeri kadın endüstrisinde histerik müşterileri haline getirirken asıl özgürleşmelerini pek sevdikleri pembe renkten hayali bir "aşk söylemi" ile efsunlayarak sömürüyor, özgürlük tıpkı ambalajı farklılaştırılmış malların hızlı ve kitlesel halde tüketilmesi gibi "bir varmış bir yokmuş"lar anlarında yaşanan, geçici, değerden ve bağlılıktan yoksun "şehvet dejavu"larına indirgeniyor, Batı, otantik, farklı değerlerin coğrafyalarına sadece mallarını değil, hızlı, bencil, bireyci, hazcı yaşam biçimini de ihraç ediyor, kadınlar giderek dünyanın erkek egemen kitlesel bir tüketim kültürü olan futbolun keskin rekabetçi totemciliğine de ruhen ortak olarak, aşkı fast food modundaki cinselliğe indirgeyip erkekleşerek karşı cinslerinden tarihsel intikamlarını almaya çalışıyor, özgürlük kavgası yine öz, mana, değer peşinde değil, tüketim şablonunun biçimsel algılarıyla güdümleniyor...

Eskiler "her şerde bir hayır, her hayırda da bir şer vardır" derdi, eskinin  yuva kurucu, emektar, fedakar anne profili, bireyci özgürlük hırsları ve kişisel tüm bağlardan kurtulmak adına çocuklarını bakıcılarının büyüttüğü ya da çocuk sorumluluğu almak istemeyen bir bencil kadın profili ile yer değiştiriyor. Kadın, geçmişin en zorlu, mucizevi doğa koşullarında benliğinin bir parçası olarak çöllerde, dağlarda kilometrelerce yollar boyunca kucağında özveriyle taşıdığı yavrusunu artık yaşamı için bir engel olarak görüyor, artık kadın öz doğasını reddediyor...

Ve geçmişin fedakar, anaç, horgörülen, mağdur  annelerin kızlarına kapitalizmin ve sanal alanın bir nispi statü kazandırması onları sarhoş edip, uygarlığın toplumsal, eşitsiz, cinsiyetçi doğasında kadınlığın değil, insanlığın krizini sorgulamak yerine, özgün doğalarından hızla uzaklaşıp lüks tüketim, kozmetik, eğlence endüstrisiyle kendilerine yabancılaşmaları sayesinde medeniyet, tüketim gücünü perçinleyerek  insanlık üzerindeki yıkıcı ilerlemesini sürdürüyor, medeniyet asıl şimdi gücünü daha çok kadından alıyor.

Oysa dünyanın acımasız gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınan günümüzün konformist kadınlarının ellerinden düşürmediği pembe romanlar ve masallar böyle bir dünya ve insan doğasını anlatmaz bize, kahramanlar hep iyidir, doğrudan yanadır, fedakardır, dayanışmacıdır, eşitlikçidir, ahlaklıdır, merhametlidir, adaletlidir, affedicidir, sevgi doludur ve romanların sonu bu sıfatların birleşmesi, hayata kavuşması, yani mutlu sondur...

Eğer bildik evrensel mutluluk tarifi ve mana henüz tedavülden kalkmadıysa, eminiz bugünün çarpık dünyasında bireycilik ve tüketim peşinde manevi yolundan, doğasından sapan kadın mutlu olmayacaktır..!


 21.06.2014

colkesenm [at] hotmail.com 

Twitter:  https://twitter.com/clksnme 

Mustafa Çölkesen'in diğer yazıları için: http://dikine.blogspot.com/search/label/Mustafa Çölkesen

Serbest Bir Gezi Yazısı..!

0 yorum
Mustafa Çölkesen

Tarih yaşanırken tarih anlaşılmaz, bir tabloya bakar gibi, tarihe belirli bir mesafeden, uzağından bakmak lazım der tarihçiler...

Gezi'nin henüz 1 yıl kadar uzağındayız, geleceğini öngörebilecek kadar değerlendirebilirmiyiz süreci? Burası kesin değil, ama olan bitenin ne olduğu konusunda fikir yürütebiliriz belki.

1990'larda bürokratik Sovyet rejiminin çöküşü ve yine aynı yıllarda neo- liberal kapitalizmin internet ile teknolojide büyük bir devrimin ilk adımlarını atmasıyla birlikte artık uzun bir uykuya dalacağını düşündüğümüz kitleler nasıl oldu da neredeyse tüm Türkiye'de ayağa kalktı? Arada geçen bu yirmi yıl içinde neler olmuştu da insanlar ansızın uyanmıştı uykusundan, bu gerçekten ani bir bilinç sıçramasımıydı? İlk günlerinde söylendiği üzere "artık hiç bir eskisi gibi olmayacakmıydı?" Yılların birikimi yeni bir sol dalgayı mı zorunlu kılmıştı? Ve sorularımız böyle gider...

Evet 1990'lar solun prestiji ve kapitalizmin ilerleyişi bakımından yukarıda bahsettiğimiz ilginç ve tarihsel bir çakışmayı gündeme getirmişti: bir yanda hakkında 1960'lardan beri uzun bir tartışma ve uzun sol içi polemiklere neden olan bürokratik işçi devletleri -tıpkı doğuşları gibi- dünyayı sarsan sayılı günler içinde halk hareketleri ile yıkılarak kapitalizm dışındaki tek seçeneğin itibarına ölümcül darbe indirmiş ve aynı zamanlarda kapitalizm  dünya pazarındaki zaman ve mekan engelini ortadan kaldırıp, hakimiyetini genişletip-derinleştirmesini sağlayan devrimsel bir iletişim ağını adeta dünyanın üzerine atmıştı, bu, tüm dünyadaki insanlar için yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir uygarlık biçimi ve insan tarifi umudu anlamında moral bozukluğu, ancak en eski ülkülerden biri olan dünyanın birbirine kavuşması anlamında bir yeniden doğuştu.

O zamana değin dünyanın ücra köşesinde iç pazara dayalı birikim sınırına takılan lokal üreticiler, ham madde tedarikçileri kendilerini internette tanıttıkları takdirde belirli bir süre içinde dünyanın büyük şirketleri, ticari kuruluşlarına meta, ürün tedarik etmekte sıkıntı çekecek duruma bile gelebiliyorlardı, kapitalizmin -adeta bilgisayarların sürekli gelişen işlemcileri oranında- inanılmaz ölçüde hızlanmış ve ticaretini yapabileceği her türlü ürünü dünya pazarına sürebilecek olgunluğa gelmişti, dünün yerel markaları rasyonel hesaplarla dünyayı fethetmeye koyulmuştu, tüm girdi ve kaynaklar artık dünya ölçeğine göre planlanmalıydı. Adam Smith'in "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinleri" sınırların, fiziksel ortamın engellerini aşıp sanal uzayda kendini gerçekleştiriyordu, dünya bir uçtan ötekine insanların gündelik yaşamında bir telaş, aciliyet haline neden olacak şekilde üretim ve ticaret bakımından seferberlik halindeydi.

Teknolojik devrim üretim sürecinde yeni teknikleri tetikliyor, ofisler plazalara dönüşüyor, fabrikalar çoğalıyor ve belirli merkezlerde yoğunlaşıyor, daha çok dijital aygıt ve robotlar üretilip üretim sürecine sokuluyor, üretim ölçeği ve satış kanallarına yönelik hesaplama ve planlama daha hassas hale geliyor, bölgesel olarak çalışanlar eskisine nazaran daha ağır iş yükü ve stresine maruz kalıyor, karmaşık işin gerekleri yüzünden sürekli rasyonel düşünmek zorunda kaldığı ölçüde maneviyatından kopan nevrotik bir yöneticiler sınıfı ortaya çıkıyor ve olgunlaşıyordu.

Ama eski çağlardan beri paradoks değişmiyordu: ekonominin her sıçrayış ve zaferi yarattığı sonuçlar bakımından insanın hep gerilemesi ve kaybıydı, çünkü temelde insan yaşamı ekonomiye daha bağımlı hale geliyor ve boş zaman kıtlığı nedeniyle kendisinden daha çok feragat etmesi gerekiyordu, kapitalizm sadece üretim süreciyle değil, asıl o zamana dek bildik insani değerleri hızla kendi rekabetçi, rasyonel mükemmeliyetçi akılla ikame ediyor ve bireyi kendi fırsatçı değerlerini sahiplenmeye zorluyordu, bir uygarlık sistemi olarak kalabalıklaşan metropollerinde eskinin sosyal insanını, toplumunu parçalıyor, bireyi yalnızlaştırarak disipline ediyor, bu kaderi kabullenmeye mecbur hissettiriyordu. Şirket ölçekleri büyüdüğü ölçüde kurumsal bürokrasi güçlenip, hantallaşıyor ve iş emirlerine itaat, bireyin yetenek ve kişisel başarısından öncelikli hale geliyordu.

Dahası  yeni neo-liberal programın emek maliyetlerini asıl yük olarak görmesi nedeniyle Batı'da çalışanlar 90'lardan önceye nazaran sosyal haklarında ilerleme değil, büsbütün gerileme yaşıyorlar, sendikal hak ve özgürlüklerini tedricen kaybediyorlardı

Kısacası şimdi sentetik, inorganik üretimle hayatı tehdit eden ciddi ekolojik sorunlar, bölgesel kalkınma orantısızlıklarının yol açtığı ekonomik ve siyasi krizler, doğal kaynaklarda kıtlık riski, Doğu'dan Batı'ya göç gibi bedellere rağmen tarihsel bir serbestliğe kavuşan kapitalist Batı uygarlığının atılımı karşısında insan, teknolojik üretimin gücü karşısında hem bir hayranlık hem de bir çaresizlik duygusunu yaşıyordu.

Evet, insan sezinsel bir varlıktır, uygarlık insanda tedirginlik, yalnızlık ve çaresizlik duygusuyla ilerleyişini sürdürüyordu.

Ve dünyada insanın üzerine şahlanan kapitalist piyasaya karşılık bu gidişi tersine çevirip, insanların  çaresizlik duygusunu bertaraf edip harekete geçirebilecek "yeni bir uygarlık projesi" odağı henüz bulunmuyor, Marksizm hala Batı'nın akademik tartışması olmaktan ileri geçemezken eski 3. dünya ülkeleri yeni kapitalist global düzendeki payları olan Batı'nın atölyeleri olmanın güvencesiyle avunuyorlar.

Bir kırılma noktası, milat olarak gördüğümüz 1990'lardan beri tarihsel süreç ana hatlarıyla böyle ilerlemişti, Gezi'nin arkasındaki makro dekoru böyle tanımlayabiliriz.

Siyasi tarih global bütünselliği içinde kavranabilir olmasına rağmen, bölgeler- ülkeler bazında aynı büyük gerçeğin farklı görünümleri, yansımaları ile tezahür eder, tek tek baktığınızda başka başka olgular, siyasi dengeler, tarihsel sorunlar ve çözüm yolları görürsünüz. Bazı ülkeler kapitalizme erken bazıları geç, bazıları demokratik devrimlerle, diğerleri ise tepeden inme yöntemlerle geçer, hatta tarihin bir aşamasında farklı üretim modları aynı anda bir arada varolur.

Bu yazının amacı AKP'nin ortaya çıkış koşullarını değerlendirmek değil, biz nedenlerini 1980 darbesi, neo liberalizmin ithalatçısı Özalizm, Özalizm ve sonrasında siyasi aygıtın hızla çürümesi, yolsuzluklar, Doğu blokunun çözülüşüyle sosyalizmin itibar kaybı, tepeden inmeci, baskıcı bir siyasi rejimde temsili demokrasi ile kitlelerin oy verme dışında demokratik kurum ve geleneklerinin olmaması, modernizmin ve yabancılaşmanın toplum bağlarını parçalayarak insanları alt kimliklere (bölgecilik, mezhepler, etnik kimlikler v.b) ve gelenekçiliğe yönlendirmesi gibi bir dizi karmaşık vektörde görüyoruz.

Uygarlığın sıçramaları, büyük dönüşümleri hep sancılıdır, değişen toplum yapısı ve hızla çürüyen eski insani değerler için eğer "insan-emek" ekseninden karşı koymazsanız o eski "gelenek-kimliklerin" itirazını bulur karşısında, kapitalist zengin Batı ile kendisini Hıristiyan Batı'nın pençesi altında hisseden islam bayraklı yoksul Doğu arasındaki uygarlık çatışmasının özeti birazda budur aslında...

Evet Gezi, Batı'nın Ortadoğu'ya şekil verme amacıyla ileri sürdüğü, modellediği modernist İslam projesi olan ve zaman içinde Batı'nın belirlediği rotasından sapan AKP'ye karşı kendiliğinden bir kitlesel tepkiydi, hem kitleler artık büyük tehdit altında olan yaşamın sembolü ağaçlar üzerinden sokaklara çıktılar ve bir ilki yaşamının coşkusunu, yaratıcılığını alanlara taşıdılar ve hem de o zamana değin tüm entelektüel ve örgütsel çabası zamanı geldiğinde kitlelere önderlik etmeye hizmet edecek olan sol bu kendiliğinden hareketi şaşkınlıkla izleyerek peşine takılmak durumunda kalıp, boyunun ölçüsünü almış oldu.

Her restorasyon ve dönüşüm tepkilerle, itirazlarla karşılaşır, hem Sovyet kuruluşu hem de Kemalizmin inşasına bir çok isyan ve ayaklanma eşlik eder, kazananlar örgütlü olanlardır ve hep bastırmışlardır, bazen tarih el vermez isyancılara, Gezi'nin ardından gelen seçim süreci ve sonuçlarının sokaklara uygulanan devlet şiddeti kadar zararlı olduğu kanısındayız, psikolojik etki önce gelir.

Gezi, 1980'lerden beri kapitalist modernizmin insanlığa ve doğaya karşı saldırısına bilinçaltında biriktirilen bir öfkenin "yaşamın sembolü" ağaç ve parklar vasıtasıyla AKP karşıtlığına dönüşerek yansıtılmasıydı, bu eski zamanlardan kalma "yaşam ağacı" sembolik çıkış noktası asıl değerli olandır...

Sıcak bir bahardan sonbahara, oradan durgun bir yaza evrilen Gezi, kozmopolit yapısına, AKP karşıtlığına ve içindeki ulusalcı unsurlara rağmen, kapitalizmin yaşamı tehdit eden ekolojik, nükleer tehditleri karşısında, gelecekte yeni, emek odaklı, demokratik, ekolojik bir toplum ülküsünün "imgesi ve bayrağını" bırakmıştır arkasında, ne mutlu bize ..!


18.06.2014

Mustafa Çölkesen'in diğer yazıları için: http://dikine.blogspot.com.tr/search/label/Mustafa Çölkesen