YALAN DÜNYA’DA GERÇEĞİN PEŞİNDEN GİTMEK

0 yorum
Orhan Gökdemir

George Granville Monah James şimdi adı unutulmuş bir mantık profesörü. Geride ancak meraklılarının arayıp bulabildiği bir kitap bırakmış; Çalınmış Miras. James’in kitapta söylediği şu; Bugün Yunan felsefesi diye bildiğimiz şey hemen hemen Büyük İskender’in Mısır’ı fethi ve ardından İskenderiye Kraliyet Kütüphanesi’nin talan edilmesinden sonra ortaya çıkmış bir külliyat. Yani Yunanlı filozofların yaptığı aslında bir tür çeviri faaliyeti. Bu kütüphanede buldukları kitapları akılları ve bilgileri yettiğince kendi dillerine çevirdiler ve özelleştirdiler. Bu tez, Yunan dehasının yarım yüzyıl gibi kısa bir zaman aralığında birdenbire nasıl parlayıp söndüğünü de açıklıyor aslında.

Güzel. Bir de hatırlatma. Bu seferde Büyük İskender’e eşlik eden Aristotales seferden sonra sayısız kitap “yazdı”. Platon’un ona “okuyucu” dediği söyleniyor. Okuyan elbette yazar da!

James’e göre, Aristotales’in askeri kitap seferinden önce Pisagor, Thales, Ksonofanes Parmenides, Zenon ve Melissus gibi birçok Yunan filozofu da Mısır’a eğitim amacı ile gitmişti. Ama Batılı kurguya bakarsanız Mısır’da kayda değer bir felsefe ve matematik yoktu. Yunan filozoflar orada ne öğrendiler acaba?

Sadece şunu hatırlatalım; Bu filozofların bir kısmı Mısır’da eğitimlerini tamamlayıp ülkelerine döndükten sonra ağır ithamlarla karşılaştı ve ağır cezalarla yargılandı. Çünkü bu filozoflar Mısır’dan gelirken beraberinde Yunanlıların alışık olmadığı inançlar ve tanrılar da getirmişlerdi.

Peki, bütün bunlar neye yol açtı? Demem o ki Yunanlılar bir felsefe geliştirince, insanlık, doğa ve evren üzerine o ana kadar sahip olmadığı daha somut bilgiler mi edindi?

Mısır kültüründe uzak yıldızlar önemli yer tutuyordu. Belli ki Güneş’in yanan bir küre olduğunu ve uzak yıldızların da birer güneş olduğunu biliyorlardı. Mısır’ın kadim tanrılarından Thoth’un marifetlerinden biri Güneş, ay ve yıldızların hareketlerini hesaplamak ve mevsimleri düzenlemekti. Tarihi Yunanlılarla başlatan uygarlığımızın bunu keşfetmesine daha binlerce yıl vardı.

James’in “Çalınmış Miras”ı bize alışık olduğumuzdan oldukça farklı bir fotoğraf gösteriyor. Haliyle ortalama bakışın da hayli dışında. Bu, bir yazarı bilmemek veya unutmaya terk etmek için yeter sebep.

Yakın zamanda yitirdiğimiz Martin Bernal de benzer bir direnişle karşılaşıyordu. Yani tarihimizin ve felsefemizin tek kaynağının Yunanistan olamayacağı fikrini duymaya hazır değiliz henüz.

Felsefeden giderek uzaklaştığımız ve “inanç”ın içine giderek daha fazla battığımız bugünlerde zındıklık ederek soralım: Bize dayatılmış tepetaklak alemlere bu kadar kolay alışmamız ve inanmamız nasıl mümkün olabiliyor?

Peki, uzaya binlerce uydu göndermiş ve 24 saat dünyayı izleyen bir uygarlığın ahfadı olarak, duvarlarımızı süsleyen haritaların çarpıtılmış projeksiyonlar olduğu söylense şaşırmaz mısınız? Böyle bir yazıya geçtiğimiz günlerde gazetesi gitmiş sitesi yadigar kalmış bir internet adresinde rastladım. Yazı dünya haritalarına kaynaklık eden Merkatör Projeksiyonu'nun çarpıklığına işaret ediyordu.

Yazının özeti şu: Merkatör Projeksiyonu, Merkatör'ün 1568'de yaptığı ve kendi adıyla anılan silindirik projeksiyon. Bu yöntemle yapılan haritalarda meridyen ve paraleller birbirini dik kesiyor. Konform bir projeksiyon olup, şekil bozulmaları minimumdur. Ancak ekvatordan uzaklaştıkça hızla artan alan bozulmaları söz konusudur.


[Merkatör Dünya Haritası]

Yani merkezinde bir ışık kaynağı bulunan küresel dünyanın, ekvatoruna teğet olarak geçirilen bir silindir vasıtasıyla harita elde edilmesini sağlayan bir projeksiyon bu. Haliyle Merkatör projeksiyonuna sahip olan haritalarda sadece ekvatora yakın olan bölgelerde doğru sonuçlar alınıyor. Kutuplara doğru gittikçe şekiller bozuluyor. Öyle küçük bozulmalardan da söz etmiyoruz. Örneğin 7.700.000 mil karelik bir sahaya sahip Güney Amerika ile 800.000 mil karelik Grönland adası aynı büyüklükte görünüyor. Afrika ile Grönland’ın büyüklükleri bu projeksiyona göre aynıdır, oysa Afrika Grönland’ın 14 katı büyüklüğünde bir kıtadır. (Grönland’ın yüzölçümü 2 milyon kilometrekareden biraz fazla. Afrika Kıtası’nın yüz ölçümü ise hemen hemen 30 milyon kilometrekare.) Antartika kıtası kıtalar arasında büyüklükte beşinci olmasına karşın bu haritayla birlikte birinciliğe zıplamakta, Grönland Afrika kadar olmakta, Kuzey Avrupa ülkeleri ekvatordaki ülkeleri toprak miktarları bakımından sollamaktadır.


[Merkatör Afrika Grönland]

Yani 500 yıldır kullandığımız bu projeksiyonla elde edilen haritalar gerçekte “yalan bir dünya”nın haritalarıdır.

Bu yalan 1973 yılında, Alman film yapımcısı ve tarihçi Peters’in itirazına kadar sorgusuz kabul edilmiştir. Peters, bu projeksiyonun yanlış olmaktan öte, ırkçı niyetlerle hazırlanmış olduğunu iddia etmiştir. Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinin, olduklarından çok daha büyük görünmelerinin gerçek nedeni budur.


[Peters Dünya Haritası]

Bugün kullandığımız pek çok haritanın merkezinde Avrupa’nın olması da böyle bir çarpık bakışın ürünüdür. Dünya küreseldir, kürenin ne merkezi vardır ne de altı üstü! Merkatör projeksiyonunun emperyalizmin bir simgesi haline geldiğini söyleyenler ortaya güçlü deliller sürüyor haliyle. Örneğin Büyük Britanya’nın “topraklarında Güneş batmayan imparatorluk” olduğu dönemlerde İngiliz üretimi Dünya haritaları başka alternatifleri olmasına karşın Merkatör izdüşümünden asla vazgeçmemişlerdi. Çünkü bu projeksiyon hem İngiltere’yi, hem de dominyonları olan Kanada ile Avustralya’yı olduğundan daha büyük gösteriyordu. Ekvatora yakın olan İngiliz sömürgeleri ihtiyaca uygun olarak daha küçüktü ve İngiltere de Dünya’nın tam merkezindeydi. Yani Merkatör haritaları İngiltere’nin sömürge politikalarının ve yaratmak istediği algının görsel coğrafi zeminini oluşturuyordu.

Demem o ki, herkes gibi iki göze sahip olmanız, gerçeği olduğu gibi göreceğiniz anlamına gelmiyor. İnsanın görme eylemi tanık olduğumuz en ideolojik iştir. Kuşkuyu sürekli dik tutmamız, bunun içinde sürekli öğrenip yeni sorular sormamız şart.

Öyle ya, bu kadar çarpık dünya neden çalınmış bir mirasla idare ediyor olmasın!


Gerçeğin peşinden gitmekten korkmayın, onun size yapabileceği tek şey sizi daha özgür kılmaktır….

Mustafa Çölkesen: Hayatı Iskalarken...

0 yorum


Mustafa Çölkesen

Bir kısmı kapitalizmle, uygarlığın toplumsal örgütlenme biçimiyle, diğeri insan olmanın sınırlılıkları ile ilgilidir, etrafımızı çevreleyen sonsuz nesne ve olgular karşısında işlerimizi hep "parça" larla görürüz, ama hepsi Aklın ürünleri olan tarih bilimi, sosyoloji, felsefe, antropoloji v.b bilimler vasıtasıyla geçmişi ve bugünü oluşturan dağınık parçaları sistemleştirerek "bütünü" görebilme becerisine de sahibiz, Hegel karmaşık felsefi yöntemini en iyi "gerçek bütündedir" sözüyle özetlemişti...

Bilgelik ise, hayatın saklı kurallarını, ayrıntılara odaklanarak değil, parçaların birlikte var ettiği "bütünsel" gövdesi içinde görebilmekti...

Bütün, parçalardan oluşmakla birlikte, her parça son tahlilde bir bütüne aittir, kendi başına özerk bir gaye taşımaz, amacı zaman ölçeğinde kendisinden farklılaşan o bütünsel varlığı oluşturmaya yöneliktir, parça, nitel bir eşsizliğe sahip olmakla birlikte, bütüne yaptığı katkı kadar anlamlıdır, demek ki anlam kendisini hep "bütün"de var eder.

Parça'nın bütüne hizmet etmesi, bütünün asli önemi, biyolojiden, müziğe, matematikten, sanata, mekanikten tarih bilimine kadar kapsayıcıdır, organel gelişim bütüncül canlı formu ile nihai amacına ulaşır, sesler- melodiler ahenkli bir bütüne eriştiğinde anlam taşır, sanatta tasvir bütünsel bir forma ulaştığında ortaya çıkar, mekanikte parçalar bir sistem oluşturmak durumdadır, tarihte sadece belirli bir döneme ait olaylar dizgesinin kendi başına açıklayıcı gücü, anlamı yoktur.

Parça - bütün arasındaki bu ilişki, uygarlığın "işbölümü ve uzmanlaşma" süreçleriyle insanın bütüne bakmasını önlemiş, onu hem bir parçaya indirgemiş, hem de vizyonunu parça ile sınırlamıştır. Marx'ın deyişiyle "insanın bilincini onun maddi varlığı" belirleyerek, köylü hayatını toprak, zanaatkar atölyesi, tüccar malları, bürokrat idari işlerinden ibaret olarak görmektedir, hayatının asıl belirleyenleri olan iktidar, hukuk, egemenlik, mülkiyet ilişkileri v.b onun ufku ve irade alanının dışındadır, onlar bütünü temsil ettiklerinden hiyerarşinin tepesindeki ilahi otoritelerin emri altındadır, parça-bütün diyalektiğinde yabancılaşmanın tarihi uygarlığın ortaya çıkışı kadar eskidir.

Yıkılmak üzere olan eski büyük medeniyetleri fethederek ona geçici de olsa canlılık kazandıranların,  medeniyetlerin dışında, eşitlikçi komün hayatında özgürlüklerini soluyan barbarlar olması bir rastlantı değildir, işbölümü ve uzmanlaşmanın parçalara odaklanan körlüğünü yaşamıyorlardı ve yaratıcılıkları ve cesaretleri henüz medeniyet tarafından sınırlandırılmamıştı. Barbarların sonradan medeniyet tarafından fethedilmeleri başlangıçta o medeniyetleri özgürlükçü ruhlarıyla ele geçirmeleri gerçeğini değiştirmez...

6.000 yıllık serüveninde zamanla aynı "hiyerarşik kurumsal yapıyı" koruyarak karmaşıklaşan uygarlık tarihinde modernizm bunun istisnasımıdır?

Üretimin pazar için yapıldığı, rekabetçi yenilikçilik adına üretim sürecinin daha fazla alt segmentlere bölündüğü, emeğin üretim sürecinde ortaya çıkacak "bütün" (nihai ürün) üzerinde söz sahibi olamadığı, dünya kaynaklarının dağıtımına, emekgücünün tahsisi ve işbölümüne dev tekelci sermaye gruplarının karar verdiği, insanın zanaattan, yaratıcı kişisel becerilerinden koparak devasa bir global üretim makinesi içinde giderek "izole, niteliksiz ve önemsiz bir parçaya" indirgendiği, emeğin üretim sürecinin teknolojisi, termin öncelikleri ve ritmine göre disipline edildiği, iş örgütlenmesinin durağan ve mükerrer yapısı nedeniyle iş ve görevlerin rutinleştiği, emek zamana değil, performans kriterlerine dayalı teşvik sistemleriyle bilcümle kendisini parçalayan, yalnızlaştıran, değersizleştiren bir ekonomi düzeneğinde dramatik bir yaşam mücadelesidir bu...

Bireyin bu dramatik yaşam mücadelesinde yegâne politik faaliyeti ise, yine uzmanlaşmış bir kaç siyasi bürokratın "yukarıdan aşağıya" kendileri namına toplumsal kaderleri hakkında söz sahibi olduğu, uygarlığın kapitalist temellerini "dokunulmaz, sabit bir siyasi düzenek" olarak korumak üzere birbirleriyle sözde rekabet eden yaşlı bürokratlara - 4-5 yılda bir - oy vermekle sınırlıdır; temsili- biçimsel demokrasi koşulları altında, işleyişinde söz sahibi olamadıkları, tepelerindeki bürokratik siyasi aygıta bireysel katkıları, bir oy kadar önemsiz, umutsuz ve işlevden yoksundur böylece...

Böylelikle bireyin yaşamı, hem üretim-çalışma sürecinde, hem de siyasi hayatında edilgen, kurallar ve buyruklarla yönlendirilmiş, parçalanmış haliyle, her türlü özgürlük, irade ve yaratıcılıktan yoksun olarak, sadece Uygarlığın ilerleme amaçlarına tabi kılınmış, feda edilmiş durumdadır.

"Böyle gelmiş böyle gider" halk deyişimiz, insanın kendisine rağmen otoriter bir yaşam düzeneği karşısında kendi bireysel yaşamı konusundaki çaresizliğinin özetleyici bir yansımasıdır.

Çaresizlik, engellenme, sıkışma duygusu tüm nevrozların da kaynağıdır modern toplumda, psikiyatri bilimi hastanın alt bilincinden yansıyan, onun "yegane sorun" olarak gördüğü tekil bir olay karşısında, terapi seansları vasıtasıyla, bireyin geçmişi, çevresi ile kurduğu ilişkiler, hedefleri ve başarı/başarısızlık tablosu ile "hayatının bütününü" resmetmeye çalışarak nevrozun kaynağına inmeye çalışır, psikiyatri de teşhisi kişisel "bütün"de görmektedir, ancak çözümü, bireyin içinde yaşadığı uygarlığın hiyerarşik, otoriter, anamalcı, sınıflara bölünmüş doğasını sorgulamak yerine, onun bu çelişik, yabancılaşmış hayata katlanmasını sağlayan mutluluk hormonu ilaçlarının ötesine geçemez...

Küçük mutluluklar, alışverişler, mal-mülk edinmeler, hafta sonu eğlenceleri, romanlar, diziler vb. hep insanın bütünü temsil eden o acımasız, çarpık hayatı karşısında parçaya sarılarak gerçekten kaçışı ve unutma arzusudur.

Parçayı kurtaran o bütünsel gerçeği, yani şairlerin "insana bir armağan olarak tasvir ettiği" biricik, geri dönüşü olmayan hayatın kendisi karşısında, edilgin, belirlenen, zorlanan, baskı altına alınan, tabi olan ve özgürlükten mahrum kalan olarak ıskalamıştır, kapitalist modernizm karşısında asıl tepe taklak duran, üzerinde "özgürce tasarruf hakkına ve mülkiyetine" sahip olamadığımız "hayatımızın bütünü" idi, parçalara bakmaktan insanın asıl zindanını görmekten çekindik.

Yeryüzünde herşeyin gelip geçici olması bizde sürekli bir "boşluk duygusu" yaratırken, neden tüm mal-mülk edinme, günü kurtarma gayemizden ziyade, bireylerini özgür ve mutlu kılabilecek "yeni, eşitlikçi, özgürlükçü bir uygarlık projesi" için mücadele etmiyoruz, hayatımızın biricikliği nedeniyle ona bir şans tanımak, onu bu lanetli kördüğümden kurtarmak, sıradan tarih içinde ona şahsiyet ve özgürlük kazandırmak uğruna mukaddes bir amacı misyon edinmiyoruz?

Özgürlük, yaratıcılık ve toplumsallık insan doğasının arzusu, mutluluk bileşenleridir, insanın mistik yücelim duygusu ve tamamlanma gereksinimi onları gerçekleştirmekle mümkündür, ama hiyerarşik kapitalist uygarlık, işleyişi gereği, özgürlük yerine "tabi olmayı", yaratıcılık yerine "vasıfsızlaşmayı", toplumsallık yerine ise "bireyciliği" ikame etmiştir.

Anları yaşayabilir, toplumun ayrıcalıklılarının bireysel yaşamlarına gıpta ederek, onların eğlence ve tüketim anlayışlarına öykünerek belki tekil günleri yaşanılabilir kılabiliriz, ancak sorgulamaktan kaçındığımız, kaçınılmaz bir kader olarak gördüğümüz ya da gözlerimizi kapadığımız uygarlığın içindeki çarpık varlığımız hayatımızın ta kendisidir, o ise, birlikte değiştirmediğimiz sürece, ayağımızın altından kayıp giden bir bütündür...

20.11.2014




Birey-toplum ilişkisinde baskı aracı olarak Din

0 yorum
Bireysel Karşı Koyuş'un Arketipsel Temeli 

Göktuğ Halis 

İlkel toplulukların anlamasına pek mümkün olmayan toplumsal kaygıların hesabını tutuyor yazı. Onların pek basit biçimde karşılanabildiği biyolojik ve sosyal ihtiyaçların karmaşıklaşan düzen içinde aldığı yeni hali anlatıyor. Böylece, ilkel kültürlerin yaygın, kanıksanmış; doğrudan insan ilişkisini merkeze yerleştiren ilişki biçiminin dağılmış olduğunu gösteriyor.

Çok daha önemlisi, insan türünün, doğa ile kurduğu ilişkideki kırılmayı aktarıyor bize yazı. Onu keşfettiğimiz anda, insan topluluklarının epeyce kalabalıklaşmış olduğunu, insanın, tüketim eğilimini, ‘pozitif bir sistem’ oluşturarak doğaya dayatmaya başladığını anlıyoruz onun sayesinde. İnsan toplulukları artık, tarım aracılığıyla Doğa’yı, daha çok ürün vermeye zorlamakta madencilik sanatıyla toprak ananın mahremiyetine saldırmaktadır. Geçmişin pek ‘saygın’ hassasiyetlerini, şükran, özür ve onurlandırma merasimlerini terk ederek; doğanın unsurlarına, ‘karşı’ üstünlük sanısı geliştirmektedir. İlk defa bir canlı türü, insan, yaşamsal ihtiyaçları dışında ve bu ihtiyaçlarda çok daha fazla bitki ve hayvanı ‘kendisi’ için ayırmakta ve biriktirmeye başlamaktadır.

Bu kadarı geleneklerin zorlandığını gösterir artık. Bundan sonrası ise yeni bir topluma işaret eder.

Dini öykülerin arkaik kökenleri

Ekonomik faaliyetler bir kenara bırakılırsa, ilk yazılı metinlerin en eski konularını mitler, söylenceler ve topluluğun dini alandaki fiziki ve ruhani aktiviteleri-ibadet ve inanç-oluşturuyor.

Coğrafi anlamda, dini yazıların tarihi, Mısır ve Sümer ülkesinden başlıyor.  Bu gelişmiş medeniyetler kesintisiz biçimde Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim gibi, Modern Tek Tanrılı din disiplinlerinin, içeriğini oluşturan kaynaklar olarak değer görmeyi hak ediyor. Bu yazılarda anlatılagelen,  insan ve insanın yaratılışı, Cennet ve Sürgün, katliam (Habil-Kabil), Nuh Tufanı ve Sodom-Gomorra gibi kadim öykülerin, Tek Tanrıcı din inancı ve-veya ölüm sonrası sınama, cennet ve cehennem, ebedi yaşam gibi kabullerin ilk örneklerini bu topraklarda buluyoruz. Bu kesintisiz çizgi ve aktarma geleneği, bugün tüm dünyada epeyce yaygın olan üç büyük tek tanrılı din inancının-Musevilik-Hıristiyalık ve İslamiyetin en temel temalarının tarihin bilinen ilk topluluklarına dek uzanmış olduğunu gösteriyor.

Dini metinlerdeki ortaklık neyi gösteriyor?

Modern akıl, bunları etkileşim -bayağı bir ifadeyle araklama- olarak görürken dini-toplumsal akıl Tevhit dininin mesajlarındaki evrensel aklın ispatı olarak tanımlıyor. Diğer taraftan ilkel kültüre bakışta görmezden gelemeyeceğimiz, Psikoloji okulu, Jung ile son haline varan ‘aktetip’ler düşüncesine atıfta bulunuyor. Bu okul sayesinde etkileşim ya da evrensel bir akıl gibi açıklamalara ihtiyaç duymadan, bilinç-dışının bilinmeyenlerle dolu alanına dalmış oluyoruz. Bu açıklama modeline göre, dini temalar, mitik sembolizm ve dini düşüncenin her türlü kaynağı, bilinç dışının ürünüdür. Bu haliyle toplumlar arasında bir temas olmasa da, insan beyni bu tip verileri üretmeye doğuştan bir eğilim taşımaktadır. Bu ise, tüm dünya dinlerinde neden ortak meselelerin böylesine benzer argümanlarla çözümlenmiş olduğunu göstermede, gücü azımsanamayacak bir açıklama biçimi oluşturmada yeterlidir.

Ancak bu okul bizleri günümüze dek uzanan ve kesintisiz her toplumu öyle ya da böyle kendi içinde kıyım yapmaya yöneltmiş bir tartışmanın kucağına bırakıveriyor. Böylece dinlerin katliam, soykırım ya da sapkınlık tarihine eklemlenen bir kadim tartışmanın özü hakkında fikir bildirme şansına sahip oluyoruz. Şimdilik, bu çatışmanın birey ve onu baskılama eğilimi gösteren toplum refleksinden kaynaklandığını söylemekle yetineceğim.

Sünnet ve yaralayıcı ayinlerin arkaik temelleri

İlkel kültürlerde çok daha doğrudan biçimde gözlemleme şansını yakaladığımız, bireysel dürtü ve davranma eğilimine duyulan öfke, dinler tarihinin ‘pek ayrıcalıklı temasına’ ulaştırıyor bizi. Şaman’ın ve büyücünün ‘topluluk’ için taşıdığı değerin yitirildiği ve yerini şiddetle-olasılıkla kanlı yöntemlerle hizaya getirmeye de varan bir topluluk bilincinin baskısıyla, bırakın modern-ilkel toplulukları, Batı kültürünün pek övündüğü modern coğrafyalarda dahi karşılaşıveriyoruz.

Başlangıçta, ilkel kabilelerde gördüğümüz geçiş ayinleri-bize kalan en yaygın örneği sünnet ya da yaralayıcı/kan çıkarmaya dayanan ritüeller- açık biçimde bireye verilen gözdağı anlamına geliyor. 

Bireysel arzunun-özgür davranma eğiliminin engellenmesi, kişinin kendini topluluğa adama noktasındaki geçişinin tamamlanması; bu açık biçimde yaşaması için kendisine adanmış bireylere ihtiyaç duyan topluluk bilincinin refleksidir.

Böylece istisnasız tüm dinlerin kendi iç tarihinde etkin olan saldırganlığın’ temel kaynağı olma işlevini anlamada elverişli bir noktaya gelmiş oluyoruz: İlk olarak, bireyin, onun coşkun, iradi heyecanlar taşıyan; tıpkı bir hayvan gibi davranma ediminin, topluluk lehine yenilgiye uğratıldığını görüyoruz. Bu saatten sonra Şamanlara, dünyanın kıyıda köşede kalmış coğrafyalarında rastlamaya başlıyoruz. Çok daha önemlisi, tüm yerleşik dinlerde Şamanik figürlerin olası bir ortaya çıkma girişiminin, kanla bastırıldığını görüyoruz. İslam Kültürü’nde Alevilerin, Hıristiyan tarihinde Catharların-Albigenlerin ve Yahudi Kültüründe-katliam ve kıyım olmasa da-incitme ve aşağılama potansiyeli bağlamında Kabalacıların, böylesi bir iradeye maruz kaldığının tarihsel örneklerini fazlasıyla biliyoruz.

Dünyada artık, sadece topluluk dini vardır; itaat ve ibadeti, inanç ile harmanlayan, statükonun değer ve yasalarına ses çıkarmayan yön, geri dönülmez biçimde şişmiş gözükmektedir.

Dinin iki yönü: Özgürlük ve Biat

Böylece dinin, dış doğanın gizlerini kendi olanaklarıyla anlama, yaşamda bir gizem var ise çözme ya da hayatta yalnızca kendisinden sorumlu olma gibi, içgüdülerin aktif halde davranışı yönlendirdiğini kolaylıkla fark edebileceğimiz bireysel gücü ile, bunu yaşamak için tehlikeli bulan ve gerekirse şiddet eğilimiyle onu bastırmaktan çekinmeyen, hayatta kalmanın ortaklaşa kodlarına ve simgelerine dayanan gücüyle toplumsal kaynağı arasındaki uzlaşmaz çatışkıya temas etmiş oluyoruz.

Yazı toplum, söz bireydir

Yazı geleneği, bu çatışkıda kendisini topluluk-yaşam ve ilişkilerinden yana konumlandırıyor. Bireyin topluluk tarafından kontrolizasyonunun sağlandığı bu aşamada, bireysel yaşamda hiç de gerekli olmayan bir buluş olarak yazı, bireyin kurallara bağlanması, kontrol edilmesi ve denetlenmesi adına güçlü bir işlev üstleniyor. Yasalar, kabul ve topluluk söylencelerinin yerini alıyor; ibadetler de dahil olmak üzere her toplumsal alan bu şekilde can buluyor. Bu haliyle sözlü kültürü, şiiri ve büyü ayinlerini yönlendiren ikna sistematiğinin temel dayanağı olarak tılsım’ın, topluluk tarafından biçimlenen kutsal kitapların sayfalarında neden öfkeyle karşıladığını anlama imkanına kavuşuyoruz. Zira büyü-tılsım ya da fal-kehanet gibi çıkışlar, açık biçimde topluluğun sağlığını bozan, bireysel –içgüdüsel kaynağa göndermeler yapmaktadır.

Buradan, günümüze dek uzanmış etkin bir tartışmayı anlamada büyük avantajlar ediniyoruz: Kutsal kitapların literal ayrımı ile gerçek anlam söylencesi arasındaki çatışmayı…

Toplum yozlaşırsa, din işlevsizleşir

Dinin yasal boyutunu oluşturan metinlerin literal bağlamı, topluluk için az ya da çok yeterli bir çerçeve oluşturuyor. İlk dini metinlerden en gelişmiş olanlara dek hepsi, topluluğun bozulmuş düzenini düzeltme ya da tamir etme gibi bir iddia da taşıyor. Bu İsa, Musa ve Muhammed gibi toplum önderlerini epeyce rahatsız etmiş olan ‘ahlaki’ çöküş, toplumsal eşitsizlik ya da adaletsizlik gibi doğrudan meselelere karşı verilmiş yanıtlar olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Topluma çeki düzen verme girişimi, açık biçimde, herkesi hizaya sokma gayesi güdüyor; çünkü bu metinler sorumluluğu dinin "bireysel boyutu"na atıyor. Bu kötülük, ‘çok Tanrıcılık’ ve ‘puta tapma’ olarak formüle ediliyor; Tek Tanrıcı inançlar açık biçimde ‘bireyin Tanrı olma-ya da Peygamberce’ girişimlerinin önüne geçme kaygısı taşıyor. Çok daha önemlisi, ortak inancı, kaynaşma, eşitlik ve ideal bir düzen yaratacağını düşünüyor.

Devrimci-sosyal bir organizasyon olarak genç bir dinin, ilk yıllarının ‘yetkin bir heyecan ve coşkunluk’ yarattığı doğrudur. Ama bu heyecan zamanla soğuyor; zira dini öğretiler ‘topluluğun’ ahlakını korumada tek başına yeterli olamıyor ve başta ekonomik eşitsizlikler olmak üzere toplumun dayanaklarını kemiren kurtçuklar yeniden aktif hale geliyor. Bu durumlarda, başlangıç dönemlerinde bastırılan ‘bireysel’ boyut, Şaman ya da Peygamberce eğilimler yeniden ortaya çıkıyor. Bunun en tipik yolu ise, kısmi bir mahcubiyetle, kutsallık halesiyle sarmalanmış dini metinlerin yetersizliğine yalnızca ima yoluyla değinebilir, okuma ve anlama yöntemlerinin ortaya çıkmasıyla beliriyor. Bu dini metinleri derinleştirme çabasıdır. Bir diğer deyişle bu çabalar, Kutsal Kitapların derin okumalarının önemine işaret etmeye başlıyor.

Kutsal Kitaplarda Derinlik Arayışı

Açıktır, bu literal anlamın sorgulanmasıdır. Dinin bireysel boyutunun-olasılıkla bilinçdışı düzlemle ilişkili heyecanların-simge ve arketiplerin kutsal metinlere nüfuz etmiş olmasından kaynaklanıyor bu durum ilk olarak. Zira bu kitaplar ya insanlar tarafından kaleme alınmış ya da insana, onun derinliğindeki gerçeklere hitap eden yapıtlardır. Bu heyecan verici imgeler, toplumun isteksizlik ve karamsarlıkla atalet haline düşmesiyle birlikte zırhı yırtmaya hazırlanan öz gibidir. Adına derviş, aziz, dede ya da rabbi diyelim; mutlaka birilerini, literal anlamın değersizliğini savunmaya başlıyor. Kesinlikle söyleyebiliriz: Bu bireysel okuma yöntemi, dinin yerel ve kültürel niteliğini, evrensel kanallara bağlayan bir güç olarak biçimleniyor.        

Kutsal Kitapların –literal-sözcük anlamı ile gerçek anlamı arasındaki kadim tartışma tarih boyunca kesintisiz biçimde devam etmiştir. Büyük Yahudi Bilgesi, Simon Bar Yohai, Tevrat’ı yalnızca yazıldığı gibi anlayana yazık! İfadesini kullanmıştır örneğin. İslam Mutasavvıfları ve Hurufiler ise, Kutsal Kitap’ta ‘okuma derinliğini’ vaaz eden açıklamalarda bulunuveriyor.  ‘Kutsal kitaplar okunduğu anda anlaşıldığı kadar ise’ değerleri pek düşüktür anlamına geliyor bu.

Kitapların sözcük anlamına yönelmiş bu eleştirilerin içten gelmiş olması ise şaşırtıcıdır. Zira içten içe ‘kitaplarda’ anlatılanların yetersizlik itirafıdır. Ancak itirazlar ‘yaşamsal’ kaygıların dürtüsünden hareket eder ve bu haliyle kitaplar yaşama katkı sunamamaktadır.

Kitaplar bu haliyle toplumların ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelir; dönüşüm önerisi kitapların kutsallık halesinde oluşan dokunulmazlığı hesaba katıldığında toplumda elit bir azınlık yaratmaya yönelik, ‘kökenlerini’ şamanizmde bulduğumuz bir bölümlenme yaratır. Bu bölümlenmeye göre ‘kutsal kitapların’ derin okumalarını gerçekleştiren kişiler toplum tarafından sapkındır; elitler için ise Kutsal Kitap’ın özünü görme hususunda Tanrı tarafından hediyeler bahşedilmiş ayrıcalıklara sahip kişilerdir. Elit kesimin iddiası, avamın bayağılığı ve yalnızca ibadet etmeye mahkum pek özelliksiz yaşamına karşın, Tanrı ile birleşme-konuşma ve onunla ilişkiye geçme olanağının açıktan açığa itirafıdır.

Sonuç


Dinin bireysel kaynağı, peygamberliğin ve Tanrı’dan vahiy alma geleneğinin herkes-en azından belli bir kesim-için olanaklı olduğunu savunur. Bu tarihsel ve yerel bir iddia değildir; kaynağı bilinçaltındadır ve örneğin, İslam kültüründe son peygamber mitinin doğmasına vesile olacak tarzda itirazlar doğurur. Topluluk, Muhammed gibi açık biçimde Şaman kültürüne özgü semboller kullanan bir yükseliş-miraç öyküsüne sahip karakterin kurduğu yeni düzenin, benzer güç iddiasıyla ortaya çıkan diğerlerince sarsılma eğilimi taşıdığını bilmektedir. Bu tip bir karşı çıkış, topluluğun bireysel kodlarını bastırmaya çalışan topluluk edimi ve davranış karakteristiği için anlaşılabilirdir.