Üç Nokta dergisi: Göktuğ Halis ile Röportaj

0 yorum


3 dönemdir oylarını arttırarak tek başına iktidarda kalmayı sürdüren hükümet özellikle son dönemde icraatlarıyla yeni bir yaşama biçimi dayatıyor. Örgütlü, sendikalı yaşamın önünü kesen ve emekçileri hiçe sayan düzenlemeleri hayata geçiren iktidar, cumhuriyet tarihi boyunca yapılan tüm özelleştirmelerden daha fazlasını 10 yılda hayata geçirerek yeni bir rekorun da sahibi oldu.  Kitleleri dini duygular üzerinden etrafında toplayarak kışkırtıcı, ayrıştırıcı söylemleri ile uygulamalarını sürdüren iktidar, baskı ve sansür ile de hemen her kesimden muhalif olanı susturmayı, merkezin dışında tutmayı başardı. İşte aynı günlerde hemen her sınıftan iktidara oy verenler, ‘yetmez ama evet’ diyenler de dahil kendilerinin hayatlarına müdahale eden ve seslerinin duyulmadığını, anlamının olmadığını düşünenler Taksim Gezi Parkı'na AVM yapmak maksatlı ağaçlar Başbakan'ın emriyle sökülmeye başlanınca ayağa kalktı ve 'durdurun bu zulmü' dedi, 'kanına çakıl taşları karıştıran bir isyan' ile. Taksim birkaç gün sonra on binlerin isyan ateşini yaktığı, derdini alanın geldiği, sahipsizlerin, ötekile(ştirilenle)rin sesi oldu. Bu ses; şiddetle, gazla, jopla, zulümle susturulmak istenirken tüm yurda yayıldı. Diyarbakır'dan dahi TOMA'lar, polisler getirildi, halka karşı şiddetle konuşmak için. TV'ler olan biteni görmek yerine hiç yapmadıkları bir şeyi yaparak penguen belgeseli yayınladılar, en çok izlenen saatlerde. TOKİ'ye yeni beton şehirler(!) yaptıracağı bir miktardaki parayla gaz alıp halka sıkmayı tercih eden ve dünya basınının da dikkatle izlediği hükümetin Gezi performansını TTB bir raporla açıkladı: 31 Mayıs-24 Haziran arasındaki direnişte öldürülen 4 kişinin bazıları polis tarafından dövülerek bazılarıysa yakın mesafeden direk atışla katledilmişti. 60'ı ağır olmak üzere 8 bin kişi yaralandı, 11 kişi gözünü kaybetti, 103 kişi kafa travması geçirdi. Bu süreçte; AB ülkelerinin tamamının on yıllarda bitiremediği gaz, 1 haftada  tüketildi, vücutta pek çok tahribata yol açan ve ne olduğu bilinmeyen ilaçlı su kullanıldı, kapalı yerde hiçbir ayrım gözetmeksizin herkese gazla saldırıldı.

Tüm araçlarıyla halkına şiddetle yaklaşan devletin karşısında yaratıcılığını mizah ve ironi ile bal gibi zehir kullanan gençliğin edebiyatla kurduğu ilişkiden mürekkep ''Bu gerilimden umut beklenir mi?'', ''Bu mizahtan, ironiden edebiyat nasıl bir kazanım içinde olur'' temel soruları üzerinden bir dosya yapmak istedik.  

İsrail'i Kur'an ile anlamak...

0 yorum
Göktuğ Halis


İsrail, Filistin topraklarını bombalıyor. Nefes alıp veren, yüzlerce insan; kadın erkek, yaşlı çocuk demeden, İsrail bombalarının altında can veriyor.

Katliam emreden, yaptığı katliamları masalsı bir dille anlatan bir dinin inananlarında acıma olur mu? Tanrısıyla peygamberiyle katliamı buyuran bir dinin kitabına, gökten düşen bir nur gibi paye verenlerde vicdan bulunur mu?

... ve gece yarısında vaki oldu ki, Rab, tahtı üzerinde oturan Firavunun ilkinden, zindanda olan esirin ilkine kadar, Mısır diyarında bütün ilk doğanları ve hayvanların bütün ilk doğanlarını vurdu. Ve geceleyin firavun, kendisi ve bütün kulları, ve bütün Mısırlılar kalktılar, ve Mısır'da büyük feryat vardı; çünkü içinde ölü olmayan bir ev yoktu... " (1)Eski Ahid, Çıkış, 12. bap 29-30...

Mısır'ın kötülüğün sembolü olduğunu biliyoruz. Öyleyse Tanrı'nın söz konusu eylemlerine, Tevrat'ın iç tutarlılığı içinde değerlendirip "haklılık" payesi verebiliriz. Peki Tevrat'ın Tanrısı'nın, bizzat kendi halkına, hiçbir insan zihnine gelmeyecek bir yöntem ile yok olmayı hak görmesine ne diyeceğiz.

"... ve onlara dedi: israil'in Allah'ı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın, ve ordugahta kapıdan kapıya dolaşsın, ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi arkadaşını, ve herkes kendi komşusunu öldürsün. ve  Levi oğulları Musa'nın söylediği gibi yaptılar, ve o gün kavmdan üç bin adam kadar düştü..." Eski Ahid, Çıkış, 32. Bap, 27-28...

Şimdi de diyeceğiz ki, onlar sapmıştı. sapmış olan kendi kavmini, kardeşlerine öldürten bir Tanrı'nın vicdanını nerede arayacağız?

Dünyayı "tanrı'nın kendilerine armağanı", kendinden olmayanları yok etmeyi emreden bir dinin öğretileri, o çok övünülen batı değerlerine nasıl sığacak?

"...Ancak Allahın rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavmların şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın , fakat onları, Hittileri ve Amorileri ve Kenanlıları ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, Allah'ın rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin..." Eski Ahid, Tesniye 20. Bap, 16-17...

İsrail Filistin'i bombalıyor. tıpkı alıntı yaptığımız bölüm gibi, rabbin emrettiği ölçüde, Tanrı'nın kendilerine adadığı topraklardaki kavimlerden birisini, tamamen yok etmeye çalışıyor. Din, ahlakı doğrular ve bir toplumun ahlakının kefili olarak anlam gören bir nitelik taşır ise, ahlakı bozuk bir dinsel emir, hangi toplumu "iyi" kılabilir? Kılamıyor, sosyo-ekonomik analizlerin ötesinde İsrail, ahlakı bozuk zihniyetiyle kutlu zaferine ulaşmaya çalışıyor.

İsrail Filistin'i bombalıyor. Yüzlerce müslümanı, ölüme gönderiyor. Modern teknolojinin yıkım imkanları bilinseydi, Yehova'ya dahi şaşkınlıktan küçük dilini yutturarak, kendi kitabına alımlamaya zorlayacağı yöntemleri kullanıyor. Ve kutsal kitabın kendisine kefil olduğunu, amacı yolunda kendisine destek sunduğunu ve yenilmeyeceğini düşünüyor. Müslümanlar öldükçe, sayılarının azaldığını düşünüyor.  Tarihin, direnen halkın hiçbir zaman yenilmeyeceği olgusunu doğruladığından haberdar gözükmüyor. Hele ki o halkın, Kuran-ı Kerim gibi bir kılavuzu, din adına savaşımda köklü bir geleneği bulunduğunu, Selahaddin Eyyubi ve Baybars gibi kahramanları içinden çıkardığını atlıyor.

Tüm dünya İsrail bombalarıyla ayağa kalkıyor. Arabuluculuk rolleriyle, kendilerine dünyevi nimetler ve rantlar sağlamaya çalışanlar, oraya buraya koşuşturup duruyor. Modern dünyanın değerleri, köklerini antik dinlerde aramamız gereken bir dinin buyruklarıyla yönetilen tepkileri yola getirmeye çalışıyor. Oysaki bunun nafile bir çaba olduğunu bilmiyorlar. Dini kurallara göre yönetilen bir devlet olan İsrail, seküler dünyayı "bir tarafına" sallamıyor ve suçlular yüzünü Tevrat'ın sayfalarına sürerek arınıyor. Öldürenin dini dayanağı hükmü varsa öldürülenin de vardır. Onu hatırlamadan neyi anlamak mümkündür ki?

"İnanan, hicret eden ve Allah yolunda kallarıyla, canlarıyla savaşanların Allah katında dereceleri daha büyüktür. İşte kurtuluşa erenler onlardır. Rableri onlara, kendisinden bir rahmet, rıza ve içinde sürekli kalacakları nimeti bol cennetleri müjdeler. Orada ebedi kalacaklardı. Allah, işte büyük mükafat onun yanındadır." Kur'an-ı Kerim, Tevbe Suresi, 20,21 ve 22. ayetler.

Müslüman dünyası, "acınası", "mazlum" yahut "yardıma muhtaç" olarak sunuluyor. Oysaki bu anlayışa hizmet edenler, Kuran'ın ayetlerinden habersiz gözüküyorlar. Allah yolunda mücadele ederken ölmeyi, gerçek mutluluğa erişmek olarak tanımlayan bir dinin, insanlarını hangi bomba korkutabilir, bunu hiç düşünmüyorlar.

" Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma, hayır (onlar) diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar... Onlar ki halk kendilerine (düşmanımız olan) "insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!" deyince, (bu söz) onların imanını artırdı. Ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler." Kur'an-ı Kerim Al-i İmran Suresi, 169 ve 173. ayetler.

28 Aralık 2008

Ahmet Özcan'a Açık Mektup

0 yorum
Mustafa Çölkesen

[Bu tartışma 2007 yılında yapılmış olup, yeni sitemizde yayınlanmamıştı, yeniden yayınlıyoruz] 

Ahmet Özcan’ın Açık Mektup: Karl Marx isimli makalesi kendi sitelerinin yanısıra, kişisel tavsiyemle, Dikine.Net’ te de yayınlandı. İslami gelenekten olduğunu bildiğimiz Ahmet Özcan’ın bu makalesi, tüm sınırlılıklarına karşın gençlik yıllarını sosyalist gelenek içinde geçiren bir kişi olarak, benim için şaşırtıcı bir yaklaşım idi. Yazarın makalesindeki duygusal motifler, Marksist terminojinin en genel kavramları hakkındaki bilgisi, yer yer konuyu derinlemesine ve kapsayıcı bir şekilde ele alışı, kuramı ve gerçek tarihi birebir yüzleştirmesi gibi makalenin kaleme alınma yöntemindeki canlılık (!) yazarın yazısını önemsemeyi ve aldığımız notlar çerçevesinde yorumlarımızı bildirmeyi zorunlu hale getirdi:

Tarihin adeta bir Gordios düğümü arzettiği bir momentte, Sovyet çözülüşünün yarattığı boşluğu kullanan A.B.D emperyalizminin kendisine doğrudan bağlılığını kabullenmeyen halklara karşı yeni bir “Haçlı Seferi” başlattığını itiraf etmesiyle birlikte, Irak’ta ve Afganistan’da ezeli yalnızlığını ilk kez hisseden Siyasal İslam’ın bu psikolojik atmosferinde yazan yazar, önce bu dünyanın ezilenlerinin sözcüleri nerededir ? diye sorarak başlıyor makalesine. Sonra hemen, “solcuların meydana doluşması gereken bir zamanda pek çoğu bezirganlaştılar” diyerek Marx’ın bireysel hayatı üzerinden praksis tutarlığına atıfta bulunuyor. Yazısının başlangıç kısımlarında, sanki insanlar kapitalizm varolduğundan beri gözlerini ayırmadan, başta sosyalist hareketler olmak üzere, muhalif akımları özgürce ve sürekli izleyebiliyorlarmış gibi:

“Savunduklarıyla yaptıkları arasında tezatlar, uçurumlar bulunan insanların yorduğu insanlık, bugün kapitalizme kolayca teslim olabildi.” diyor.

Yani yazar, burada, 150 yıl boyunca dünyanın dört bir yanında egemen sınıfların korkunç baskılarına karşın kahramanca verilen mücadelelerle birlikte, II. Enternasyonalin ihanetini, Ekim devrimin daha başında bürokratik bir kliğin kendi evlatlarının yakasında elini kana bulayarak iktidarı ele geçirmesini, Merkez Komitesindeki kitlesel idam ve sürgünlerin yanısıra hızını alamayıp “devrimin ihanete uğradığını” söyleyen ve Meksika’da sürgünde bulunan Trotsky’nin kafasına Sibirya balyozunu indirmek üzere kıtalarası operasyonlara girişini, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve Fransa’daki devrimci kalkışmalarda enternasyonel direnişlerin bizzat bu bürokratik aygıtın ulusal işbirlikçileri tarafından yenilgiye uğratılmasını, Sovyet çözülüşü öncesi kapitalist emperyalizmin özellikle dünyanın belirli ülkelerinde muhaliflere karşı savaşmak üzere kurduğu Kontr-Gerilla, Gladio v.b gizli savaş örgütlerinin kanlı operasyonlarını hiçe sayarak insanlığın kapitalizm karşısındaki sessizliğinin tüm sorumluluğunu eski Marksistlere yüklüyor. Yazar, doğrudan söylemiyor, ama biz amacını anlıyoruz: Ahmet Özcan, açıkca, “işte Marx değil, ama şakirtleri olan solcular böyledir, hemen satarlar davayı...” demek istiyor.

Devam edelim:

“Marksın kapitalizme dönük itirazlarını, itiraz yöntemlerini ve daha iyi bir dünya kurma iradesinin bütün modern nitelikleriyle yöntemleştirilmesini bir ideolojik dogmaya indirgenmesinin adı olarak Marksizm, bana göre de ömrünü tamamladı. Kapitalistlerle ve liberallerle bu konularda benzer laflar etmek zoruma gitse de, maalesef durum bu…”

Burada yazar küreselleşmecilerin amentüsü olan Fukuyama’nın klasik itirazını onlarca yıl sonra yeniden dillendirerek, Proudhon’un Marks’a “sınıf mücadelesi” yerine evcil bir “hoşgörü ve ikna topluluğu” olmasını salık verdiği bir pasaja referansta bulunarak böylelikle Proudhon’un haklı çıktığını belirtiyor...

Devam ediyor:

“Tarih Prodhon’u haklı çıkardı ve belki çok daha olumlu bir işlev görecek olan Marks’ın fikirleri üzerinde, insanlığın kapitalizmden ve faşizmden sonra gördüğü göreceği en karanlık rejimler kuruldu.”

Sonra, onlar olmasaydı belki de özgürce bu satırları bile kaleme alamayacağını bile bile, Rus halkının faşizme karşı verdiği kahramanca direnişi görmezden gelerek yozlaşmış işçi devletlerinin dramatik tarihini tam bir komplo teorisine döndürülüyor: Aslında ortada gerçek bir anti-kapitalist muhalefet falan yokmuş, bu tarihin hepsi piyasa kapitalizmine karşı devlet kapitalizminin safları oluşturduğu bir devletler hesaplaşması imiş, yazar piyasa kapitalizmini temsilen Batı’nın, Devlet Kapitalizmi görüntüsü altında Doğu’ya karşı verdiği savaş diyebilse daha bir inandırıcı olurdu, neymiş bu “devlet kapitalizmi” efsanesi ? Gerçek ve etkin (dikey ve yatay satınalma gücü) bir piyasa ve sermaye birikimi biçimleri olmadan, doğrudan kara yönelik üretim olmadan, serbest işçi çalıştırma olmaksızın, devletin bankacılık ve dış ticaret üzerinde tekeli yürürlükteyken nasıl hasıl olabiliyormuş bu “devlet kapitalizmi”? Sahi ya, “Asya Tipi Üretim Tarzı” kavramını işitmiş olan yazar Marks’tan 150 yıl sonra yaşamanın avantajını kullanarak ortodoks Rus milletinde özgün bir üretim tarzını keşfetme hakkını kendinde görebilir ve böylelikle de Marks’ın o parlak fikirleri yazarın kurgusal tarihinde sadece “en işlevsel” bir malzeme olabilir. Yani yazar kestirmeden şunu söylüyor: “Baylar, boş yere niyazi oldunuz bu kıskanç ikizlerin dövüşünde...”

Peki, yazara göre “bu danışıklı dövüşlü sol yolları ciddiye alan milyonlarca insan teslimiyete demir attıktan sonra” Sol ne yapıyor? Kendileri kandırılan ve böylelikle halkı da kandırarak peşinden sürükleyen solcuların kitlesel katliam, işkence, sürgün sonrası haspel kader hayatta kalabilenleri “ilk günahtan” sonra artık tövbe edebilirlermi? Bu kez hırsını alamayan bu kullanılmış ve lanetli şakirtler ordusu “aralarında kavga ediyormuş gibi yaparak” aslında küresel imparatorluğun yerel küfürcülerine dönüşerek hemen ulusal değerlere saldırıya geçiyorlar.

Yazar, global piyasa ekonomisinin dokunulmaz kavramları olan “sermaye”, “piyasa”, “verimlilik”, “üretkenlik”den hayıflanarak, bunların, İslami buyruğun ticareti (ve dolayısıyla sınırlandırılmış biçimde de olsa piyasa ekonomisini) meşru gören prizmasında törpüleyebilecek “adalet”, “paylaşma”, “emek”, “dayanışma” ile kombine bir şekilde insanlığı geliştirebileceğini iddia ediyor, bunların birbirileriyle nasıl uzlaşmaz kavramlar olduğunu ve ayrıca, varlık nedenlerinin, bizzat toplumsal yaşamı (komün değerlerini) parçalamaya yarayan, piyasa ekonomisinin en güçlü unsurları olduğunu yazara nasıl anlatmalı acaba?

Yazarın karmaşık zihninin tarih kurgusunda Marx’ın asıl devrimci rolü biçtiği gelişmiş kapitalist ülkelerin işçilerine ne oldu peki?

“...Dış sömürüden sağlanan kaynaklara dayalı Refah devleti politikalarının yarattığı büyüler, kitleleri bu düzen içinde de istediklerini elde edebilecekleri yanılsamasına ikna etti. Batılı emekçi kitleler, ikinci dünya savaşı sonrasında işte bu politikalar nedeniyle havlu attılar.”

Başka yazılarından dünya tarihiyle yakından ilgilendiğini gözlemlediğimiz yazara sormak isteriz:Sovyet Devrimi’nin büyük korkusu olmasaydı, dünya ekonomisinde hınca hınç rekabete soğunmuş Batı’nın emek girdi maliyetlerini devasa arttıran refah harcamaları uygulamaya konulurmuydu? Daha önce liberal yazarlarla tamda aynı üslupta Marxizme eleştiri getirdiğini itiraf eden yazarın, Marx’ın kapitalist dünya ekonomisini belirli periyotlarla mahşer yerine çevirebilme potansiyelini gördüğü “azalan kar yasası”nın (yada kar sıkıştırması) iki büyük dünya savaşı, 1929 Büyük Dünya Bunalımı ve 1970’lerin sonundaki petrol krizine neden olduğunu hatırlatmak gerekli. Bu refah harcamaları, sürekli bir kriz ortamında yolunu bulmaya çalışan ve her sıkıştığında, binlerce kişinin işsiz kalması pahasına, şalterleri indirip, üretim sorumluluğunu üzerinden atarak tefeciliğe soyunan burjuva sınıfının kaypaklığına karşı, sözümona serbest piyasayı canlandırmak üzere “görünür elle” yapılan Keynesyen müdahalelerdi. Sermaye güçlerinin, global dijital devrim öncesi, dünya piyasalarındaki tıkanıklığı aşmak üzere, gelişmiş dünyadaki işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırmak için Thatcher ve Reagan önderliğinde yeni bir operasyona kalkışmalarının ülkemizde Askeri darbe ve 24 Ocak kararlarıyla eş zamanlılığı “azalan kar yasasının” bu sınıfın saldırganlığını nasıl tetiklediğini gözler önüne seriyor.

Sizin kabaca “dış sömürü” dediğiniz şeyde, ilk formülasyonları Marx’da bulunan ama bazı çağdaş Marksistlerce (Samir Amin, P. Baran, Andre Gunder Frank v.b) daha da geliştirilen “eşitsiz mübadele” olgusudur: Sermaye birikiminin gelişmiş kapitalist ülkeler kadar yoğunlaşamadığı periferi ülkelerin, bir yandan temel mallarla dünya ekonomisiyle ticari ilişkiler yaparken, diğer yandan, emek ücretlerindeki farklılık ve teknolojik mallar üretememelerinden ötürü malların değerlerinde oluşan oransızlık nedeniyle, zorunlu bir şekilde, daha çok emeği para cinsinden gelişmiş dünyaya aktarmalarıdır. Bu Marksist keşif, eski dünyada yaşayan milyonlarca emekçinin birikmiş emeğinin, kaçınılmaz bir kısırdöngü şeklinde, tekno-batıya aktarılmasının ve dolayısıyla Batı’daki sermaye birikimi temerküzünün ancak doğunun emekleri sayesinde gerçekleşebileceğini ortaya koymaktadır: Bu sayede dünya gelirlerinin paylaşımındaki şu bildik orantısızlık ortaya çıkıyor: Dünya nüfusunun yüzde 20’si dünya gelirinin % 80’ini elde ediyor.

“Asya tipi üretim tarzı deyip geçtiğin Mezopotamya- Akdeniz havzası ekonomi politiğini biraz daha yakından inceleyebilseydin, komünist toplum ütopyası yerine, daha gerçekçi ve uygulanabilir modeller geliştirebilirdin.”

Mezopotamya'nın en eski halkı olan Sümerler'in ve sonraki kadim kent-devletlerinin ekonomisi neymiş acaba? Günümüz Mezopotamya tarihçileri, ara dönemler haricinde, erken Irak medeniyetinden merkezi planlı ekonomiler diye özetliyor, erken Babil döneminden kalan yazışmalar, sözleşmeler, anlaşmalar incelendiğinde bir piyasa ekonomisinin varlığını ortaya koyuyor. Kendi dönemindeki bilgiler çerçevesinde “kapitalizm öncesi toplum biçimlerinin gelişimini” inceleyen Marx, sermayenin kişisel mülkiyetinin hangi ortak mülkiyet biçimlerinden, hangi benzer ya da farklı aşamalardan geçerek doğduğunu açıklamaktadır. Marks'ın kadim tarih konusundaki araştırmaları, bütün teorik derinliğine rağmen, tamamlanmamış bir eserdir, bunu kendisi de açık yürekli bir şekilde belirtmesine rağmen, yakın tarihteki az sayıda buluşların hiçbirisi Marx’ın analizlerini çürütmüyor, kaldı ki insanlığın geçmişini anlamaktan ziyade yarınları kendi tekno uygarlığının maddi- niceliksel gelişimi olarak planlayan kapitalist ülkelerin öyle kadim tarihle kurumsal olarak ilgilenmesini de beklememek lazım, bugüne kadarki tüm antik kazılar ve buluşlar bağımsız bireyler tarafından yapılıyor…

Ayrıca insanlığın kaderini piyasanın kör (rasgele) güçlerinin elinden alıp, gezegenimizdeki tüm insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasına öncelik veren planlı bir model öngören komünist toplum paradigması neden ütopya oluyor ? Tüm dünyanın küresel bir ağla birbirine bağlandığı ve halihazırda kamu kuruluşlarının, medya v.b organların bazı güncel gelişmeleri İnternet üzerinden bizzat okurlarına sorduğu bir teknik aşamada neyin üretileceğine bizzat tüketicilerin karar verebileceği inanılmaz bir olanağı yakalamış bulunuyoruz, üretim ayağında ise ölçekleri giderek büyüyen dev şirketlerin farklı ulus-devlet pazarlarından aldıkları terminli siparişleri için dünyanın çeşitli ülkelerine yayılmış dev bir üretim ağıyla planlı bir şekilde üretim yaptıkları ve bu karmaşık süreci yönetmek için ERP (Enterprise Resource Planning-Kurumsal Kaynak Planlaması) denilen bir kaynak planlaması ağını kullandıkları bir aşamada yazarın uygulanabilir modelleri de nelermiş? Yazarımızın Marx’ın ütopyasına kafa tutabilmeye kalkışması için önce dünya ekonomisinde son 20 yıldır vuku bulan gelişmeleri yakından izlemesi gerekiyor. Sonra, eğer hala o hakkı kendisinde görebiliyorsa, hesabını vermek koşuluyla, o “gerçek” ve “uygulanabilir” modelleri ileri sürebilir.

“Acaba bay Marks, ‘burjuva ideolojisi’ dediğin ekonomi-politiğin eleştirisine dair tüm paradigman, bizatihi kapitalizmi de doğuran dünya ve insan görüşünün sonucu olduğu için mi bu kadar kolayca kapitalizme malzeme olabildi? “. “Neye karşı? Ulus devletlere, ‘Milli’ olan her şeye, geleneğe, inançlara, hatta başka ve alternatif yaşam düşlerinin tümüne karşı. Yani bugün için ezilenlerin elindeki tüm ‘zincirlere’ karşı..”

Sayın Özcan, geleneksel bir görüşün mensubu olarak eski bir deyişi sizlerde bilirsiniz sanırım, ben yinede hatırlatayım: “Bir alimden bin zalim, bir zalimden bin alim doğarmış...” Bizler, bir paradigmanın, kimden doğduğundan ziyade, neye hizmet ettiği ile ilgileniriz. Size teknik bir alandan örnek verelim, bugün internetin gelişmesine dünya çapında dileyen tüm bireylerin katkıda bulunmalarını sağlayan Open Source Code (Açık Kaynak Kodu) ile özgür yazılımlar geliştiriliyor, yazılımın algoritması (siz burda "paradigma"yı anlayınız) kapitalist endüstrinin gereksinimlerinden bağımsız olarak bir kez kuruluyor ve ardından bu algoritma ile çalışabilecek eklentiler serbest bir şekilde temel omurgaya bağlanıyor, birilerinin çıkıpta ticari amaçlarla da bu kodları kullanması bu kollektif emeklerin özünde tüm insanlığın kullanımına açık olmasını değiştirebilirmi ?

Ayrıca sizin yukarda bahsettiğiniz “uygarlıklar çatışması” tezi kanımca öyle kurgulanmış bir şeyde değildir, adı Batı dünyasında nispeten yakın zamanlarda koyulmasına rağmen, yüzlerce yıllık (maalesef Marksizm’inde bir şekilde bulaşmış olduğu) Avrupa merkezciliğin mantıki sonuçlarından birisidir. Başlangıçta ulus-devlet formunda örgütlenmiş olan ve bu formunu da halen değiştirmemiş olan kapitalizmin “eşitsiz mübadele”, “eşitsiz gelişme” v.b içkin mekanizmalarının coğrafi olarak da bir orantısızlığa (merkez ve çevre ülkeler) neden olması kaçınılmazdı, farklılaştırıcı bu mekanizmaların günün birinde emperyal amaçlar için bir engel haline gelmesi ve buradan da çatışmaların doğması gayet doğaldır, bunun için “marksist” paradigmadan formül çalınmasına veya paradigmanın ters yüz edilmesine hiç gerek yok, Marksizm bu lanetli sonucun nedenlerini açık bir şekilde teşhis ediyor zaten.

Sizin “ezilenlerin elindeki zincirler”den birisi saydığınız (yani olumlu bir değer atfettiğiniz) “ulus devletler”in varlığı ise bugün dünyanın en temel sorunlarından birisidir, yani insanlık tarihine kuşbakışı bakıldığında “birlik” halinden bir “parçalanma” haline geçiş, insanlığın uzun yolunda bir “sapma” olarak da görülebilir. Bu sapmayı kendi tarihindeki sınırlı coğrafyasında Hz. Muhammed görmüş ve o dönemin klan-kabile örgütlenmesini parçalayarak yerine Allah’ın birliğine inanan tüm insanların kardeşliği ilkesini geçirmiştir. Hatta daha ileri gidip tüm semavi dinlerin aynı kökenine, yani İbrahim dinine işaret etmiştir, böylelikle bu muazzam devrim, birlikten parçalanmaya değil, tersine, parçalı halden birleşme yönünde gerçekleşmiştir. Ama “eşit tüketicilerden” oluşan bir dünya ekonomisi dünya egemenlerinin çıkarlarına hizmet etse de, yukarıda bahsettiğimiz mekanizmalar nedeniyle, kapitalizm koşullarında bu amaç gerçekleşememektedir. Böylelikle, teknik gelişmenin niteliği ve üretim ölçeklerinin global karakteri nedeniyle dünya devleti (dünya insanlığı) yönündeki tüm vektörlere rağmen, dünyanın fiziksel görünümü parçalı, orantısız, hiyerarşik, dengesiz ve karmaşık bir karakter arz etmektedir, işin kötüsü, sizin olumlu bir değer atfettiğiniz bu ulus-devlet halinde örgütlenme günümüzün kaotik dünyasında egemenlik mücadelesi için dünya insanlığını burun buruna getiren bir din haline gelmiş durumdadır.

“Burada sorun şu; güçlü olanın ayakta kaldığı, bireysel çıkarın hayatın amacı olduğu, yeni olan her şeyin kutsanıp, eski kutsalların çöpe atıldığı maddeci, ruhsuz, çatışmacı bir dünya algısı, senin için de peşinen kabul gören bir paradigmaydı. Tüm Marksist düzenler de, tüm Marksistler de ters çevrilmiş, devreleri ters bağlanmış bir (devlet) kapitalizmi olan sosyalist toplum ütopyasına sahip oldu. “

Bu paragrafınızı bir kez daha okuyun lütfen: Harfi harfine günümüz dünyasını tarif etmişsiniz, ama pes doğrusu !, buraya kadar güçlü kaleminiz, geniş ufkunuzla hala sizden umutluydum, bu çizdiğiniz tablo Marksizm’ midir? Yoksa Marksizmi, Darvinizmin ekonomik- politik ruhu olarak algılayan istem-dışı bir paranoya mı ? Üzgünüm bayım, siz buradaki tarifinizle, ne bilimsel, ne etik, ne de tutarlısınız... Öteki paragraflarla çelişkisi nedeniyle ve size son bir kredi tanımak adına tam da sizin tarif ettiğiniz gibi yapıp bu bölümü çöpe atalım isterseniz.

“...Mantığın aslında basitti: Zorunlu tarihsel aşama olan kapitalizm, bir an önce bütün sürece damgasını vurmalıydı ki bir sonraki aşama olan sosyalizmin dinamikleri gelişsin...”

O kadar basit değil bayım...Bu, aslında, sol kültürle bir şekilde tanışık olan kişilerin aşina olabileceği kaba bir Marksizm eleştirisidir. Marx’ın nihai arzusu ve hayali, insanların çalışmanın baskısını giderek daha az duyacağı, yani tedrici olarak boş zamana daha fazla sahip olan bireylerden oluşan dünya çapında bir komünist toplumdur, dünya çapında bir devlet ya da toplum biçimi arayışı, teknik yeterlilik olarak birbirine denk, birbirinin yerine geçebilen standartta emek gücünün varlığını varsaymak zorundadır. Yaptığı çalışmaların sonucunda Marx, daha çok kar peşindeki kapitalizmin, rekabet baskıları nedeniyle, çıktıyı yani üretim ölçeğini giderek arttırmak zorunda kalacağını ve bununda paralel olarak üretimin kolektif niteliğini geliştireceğini düşündü. Yanıldı mı ? Yukarda kısaca bahsettiğimiz gibi, dünya pazarına üretim yapma yolunda global emek gücü de dahil tüm girdilerini merkezi olarak planlayan ve binlerce ara girdinin karmaşık sürecini, dijital işlemciler vasıtasıyla, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya yönetme olgunluğuna erişmiş bir kapitalizm üretim (emek) sürecini de küreselleştirmiş olmuyor mu ?

“... Üzgünüm bay Marx...Marksizm daha doğarken kapitalizmin düşük yapması gibi bir şeydi... kapitalizmin, kapitalist dünya algısıyla eleştirisiydi, ama kesinlikle alternatifi değildi...”

Bende çok üzgünüm bay Özcan... Bir bütün olarak insanlığın yazılı tarihi de bize bir düşüşü, bir sapkınlığı andırıyor, nedeni “balçık”mıdır ya da Babil inanışındaki gibi “Kingu’nun kanı"mıdır, “Nefilimler”midir, “Ehriman” mı ya da “kökende günahkarlık”mıdır ? bilinmez, ama ne yapabiliriz ki malzememiz bu? Size ait olmadığından serbest atışla eleştirdiğiniz doktrinin ortaya koyabildikleri bir yana, sizin tarihinizde neler var acaba ıskaladığımız? Siz, çileli bir yaşam pahasına zahmet verdiğiniz, uğrunda milyonlarca inananla bilmem kaç kuşakla bedelini ödediğiniz, somut, bilimsel, uygulanabilir, yanlışlanabilir, geliştirilebilir hangi reçeteyi önüne koydunuz insanlığın? Bilmiyorsam cehaletime verin lütfen...

“...Sahiden bay Marks, şimdi bırakalım şu kapitalizmi filan, sonuçta kapitalizm denilen şey, çok eski bir ‘sorun’ un modern halinden başka bir şey değil. O sorun şu: İnsanlık tarihi neden ezenlerin, güçlülerin, uyanıkların egemen olduğu bir tarihtir. Neden daima kötüler kazanır? Kötülüğün kaynağı nedir, iyilik zayıfların kötülük yapamama halimidir?”

Ya, işte böyle bay Özcan, artık saadete gelelim isterseniz... Bakın bende size şu canalıcı soruyu sorsam: Şeytan’ın kışkırtmasıyla “bilgi” ağacının meyvesinden yiyip düşmüş insanlığa nasıl oluyorda (köklerini pagan döneme izleyebildiğimiz) İdris Peygamber yazıyı, okumayı, yani kültür araçlarını hediye ediyor, hani biz sürgüne gönderilmemişmiydik ? Bize bir şans daha mı tanıyorlar ? Ardından namınıza taahhütlü açık bir mektubun gelebileceğini bile bile açıklarsanız sevinirim.

Bakın o uzun hikaye işte, hele rakamsal tarihi kutsal kitaplardaki hesaplara uyamayacak kadar insanoğlunun eski bir hikayesi, ama sanki bir kollektif belleğin kutsal kitaplara ilavesi gibi de saklı onların içinde, yani bu Cennet’den düşüş, kovulma hikayesi, o sorunun cevabı sizin kitaplarınızda bol miktarda referansta bulunduğunuz kadim tarihte var, ama görmesini bilene... Nedir bilançosu bu 6000 yıllık kadim tarihin: savaşlar, yıkımlar, sınıf farklılaşmaları, baskılar, göçler, medeniyetlerin çöküşü, kölecilik, devasa emek seferberlikleri, yeni bir kuruluş, işkenceler, yalanlar, saray entrikaları, uşaklıklar, demekki şimdilik hazırlığının kabaca 10.15.000 yıl önce yapıldığını tahmin ettiğimiz bu medeniyet denen şey büyük bir bela insanlık için...

Medeniyet doğduğu gün insanı unuttu” der bu toprakların büyük Marksisti Hikmet Kıvılcımlı... Hadisenin özü budur, ve, belki nitelik değiştirerek, büyük acılar hep medeniyete eşlik etti... Adeta insanlığın iki yakası bir araya gelmedi o gün bugündür, kutsal kitaplarda aslında hep bunu anlatır, Yitirilmiş Cennet, Adem’in ilk çocukları Kain ile Habil, Babil kulesi, kötülük gücünün cezbediciliği v.b bu öykü değilmidir ? Ve Peygamberler, medeniyet vasıtasıyla yoldan çıkmış insanlığın “imdat frenleri” değilmidir ? O halde, cılızda olsa, kendisinden öncekilerden bambaşka bir ışık tutan Marx’da bir peygamber değilmiydi ?

Sizin, yer yer “o bir ışık değil, karanlığın çocuğudur” deme cüretini gösterdiğiniz Marx’ın bir sözü vardır: “İnsanlık ancak çözebileceği sorunları önüne koyar...” Marx’ın katkısı burada özetlenir bir bakıma: Özetle ne söyler Marx ? : 

“Baylar” der, “bir zamanlar atalarınız Komün halinde yaşadılar, sizin en saf haliniz buydu, ve atalarınızın düşe kalka geçirdiği tarih macerasında zamanla bir sınıf palazlandı ve hakim sınıf haline geldi, bunların varlık koşulu piyasadır, bu piyasa bir gün tüm dünyayı saracak, bu kaçınılmaz...ayrıca ne yazıkki sizin efendiniz- tanrınız olacak, size verdiğinden çok fazlasını alacak...olmamalıdır...o sınıfla beraber piyasayı cehennemin dibine göndermediğiniz sürece adınıza layık olamayacaksınız ve onurlu bir hayat süremeyeceksiniz, ama iktidarı bunlardan aldığınızda bir sınıf olarak da intihar etmeyi sakın unutmayın, temel ihtiyacınız karşılandıktan ve beraber pişirip beraber yedikten sonra artık devlet denen aygıta ihtiyacınız olmamalı... Yaşamı bir eğlenceye ve karnavala çevirin, budur size vasiyetim...”

Biz 150 yıl öncesinin bu insani “çağrısına” uyduk, ve kuşak kuşak heba edildik, siz madem hem dövüp hem seviyorsunuz...o halde buyrun sıra sizde, biz yaşlandık ama söz size...siz sokakta olduğunuzda geleceğiz arkanızdan...

Saygılar,

Mustafa Çölkesen
12.11.2007
Twitter: mecolkesen

Batı Bilimine Meydan Okuyan Adam: "MARTİN BERNAL"

0 yorum
Orhan Gökdemir

Tam adı Martin Gardiner Bernal. Londra'da doğdu, fizikçi John Desmond Bernal ve sanatçı Margaret Gardiner’in oğulları. Baba Bernal bizim kuşağın üniversite yıllarında başucu kitabı olan “Materyalist Bilimler Tarihi” adlı kitabın yazarıdır. Sanırım kitaba “materyalist” sözcüğünü Türkçesini yayınlayan yayınevi eklemişti. Din henüz bugünkü kadar genişlememişti ve “materyalist” sözcüğü kitaba ilgiyi garanti altına alıyordu. Ama bunun ötesinde Bernal’in “Bilimler Tarihi” gerçekten de “materyalist”di.

Çok bilinmemekle birlikte Martin Bernal’in anne tarafından gelen damarı da önemlidir. Anne Margaret Gardiner, Mısırbilimci Sir Alan Gardiner’in kızıydı. Mısırbilime katkıları nedeniyle Sir olan Alan Gardiner alanında çok önemli kitaplara imza atmıştı. Ayrıca Tutankamun’un mezarının kâşiflerindendi. Çok geç yaşta ölmesine rağmen Tutankamun’un lanetine uğrayanlar arasında sayılıyordu.

Martin Bernal böylesine hoş bir ailenin ilgisi geniş çocuğuydu. Bernal'in çalışmaları Çin Dili üzerine oldu. Cambridge Üniversitesi'nde Doğu çalışmaları ile ünlendi. Modern Çin tarihinde uzmanlaştı. İbraniceye ilgi duyması aileden aldığı kültürel mirasa rağmen daha geç dönemde oldu. Bütün bu olgular sanki onu sıra dışı bir araştırmacı yapmak için özel olarak bir araya gelmişti.

Kara Atena’nın arkasında işte böyle bir tarih var. Kara Atena’nın temel tezi, özetle Batının kültürel köklerini dayandırdığı Antik Yunan’ın Afro-Asyatik bir temel üzerine kurulu olduğu. Yani Yunanlılar, Mısır ve Fenike’nin mirasçısıdır.

Peki, nasıl oluyor da Batı her şeyi Yunanistan'la başlatıyor? Martin Bernal, Kara Atena’da işte bu “imalat” sürecini anlatıyor okuruna. Batı medeniyetinin Yunan kökeni Avrupa'daki 18. ve 19. yüzyıl ideolojik akımlarının etkisinde, bilimsel nesnellikten uzak olarak imal edilmiştir. Avrupa tarih yazıcıları düpedüz ideolojik ve ırkçı öğelere dayanarak, Batı için yeni bir tarih imal etmiştir. Yunanistan ve Ariler dışında kalan Afrika ve Asya köklerin Yunan kültüründeki büyük etkisini bilinçli bir şekilde inkâr etmiş ve zamanla bu izlerin silinmesini sağlamıştır.

Bunun başka sebepleri yanında Batı’nın Afrika’ya çıktığı sömürge seferlerinin doğrudan etkisi vardır. Batılıya göre esir alınıp köle pazarında bir mal gibi satılan “zenci”lerin bir uygarlık yarattığını düşünmek saçmadır. Afrika vahşi bir kıtadır ve uygarlık yaratmaya muktedir değildir. Böylece Niebuhr ve Müller gibi 19. yüzyıl tarihçileri bilimsel disiplin ve kanıtları da bir tarafa bırakarak bugün genel kabul gören Arî modeli kurdular. Buna tarihi teze göre, Kuzeyden Mora'ya gelen saf Hint-Avrupa ırkından Dorlar ve Helenler buradaki vahşileri medenileştirip Avrupa medeniyetinin temellerini atmışlardı. Anadolu, Sümer, Finike ve Mısır medeniyetleri bir kenara itiliyordu. Arî modeli savunanlara göre Yunan medeniyetinden önce kayda değer bir medeniyet yoktu; varsa bile bunlar Yunan kültürünün alt kültürleri veya barbarlardı.

Çok iyi yetişmiş bir bilim insanı olmasına rağmen Bernal’in tezleri Batı bilimi tarafından tepkiyle karşılandı. Bernal alanının dışına taşıyordu, dilbilim açısından yeterli eğitime sahip değildi, bilim alanının dışından besleniyordu…

Şurası acık ki Martin Bernal’in Kara Atena’sı “Batı bilimi” için yıkıcı bir etki yarattı. Önce bilim için “nesnellik”ten çok ideolojinin önde olduğunu gösterdi. Sonra, Batının kurguladığı tarihin ne kadar tek yanlı olduğunu ortaya çıkardı. Batı, tarihi “işine geldiği gibi” yorumluyordu ve daha kötüsü kendi yorumunu “nesnel bir bilim” olarak ileri sürüyordu. Bernal, eseri boyunca, Batı’nın duygusal kırılmalarının büyüyen dalgalar halinde Dünya tarihinin duvarlarını dövdüğünü, giderek onu şekillendirdiğini ortaya çıkararak bir kibri yıktı ve bir kompleksi kırdı.

Bunlar Dikine’de yıllar önce Mustafa Çölkesen’in Martin Bernal söyleşisi çevirisinde not ettikleri. Devamında yazılanlar da bugün için olduğu gibi geçerli:

Fransız Devrimi-Masonluk-Mısır arasında var olduğu kabul edilen ilişkinin, Batıdaki Hıristiyanlık-Romantizm-Irkçılık üçlüsünü nasıl etkilediğini bilmeden kodlarını çözemeyeceğimiz bir tarih çıktı ortaya. Fransız Devrimindeki “aşırılıkları” masonizme bağlayan, onun kaynaklarını da Mısır’da bulan gericilik dönemi Mısır’ın bütün izlerini sildi ve boşluğu Yunanistan ile doldurdu. Bu kırılma felsefeye, bilime, kültüre damgasını vurdu; bütün bu alanlardaki köksüzlük işte bu politik kırılmanın tezahürüydü. Sonuç itibariyle dinsel, yerel ve ırkçı bir kültür ile karşı karşıyayız artık.

Ve daha önemlisi, dünyanın geri kalanı bu sakat kültürün bombardımanı altında bütün çıkış yollarını yitirmiş durumda. Dünya bir büyük hesaplaşmaya hazırlanırken, kibre yönelik darbelerin, komplekste duygusal tepkilere yol açması doğaldır. Afro-amerikalıları heyecanlandıran aceleci siyasal çıkarımları anlıyoruz ama asıl önemli olan bütün bu karmaşanın içinden bilimsel çıkarımlar yapabilmektir. Bernal bu kapıyı aralayanların başında gelen bir bilim insanı; dikkatle izlenmeyi ve ama elbette aynı dikkatle eleştirilmeyi hak etmektedir.

Sonuç itibariyle 1700’lü yılların ikinci yarısında Alman akademisyenler felsefeyi Yunanlıların icat ettiklerini iddia ettiklerinde müstehzi bakışlarla karşılaşmışlardı. Bugün aksini iddia etmek felsefe ve bilim camiasında bir sapkın olarak karşılanmak anlamına geliyor.

Bernal, Dikine’de yayınlanan söyleşisinde Afrika etkisinin nasıl sıfırlandığını şöyle anlatıyor: “Uzun bir süre boyunca ırkçı iftiralardan Mısır’ı muaf tutmak mümkündü. Bu hususu değerlendirmenin üç ayrı seçeneği mevcuttu. Birincisi, Mısır medenileşmişti, ancak Afrika’nın bir parçası değildi, ikincisi Mısır Afrika’nın bir parçası idi, ancak medeni değildi, ya da hepsinden iyisi, Mısır ne siyahtı ne de medeni idi. Aydınlanma boyunca, insanlar esasen Mısır’ın medeni ve beyaz ırktan olduğu görüşünü benimsediler. Sihirli Flüt :Mısır isimli eserde Mısır’ın felsefe ve medeniyetin kaynağı olduğunu görebiliriz. Ancak, bu, ayrıca, dikkat çekecek ölçüde beyaz ırka aittir. Gerçekte, günahkar ve onun tutkularının çocuğu olarak görülen siyah kölesi ile birlikte Isis ve Osiris’in yüksek papazına tezat oluşturmak suretiyle oldukça kategorik olarak bunun tersi resmedildi. Artık, orijinal tam operasında Monostatus’un davranışının, renginin değil, özellikle köleliğinin bir sonucu olduğunun söylenmesi gerektiği doğrudur- bunu kitabımda kaçırdım. Ancak bu standart libretti’yi (senaryoları) atlamaktadır ve toplam görünüm rasyonel beyaz efendinin tersine “Şehvetli Mağribi” ye aittir.

Romantikler, büsbütün tersini, yani Mısır’ın medeni olmadığını iddia ettiler. Winckelman Mısır sanatının bu denli kötü olmasının bir nedeninin Mısırlılarda resim çizebilecek sadece çirkin insanlar olmasından kaynaklandığını iddia etti ve sonra siyah insanların basmakalıp, tuhaf imajını aktarmaya başladı. Böylelikle elinizde çalışılabilecek sadece bu alternatifler mevcut idi.

1830’ların sonları ve 1840’lar boyunca Aryan modeli öne sürüldü. Eski modelin çökmesi tamamıyla externalist (dışsal) nedenlerden kaynaklandıysa da, Aryan modelinin yükselişinin bir hayli internalist (içsel) unsurları vardı: akademisyenler, bir zamanlar ön Hint-Avrupa dilini konuşan halkların Hint-Avrupa dil ailesinin varlığını ve makul olarak, bu insanlar için Yunanistan’ın kuzeyindeki bir anayurdu kabullendiler.

1880 yılında Fenikelileri bile ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba vardı. Anti-semitizmin parlaması, 1917’den sonra, Rus Devrimin Yahudilikle tanımlanmasıyla birlikte gündeme geldi. Bu, kadim Yunanistan’ın tarihçiliğini etkiledi ve benim aşırı Aryan modeli dediğim şeye neden oldu. Ben iki alt kategori oluşturdum - “ Mısırlılara, hayır; Fenikelilere, olabilir” diyen geniş Aryan modeli ve “Mısırlılara, hayır; Fenikelilere, hayır, sadece Yunanlılar. Yunan üzerinde kuzeylilerin etkisi” diyen aşırı Aryan modeli.”

Bu değerli bilim insanı geçen yılın Haziran ayında kaybettik. Bir dizi şaklabanın arkasında düzülen ağıtları onun arkasından duymadınız doğal olarak. Çalışmasının ilk cildi Özcan Buze’nin değerli çevirisiyle Türkçede yayınlandı. Arkasında gelen iki cilt ise çevirmenini ve bu riskin altına girecek yayınevini bekliyor.

Bu arada şunu da not etmeliyim: Türkiye’de Yahudi Hıristiyan Savaşları adlı çalışmamın temel kaynaklarından biri Kara Atena. Orada naçizane başka bir kurgu yapmaya çalıştım. Dediğim şu; biz, Osmanlı Mısır donanması Navarin’de birleşik Avrupa ordusuna yenilmeseydi ve Yunan Krallığı nihayet kurulmasaydı Batı “bilimi”nin bu kurgusu mümkün olabilir miydi? Dünya felsefenin ve tarihin Yunanistan başladığına ikna edilebilir miydi?

Dünya, Batı'nın gücünün ve biliminin sarsıldığı bir dönemde yeni ve büyük sorulara hazırlanıyor. Martin Bernal işte bunun tetikleyenlerden biri. Önümüzdeki yüzyıl, bu “imalat”ın yıkıldığına tanık olacak, elbette onunla kurulan dünyanın da.

14.07.2014