Mustafa Çölkesen: Medeniyetin Pençesi: Akıl ve İnanç



Mustafa Çölkesen
Tarihsel ve evrensel bir insan doğasından bahsedebilirmiyiz? İnsanın boyutları nelerdir? Ne ister insan yaşamdan? bu amaçlara hangi araçlarla ulaşır, ya da hangi araçlar bu amaçlara ulaşmak bakımından insan doğası için en uygunudur?

Modern insanın tarih sahnesine kabaca 200.000 yıl önce çıktığını biliyoruz, uygarlığın ön adımları ise yaklaşık 10.000 yıl önce bereketli hilal civarlarında atılıyor, henüz aradaki 190.000 yıllık süre zarfında toplayıcı-avcı, göçebe gezgin eşitlikçi  "komün yaşamının" dışında tarihsel resmi derinleştiremiyoruz.

Son dönem arkeolojik buluşlardan baltanın 2.000.000  yıl öncesinde dahi kullanıldığını öğreniyoruz, bu aklımızın algılamakta zorlandığı uzun zaman diliminde sanki insan aklı, homo sapiens türüne ayrıldığı günden beri icatlar yapmaya programlı, dünyanın keşfi ve basit formüllerine en eski zamanlarda bile ulaşmaya başlamış, kendi kendinin bilincinde doğa olarak Akıl, varolduğundan beri hep insana eşlik etmiş gibi gözüküyor...

Peki insanlık sadece salt akılla mı yürüdü bu uzun tarihsel yolunu? Akıl, etik veya ahlak, veya maneviyat dediğimiz bir değerler bütünün bir tamamlayıcısı değilmiydi? O değerler bütünü ilkel toplulukların kendisini doğanın bir parçası olarak gören, dahası doğayı kendisi önünde yücelten, zaman içinde ruh, mana, me, maat , rta, fa gibi bir dizi ilkeyle onu tanımlayarak aklın doğayı dönüştürücü atılımlarını belki de bu etik yasalara göre sınırlandıran daha öncelikli birşeydi, yaşamlarını sürdürmek üzere doğanın güneş, toprak, su bereketiyle kendilerine ev sahipliği yaptığı, zaman zaman onu kızdırmaları nedeniyle hışmına da uğradıklarını düşündükleri bu eski doğal topluluklar deneyimli yaşlılardan başlayarak, büyücü-şaman, rahip ve rahip krallarına kadar hep dinsel topluluklardı, kutsal olan bitki ve hayvanlardan totemlere, tılsımlardan duvar yazılarına, mağara resimlerinden heykellere kadar hep sembolleştirilmişti, semboller ise arkasındaki derin mitsel mananın bir imgesi ve hatırlatıcısı görevini görüyordu, o semboller onlara evren, kozmogoni, kozmoloji gibi aynı değerlere inanan eski ve tarihsel bir topluluk olduklarını hatırlatıyordu, bütün, parçaların toplamından farklı ve üstündü, kutsal kozmik doğa ve toplumun çıkarları ve sürekliliği öncelikliydi...

Doğanın içinde özgün bir uyum etiği ve bir mantık düzeneği ile yaşayan toplulukların yaklaşık aynı zamanlarda M.Ö 4.000 yılları civarında Amerika kıtasından Hindistan'a kadar bir yatay coğrafi kuşak altında neolitik topluluklar olarak, ama yine -göksel arketiplerin yeryüzündeki karşılığı olan-kutsal tapınak, ziggurat, piramitler ile farklılaşmaya başladığını görüyoruz, artık yerleşiktirler, yazı, madencilik, tarım teknikleri, cam, silindir mühürler, mimari bir anlayış, ayrı kent-devletleri ve dinsel panteonları tedricen geliştirilmiş durumdadır, Aklın farklı coğrafyalarda bu  eşzamanlı atılımının nedenleri hala gizemini koruyor, ama bu teknik atılımına işbölümü ve toplumsal rol ve konumlardaki farklılaşmanın eşlik ettiği görülüyor, bu maddi tarihsel dönüşüm yeni neolitik toplumların mitolojik anlatılarında da Gılgamış'ın zorbalığı, Dumuzi'nin ölümü, İnanna'nın Gılgamışla kavgası, Osiris miti gibi bir dizi dramatik öyküye ve kötücül güçlerin yeryüzünde çoğalmasına bırakıyor yerini, insanlık Aklın gücü ile giderek sınıflı toplum haline gelirken, geçmiş, "Dilmun" gibi kaybedilmiş cennet öykülerinde yaşıyor artık, tanrılar kule yapan insanları dillere bölerek cezalandırıyor ya da değerlerinden sapmış insanlık tanrıların ortak kararı olan Tufan ile yeryüzünden silinmek isteniyor, Aklın ilerlemesinin bir ürünü olan yazılı kayıtlar, gelişen ve karmaşıklaşan toplukların kendi aralarındaki paylaşım kavgasından ve tanrısal tehditlerden ve insanın kötücül yanından daha çok bahseder hale geliyor. 

Zamanda bir kaç adım ötede ise bilginin insanlığın en büyük cezası olduğuyla başlayıp, kutsal tarihinde Kain ile Habil arasındaki ilk kardeş kanından bahseden Kitab-ı Mukaddes çıkıyor karşımıza, İbraniler insanlık tarihinde hata yapmaktan asla vazgeçmeyen nesillere tanrının defalarca verdiği uyarı ve cezalardan bahsediyor ve Yahudi tarihi ise- tıpkı insanlık tarihi gibi- hep yıkımlar ve yeniden başlangıçlarla devam ediyor.

Defalarca işgal ve sürgün yaşamış Yahudi toplumunda Roma işgali ile Mukaddes Kitabın imalarından feyz alan ve bir "savaşçı kurtarıcı" sayesinde yeni bir çağ açılarak kurtulacaklarını vaaz eden büyücü ve kahinler ortalığı kaplarken İsa'nın kısa mucizevi yaşamı ve dramatik sonu, yerini onun "yeniden doğuş çağı" beklentisine bırakıyor, insanlar inançlarını onun havarilerinden ödünç aldıkları bu sevgi odaklı, belirsiz beklenti ile tazeliyorlar, ilk Hıristiyanların eşitlikçi değerleri bağlı oldukları imparatorluklarda artık bir sessiz çığlık olmanın ötesine geçemiyor ve onlarla birlikte yokoluyordu.

Kutsal Roma'dan pagan Batı'ya Hıristiyanlık üzerinden bir ortak dinsel kimlik kazandırılmış oluyor, din hızlı yayılıyor ve kilise giderek güçlenip mutlakiyetçi feodal Avrupa'nın uzun ortaçağına papazları ile ivme kazandırıyor, Akıl, serflerin toprağa dayalı statik yaşamında uzun bir gerileme dönemine giriyordu, Kutsal kitaba göre insan cennetten kovulmanın cezasını ekmeğini güçlükle kazanarak ödeyecekti, Paulus'un saygılı sözleri sonuçta köleleği onaylamıyormuydu? İnanç, serf yaşamını buyurmuştu.

Avrupa'nın önce muazzam gerileyip, din savaşları ve veba gibi felaketleri atlatarak canlanmaya başladığı göreli barış döneminde Akıl, örtülü bir dinsel, mistik bir inançlara sahip yer yer neo-platoncu veya hermesçi dahileri vasıtasıyla "yeniden doğuş" ve "aydınlanma" atılımını yaptı, şimdi sıra Aklın bu yeni atılımına ticaretin hızlanması, Doğu'dan kopyalanan matbaa sayesinde İncil'in okuma yazma bilen kesimlere ulaşabilmesi, barut gibi icatların imha gücünün devreye alınması, zaman içinde palazlanan soyluların şirketleşmesinin eşlik etmesindeydi, Osmanlı üretim yerine haraca gözünü dikmişken Batı tüm bu icatları piyasa için kitlesel mamul haline döndürmenin yolunu arıyordu, diğer yandan kapitalizm Batı'da hızla geliştikçe okyanusaşırı sömürgecilik ve kolonizasyon, yerel toplulukların asimilasyonu ve kadim kültürlerin imhasına da yöneliyordu, teknolojik güç, sade, eşitlikçi yerel toplukları aşağı, yetersiz, cahil halklar olarak damgalayıp otantik inançlarından vazgeçmeye zorluyor, sanki Hıristiyanlık fethedilen topraklarda gelecekteki piyasa ekonomisinin mecburi bir "ön anlaşması" gibi görülüyordu, önce saha, tarihsel, kültürel kalıntılarından temizlenmeli ve yerine bir güç ve yeni ekonomik ilişkiler olan kapitalizmin Ruh-ül Kudüs'ün emri olduğuna inanan yeni insanlar ikame edilmeliydi, Avrupa'da buluşlara, hayatı, yenilikleri bir kazanç alanı olarak gören fırsatçı bir Yahudi zihniyeti eşlik ediyordu ve vatansız Yahudilerin Batı'ya bu anlamdaki katkılarıyla güçlenmeleri engellenemiyordu. Hıristiyanlık atası olan Yahudi dininde bir mutasyon değilmiydi?

Hıristiyanlık seçilmiş bir halkın hikayesini kendine bağlayan ama uzun bir kutsal tarih içinde görece cılız, güçsüz bir ışık gibi duruyordu, bambaşka bir yaşam ve çağ vaad eden İsa'nın zenginleri hor gören, bedeni aşağılayan, sevgiye dayalı ve paylaşımcı tinsel mesajlarından ziyade Batı'lı insanın zihninde sadece sembolik bir nostalji olarak algılanmıştı İsa, tıpkı ilerleyen uygarlık gücünün zaman içinde Kilise'yi etkisizleştirmesi gibi, Hıristiyanlığın kült ve sembolleri değerlere baskın çıkmıştı...

Tüm iyilikleri bilinmeyen bir Tanrı'ya ve kötülükleri de kötücül güce havale eden bir dinsel öğretinin şemsiyesi altında artık piyasa ekonomisi için tüm kapılar sonuna kadar açılmıştı, sanki metaların yaygınlaşmasına en uygun bir dinsel üstyapıydı bu, nasılsa İsa'nın bilinmeyen bir tarihte mucizevi dönüşü ile tüm kötülükler sonlanacak, altın çağ elbet gelecekti, o halde haftalık ayinler haftalık günahları kapatabilirdi. Özel mülkiyetin varlığı ve sınırsız ilerlemesi bu inanç dizgesi için bir sorun yaratmıyordu, varlık ve güç dindışı bir alandı, herkes çalışıyor ve karşılığında kar, rant veya ücretini alıyordu, dünya düzeni tanrısaldı.

Dahası metaların, sermayenin, ticaretin, fabrikaların, emek üretkenliğinin, para dolaşımının artışında önde giden uluslardan biri olan İngilizlerden bir iktisatçı piyasadaki dengeyi Tanrı'nın "görünmez eli" olarak ilan etmişti, artık hırsla güçlenerek dünyayı fethe koyulan kapitalizm için ortada manevi bir kuşkuda kalmamıştı.

Batı'nın sanayi ve siyasi devrim çağlarında yine Aydınlanmacı Batılı bir Yahudi, bir ömür harcadığı çalışmalarıyla, sermaye denen olgunun üzerindeki sahte kılıfı kaldırıp altındaki tüm varlıkların bir "birikmiş emek" olarak emek gücünden çalındığını anlatmaya koyuldu, bu gizli hırsız, tarih boyunca iktidar aygıtını da elde tutarak mevcut dinin söylemiyle sınıf hegemonyasını meşrulaştırıyordu emekçilerin gözünde ve bu hırsızdan ancak gerçek değerin sahibi mağdurların birleşmesi ile kurtulunabilirdi, emekçiler ayrıca üretim sürecindeki giderek karmaşıklaşan işbölümü ve uzmanlaşma nedeniyle kendi emeğinin ürünlerine sahip çıkamıyor, hem maddi hem de ruhani bir yoksunluk duygusuyla kendisine yabancılaşıyordu, emek, burjuvazinin bir icadı olan makinenin sıradan bir avandanlığı haline geliyordu, Marx'a göre çıkış, Yahudi zihninin somutlaşması olarak gördüğü kapitalizmin sosyal bir devrimle ilga edilmesiydi. Sosyal devrim koşulları en uygun olan Batı'da gerçekleşmeli ve oradan dünyaya yayılmalıydı, arkadaşı Engels ile birlikte kaleme aldıkları manifestoları İncil'den sonra dünyanın en çok okunan eseri haline geldi, bu yeni ışık, zaman içinde Rusya ve Çin'e varıncaya kadar hızla taraftar bulmaya başlamıştı.

Ancak Marx, hem toplumsal ilişkiler ve üretici güçlere yoğunlaştığından hemde Bir Avrupa merkezci olarak uygarlığın gelişimini yadsımadığından, imalarda bulunmakla birlikte hızla gelişen kapitalizm içindeki bireyin özel dünyasını ihmal etmişti, kalan boşluk Freud tarafından tamamlandı, Freud, uzun yıllar nörolojik çalışmalara odaklandıktan sonra ruhsal hastalıklara yönelerek, tarih, arkeoloji ve mitoloji çalışmaları vasıtasıyla adım adım "bilinç-dışı" denen alanı keşfe koyuldu, kendisini bireyin gündelik yaşamında hissettirmeyen, ama ansızın içgüdüsel patlamalar, his ve davranışlarda nöbet ve bozukluklarla ortaya koyan gizli, karanlık bir alandı bu, bireyin en doğal yaşam enerjisi olan Libido'nun karşısına uygarlığın kısıtlayıcı duvarları çıkıyor ve özgür istemler zihinde bilinç ile erişilemez olan kapalı bir alana terkediliyordu, Freud, Marx'dan bağımsız olarak, uygarlık ilerledikçe bireyin zihnindeki bu karanlık alanın büyüyerek ruhsal hastalıkları tetikleyeceğini öngörüyordu, din ise bu alanın kendince işleyişini engelleyemiyor, bilakis bu alan onun yadsınmasına bile neden olabiliyordu.

Kapitalizmin istilasına kadar doğayı kozmik bir bütünlük olarak gören Doğu'dan farklı olarak Batı aklı, uygarlık çizgisini, doğayla bütünleşmekten ziyade onu kutsallıktan arındıracak, onda sonuna kadar bir ticari fırsat alanı görecek, doğayı ve varlığı keşfetmeye çalışırken bile onu nesneleştirecek şekilde kurguladı, Batı'nın insan ilişkilerindeki eşitsizlik ve tahakküm anlayışı doğa karşısındaki zafer tutkusu ile uyumlu oldu, Doğu'nun içsel insanına karşın, maddi fırsatlar karşısında rasyonel, kaynaklar üzerinde rekabetçi, güç ve sermayeyi yaşamının asıl hedefi haline getirmiş, alternatif bir toplumsal yaşam idealini karanlık alanına terketmiş umarsız ve bireyci bir insan profili egemen oldu, metalar çoğaldığı ölçüde Batı'lı insanın yalnızlığı daha da derinleşti, bireysel kazanmaya yönlendirilmiş insan, toplum olduğunu unutmak ve geleceği önemsememek durumundaydı ve tüketim toplumunda şimdiki zamanda kazanmak  ve hep tüketerek unutmak Batı'lı insanın gönüllü, kalıcı tercihi haline geldi..

Uygarlık dediğimiz süreç insanın kendi öz doğasından vazgeçmesi ve özgürlüğü uygarlığın istediği zorunlu, önceden belirlenmiş o standart maskeye feda etmektir, benliğinden vazgeçen insan, kendisini "göründüğü gibi olduğuna" inandırır, oysa kendisinden vazgeçmiş ve her yanıyla metalar dünyasına karışmıştır, insan artık yarattığına teslim olmuştur...

Metalar dünyasının zirvesi olan Batı'da, Doğu'nun mistik öğretilerinin ancak yavan karikatürleriyle hayata tutunmaya çalışan Batı'lı bireylerden, New Age dini şeklinde eski, gizemci pagan kültlerine varıncaya dek yeni arayışların canlanmasına tanık oluyoruz, kapitalist şirketlerdeki kariyerlerinin kısa yaşamları için bir zindan olduğunu farkedemeyenler tatminsizliklerinin odağına "hazcılığı" koyuyorlar, karanlık içgüdüler, kitleler halinde cinsel fetişizm, sadizm, mazoşizm, pedefoli, zoofili v.b uçlara savruluyor, ama dünyada Freud'un "ölüm içgüdüsü" olarak tanımladığı yıkıcılık ve şiddet eğilimi de aynı ölçüde artıyor ve dünya geri dönüşü olmayan bir nükleer silah deposu haline geliyor.

İnsan doğası hakkında konuşmak bize aynı zamanda en eğitimli insanların bile iyilik ve mutluluğu anlatan kutsal bir sembol olan Svastika ile Hitler'e destek verdiği korkunç faşizmi ve iki dünya savaşını da hatırlatıyor, olasılıklar dünyası insanın karanlık alanının, bilinç-dışının büyümesi ve yıkıcı tarihin tekerrür edebilme ihtimalini anlatıyor, korkarız ki bu kez insanlığın sonu Tanrı iradesi ile gelen bir tufandan değil, 6 milyar insan arasındaki bir delinin veya zümrenin eliyle de gerçekleşebilir...

27.06.2014 

colkesenm [at] hotmail.com 

Twitter: https://twitter.com/clksnme 

1 yorum :: Mustafa Çölkesen: Medeniyetin Pençesi: Akıl ve İnanç

  1. Abi, insanlık tarihini 200.000 yıl baltanın tarihini 2.000.000 yıl öncesine dayandırmışsın. Yani insalık var olmadan 1.800.000 yıl önce balta mı kullanılıyordu?
    Selamlar

Yorum Gönder