Türkiye çıkmazının temel dayanakları ve genç kuşaklar için özet bir okuma

0 yorum

Göktuğ Halis 

Türkiye gündemi büyük bir hızla değişiyor; barış süreci, Gezi olayları, AKP yolsuzluk soruşturmaları, Özel Yetkili Mahkemeler, diktatörlük rejiminin kalıtsal etkileri ve son olarak Kobane-IŞİD-Türkiye ve diğer ülkelerde oluşan, sıradan insanlar ve bizler için muğlaklıklardan oluşan çok bilinmeyenli bir denklem…

İstisnai oluşumlar dışında, ülkenin egemen kesimiyle organik ilişki halinde olduğundan artık emin olduğumuz kitle iletişim araçları (KİA) işleyiş sistematiğinin de etkisiyle günceli-gündemi takip etmenin epeyce zorlaştığını söylemek mümkün.

Çok çabuk unuttuğumuzu, bizde büyük etkide bulunması gereken gelişmelerin bizi pek az ilgilendirir hale geldiğini ya da yaşama ve hayatımızı sürdürme gayretimizin ülke sorunlarında yeterince aktif rol oynamamızı engellediğini fark etmiyoruz bile. Pek kolaylıkla unutuyoruz; yeniden unutacağız, asla unutmayız dediğimiz bir çok şeyi olduğu gibi.

Oysa bir umuttu Gezi

Gezi olaylarının ülkenin gidişatındaki birçok mesele için olduğu kadar, toplumsal uyuşukluğun giderilmesi hususunda da bir milat teşkil ettiği düşüncesi, epey bir kabul görmüştü oysaki.

Bu düşünce, sistem şayet kendisini yalnızca idari araçlarla (polis vb) müdafaa etseydi doğru olabilirdi. Ancak ideolojik savunma mekanizmaları çok daha aktif haldedir ve bilinç-beğeni belirleme gücü, hızla değişen gündemin takibini ve yaşanan olayların değerlendirilmesi sürecini etkilemeye devam etmektedir. TV dizileri, sinema ve kitap endüstrisi, entelektüel zenginlik olarak sunulan ve pek çok uzmanın (!) katıldığı tartışma programları, modern mitler ve komplo teorileriyle genişleyen güçlü bir etkileşimin bulanık hale getirdiği ana tablo, gerçeğin anlaşılmasının karşısında çok daha güçlü bir tehdit olarak gözüküyor. Artık kesindir; toplum bu zihinsel keşmekeşle baş edemiyor; edemeyecektir.

Mücadelenin ideolojik yükü çok daha ağırdır; zira meydanlarda yürütülen savaşımın savunuları daha geniş kitlelere ulaşma yolunda polis şiddetinden çok daha güçlü bir düşman ile karşı karşıyadır.

Türkiye ne Gezi süreciyle birlikte yükselen toplumsal muhalefete ne de bu muhalefetin savunularının çok daha geniş kitlelere aktarılması sürecindeki sıkıntılara yabancıdır. Gezi sürecinin 12 Eylül darbesinden sonraki ilk büyük kitlesel karşı çıkışın sembolü olarak okunabileceğini, en azından okunması yolunda hatırı sayılır bir ısrarın öznesi olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte semboller ancak ilk anlam ile doğru şekilde ilişkili halde ise açıklayıcıdır. Popüler kültürün tanımlama ya da top 10 listesi oluşturma gibi eğilimlerinin muhalif kesim içinde de aktif halde bulunduğunu görmek bizleri şaşırtır. Haklı ve sağlıklı bir tanımlama işlemini tarihsel sürece bırakmadan, 68 ya da 74 kuşağı gibi göndergelerden beslenen bir 90 kuşağı vurgusunun nasıl çıktığı belli değildir örneğin. Üstelik tarihsel öncellerin muhalefet sürecindeki radikalliğinin, talep ve ifadelerindeki netliğinin karşısında, bilgisayar teknolojilerini iyi kullanmayı bilen genç kesimlerin yalnızca bir iktidar partisi karşıtlığıyla anlamlanan tavrı karşılaştırılabilir olmaktan uzaktır. Bir kuşak tanımı için pek erkendir ve Gezi süreci şayet bir kuşak hareketi olarak nitelendirilecekse bu sonraki kuşakların hakkıdır.

Türkiye’nin devrimci kuşakları

Türkiye yakın tarihi, ’68 ya da ’74 kuşağı gibi ülke problemlerinin gidişatına tavır gösteren radikal karşı çıkışlara sahne olmuştur. DP iktidarının 27 Mayıs’taki askeri müdahaleyle sonlanması ve oluşturulan demokratik anayasanın etkisiyle yükselişe geçen toplumsal muhalefetin ilk yönü, ülkenin uluslararası finans-kapital düzenine biatına tavır olarak ortaya çıkmış öğrenci hareketi olarak tanımlanabilir. Muhalefet ağırlıklı olarak Nato ya da IMF gibi emperyalist kuruluşların ülkedeki etkinliğinin artışının, “bağımsızlık” şiarına tezat oluşturduğu saptamasına ulaşır. Anti-emperyalist mücadele için, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı bir sembol olarak işlevseldir.

Elbette Kemalizm ve Anti-Emperyalizm vurguları, 70 öncesi ülkede kemikleşen sağ iktidara tepkiselliğin yalnızca bir yönüdür. Bu süreçte özellikle M. Çayan tarafından olgunlaştırılacak, Latin Amerika modelli silahlı mücadele teorisinin kurulduğuna tanık oluruz.

12 Mart darbesi, ülkede radikal sol kültürün yükselişini engelleme gayretinin prototipidir. Ancak bu muhalefet kültürünün dayanakları güçlüdür ve ekonomik-sosyal bilinci yüksek, Kemalist propagandadan tamamıyla arındırılmış bir model oluşmuştur 70 sonrasında. Sosyalizm adına silahlı mücadele kültürü yenidir; bununla birlikte yaygın şekilde rağbet görür. Yasa-dışı örgütler, entelektüel düzeyi yüksek mensuplar barındırır. Bilim, sanat ve felsefe ile ilgilenen, yalnızca ülkenin değil dünya uluslarının problemlerinin çözümüne aktif özne olarak katılmaya gayret gösterir bu kuşak; İsrail işgaline karşı Filistin’den yana tavır konulur, bizzat savaşmak üzere Ortadoğu’ya militanlar gönderilir. Doğru bir tavır ile milliyetçilik ve Kemalizm eleştirileri dillendirilmiştir.

Türkiye ekonomisindeki temel problemler, silahlı mücadeleyi yöntem olarak belirlemiş devrimcilerin çıkış noktasıdır. Marksist ideoloji Türkiye’de 70-80 arasında, Sosyalist bir devrim için koşulların olgunlaşmış olduğu düşüncesindedir. Bununla birlikte, kendiliğinden gerçekleşmeyecek olan bir dönüşüm için “çelişkilerin keskinleştirilmesi” ya da “görünür hale getirilmesi” olarak tanımlanan aşama örgüt ediminin temel motivasyonudur. Dönem yükselen işçi hareketlerine, grevlere, öğrenci protestolarına; IMF politikalarıyla giderek yoksullaşan halkın içten içe büyüyen hoşnutsuzluğuna gebedir.

Dikey hiyerarşili parti modeli

Silahlı örgütlerin ve devrimcilerin, sosyo-ekonomik atmosferin yatkınlığından yararlanması olasıydı. Ancak bunu başaramadılar. Her şeyden önce Marksist-Leninist örgüt yapısı dikey-hiyerarşik bir yapı içeriyordu. Örgütler yöneticilerden oluşuyordu ve tıpkı Bolşevik Parti örneğinde olduğu gibi, alta doğru genişleyen basamaklar içeriyordu. Ast-üst ilişkisinin özgürlükçü bir kurtuluş projesine yatkın olmayacağı şeklindeki Anarşist eleştiri bir tarafa, silahlı örgütlerin sayısındaki artış öncü parti rolü usulünde alternatif bir rekabet doğurdu. Rekabet, yer yer şiddetli çatışma ve tartışmalara yol açınca, silahlı örgütlerin sistemin çelişkilerini keskinleştirmek adına yürüttüğü eylemlerin, geniş kitlelere yeterince ve doğru bir şekilde anlatılması hususunda enerji kaybı yaşandı. Boşluk egemen kesimlerin halkta yaşamakta olan anti-komünist duyguyu besleme politikası ile doyuruldu. Örgütlerin kendilerini halka sağlıklı biçimde ifade etmek bir tarafa, sistemin karalama kampanyası karşısında güçlü bir prestij kaybına uğradığı görüldü. Böylece ortaya, halkın pek de sevmediği ama halk adına savaşım iddiasıyla eylemlerde bulunan örgütlerin merkezde durduğu çarpık bir tablo oluştu.

Tüm bu problemlere karşın 12 Eylül öncesinde liberal sistemin temel diyagramlarına açık bir kitlesel eleştirinin geliştirilmiş olduğunu görmek mümkündür. Bu, devlet içinde katmanlaşmış yasadışı kuvvetlerin tarih sahnesine çıkışını daha etkin ve çabuk kıldı. Egemen sistemin özellikle silahlı mücadele yöntemini benimsemiş devrimci girişimlerin karşısına ülkücüleri piyon olarak sunması iki amaca hizmet etti. Devlet tarafından beslenen Milliyetçi militan gruplar toplumsal muhalefetin yükselmiş olduğu yerlerde açık bir korku unsuru oluşturmaya başladı. Faili meçhul cinayetler, katliamlar; liberal hukuk sisteminin dahi hiçe sayıldığı suçlar silsilesi, devrimci kalkışmanın önüne açıkça dikildi. İkincisi ve çok daha önemlisi, 12 Eylül müdahalesini tasarlayan asker kesimine eylemlerin meşruluğunu savunma olanağı verdi. Askerler, ülkede sağ-sol (kardeş) kavgası bulunduğu savunusunu diline pelesenk etti; çok doğaldır ki, devletin aşırı milliyetçi militanlarca, yükselmekte olan toplumsal muhalefeti ezme amacıyla kullandığından bahsetmedi. Çok daha önemlisi işlenen cinayetler, katliamlar ve yasa dışı edimlerle sivil hayatın terörize edilmesinde devletin payını görmezden gelmesiydi.
12 Eylül ve sonrası: Faşist-Şeriatçı sistemin geçit resmi

12 Eylül müdahalesiyle devrimci avı başladı. Bilim adamları, aydınlar, sanatçılar, politikacılar ya kovuşturmaya uğradı ya da ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Devrimciler askeri mahkemelerde yargılandı; işkence gördü, aşağılamalara maruz kaldı. Alelacele tertiplenen anayasa, ülkede on yıllarca devam edecek anti demokratik uygulamaların temelini attı. Ülkede bilim, sanat ve spor gibi kültürel alanlardan “siyaset” sözcüğü dışlandı. Apolitik bir toplum oluşturma yolunda baskılar, bu idealin devamı hususunda da eğitim reformları işlev kazandı. MEB müfredatı alabildiğine kafatasçı bir eğilim sundu; Türk’ün ve Türk’lüğün nasıl olup da dünyaya kök söktürdüğü, faşizan vurguların sorumsuzca ayyuka çıktığı bir aralık, beklediği nesillere pek kolayca elde etti. Yeni nesiller tüketim kültürünün parçası haline geldi; özelleştirmeler ve devletin ekonomiden elinin bütünüyle çekmesine vesile olan Yeni Dünya Düzenine büyük bir hevesle adapte olundu…

Gezi sürecine dek özellikle 90’lı yıllarda yükselen kısmi öğrenci hareketi bir kenara bırakılırsa, devrimci kuşakların hatırası sözlerde sınırlı kaldı. Bu doğaldır; yenilgi köktendir, 12 Eylül, denizin dibini tarayan trolcüler gibidir. Ülke toprağının verimliliğini acımasızca kesip budamıştır. Özal iktidarıyla başlayan, Anap, DYP ve RP ile devam eden, en sonunda AKP ile noktalanan sağ-milliyetçi-dinci iktidarlar zincirinin ülkeyi sürüklediği karanlığın ana dönemeçlerinden birisi olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. AKP 12 Eylül’ün ülkedeki sosyal-demokratik mücadelenin dipten budanması adına her ne gerekiyorsa yapılması gerektiği yolundaki gayretkeş çabasının ürünüdür. Olası dünyaların en kötüsü, sosyalizm, bu topraklardan çekip gitmeli ve bu fikirler bir daha yeşermemelidir. Çok yakın bir geçmişte yaşananlar cemaatlerin ya da faşist toplulukların 12 Eylül cuntacılarının fikirlerine güçlü biçimde sadakat gösterdiğini doğrulamıştır.


Bugün AKP iktidarından hiç de hazzetmeyen, hoşlanmayan ve belki de nefretle bakan niceleri, çok değil, yalnızca 10 yıl önce, Sosyalist idealler adına mücadele eden aydın insanların fiziki ve zihinsel olarak linç edilişine, sürgülerine ve horlanmalarına nasıl çanak tuttuklarını hatırlamalıdır. 

14.10.2014