AKP SİYASETİ ve ARKETİPSEL İMAJLARIN Sosyal Yapı Üzerindeki Etkisi

0 yorum


Göktuğ Halis

Giriş ve Özet

Bu makale üç bölümden oluşuyor. Temel savlarımı üçüncü bölümde vermeye çalıştım. Bu yüzden özetime son bölümden başlamalıyım.

Öncelikli olarak son 12 yıldır Türkiye siyasetine yön veren temel aktörlerin siyaset yapma tarzındaki “akıl dışılığa” işaret etmeyi hedefledim. Modern dünyaya ve onun bilimsel değerleriyle siyaset yapmayı muteber kılmış pozitif tutumuna tezat biçimde bu yaklaşım kitlelerden güçlü biçimde destek almıştır.

Ben AKP ile yüksek seçmen kitlesi arasındaki ilişkiyi karşılamada, II. Dünya savaşına giden yolda “Yahudi Komplosu”, “Ari Irk” ya da “Yükselme-Dünyaya Hakim Olma” gibi mitik dil kullanan Alman politikacıların işlevsel olduğunu düşünüyorum. Sağ Politika’da mitik dilin belli başlı özelliklerini şu şekilde özetleyebilirim:
1-      Derin bir kuram, teorik bütünlük ve matematiksel karmaşa içermeyen fikirler üzerinden siyaset yapılı.
2-      İşaret-simgeleri kullanır. Sözcükler, mantıksal olarak bir bütün ve anlamlı bir düzen oluşturmak zorunda değildir.
3-   Simge (matematiksel form-şekil-işaret-seslenme-mimik ya da hitap) topluluk tarafından taşınan ve “benlik” düzeyinde değil -bilinç dışında karşılığı olan- anlamlara temas eder. Bu, topluluk ayini ve dini heyecanlarla karşılaştırılabilir tutumlar bütününe işaret eder.

Ben, AKP ve seçmen kitlesi ile ilişkinin “arketipsel” imgelerle ilişkisi ve “sosyal bilinçdışında” sosyal-tarihsel bağlam gözetmeksizin, miras bırakılan kültür-dışı izlerle-simgelerle ilişkili gücünün “otoriter bir yapılaşmaya” giden yolu tetiklediğini, en azında etkilediğini düşünüyorum.

Bu makalede birçokları arasından üç tanesini inceledim: 1-Kahraman arketipi 2- Şeytan 3-Saray.

Jung’un “bireyde” dinin kaynağı olarak gördüğü bu psikolojik güçler, modernizmin ezmeye çalıştığı akıl-dışı ilkelerin en küçük bir fırsatta ortaya çıkma gücü ve eğilimini de gösteriyor. İlgi çekici ve bir başka makalede irdelemeye çalıştığım şey budur: 12 yıllık AKP iktidarında “mit” dilinin sosyal bağlamdaki tek eş değer karşıtı, yine beklenmedik “mitsel bir simge” olan “ağacın” merkeze alındığı gezi parkı direnişinde yaşanmıştır. Mitler, sosyal alana uzanan güç iddialarında bulunmaktadır.

Yazının diğer iki bölümünden ilki, “modern” dünya ve Batı merkezci yaşam algısına ilişkin kimi saptamalar ve felsefi kavramların açıklamalarına ilişkindir. Okuyucu burada, bilimcilik, pozitivizm, modernizm gibi kavramların açıklamalarını bulacaktır. İkinci bölümde ise, Kemalizm’in temsil ettiği Batıcılık ve Bilimcilik şiarının, AKP’nin arketipsel imajları merkeze alan çalışmalarıyla ilişkisinde neden güçsüz kaldığının girişini yapmaya çalışacağım.

1-Pozitivizm ve Modernite

Pozitivizm  moderniteye olguları mutlaklaştırmayı salık verdi. Mutlaklaş-tır-mak ifadesi önemlidir. Zira ilkel dünyadan moderniteye dek, tüm insan topluluklarının bilgi anlayışında, olguların yeri ve değeri zaten belli ölçülerde vardı. Ancak geleneksel-modernite öncesi-bilgi anlayışında olguların yeri, pozitivist kuram açısından yeterli değildir.

Felsefe Sözlüğü pozitivizmi şu şekilde tanımlıyor:

“… Her türden bilgi araştırmasının kayıtsız koşulsuz olgulara ya da gerçeklere dayandırılması gerektiğini savunan (…) deneye açık yasaları esas alan, deneyle denetlenemeyen soruları sözde soru olarak nitelendiren (…) felsefe anlayışı.”(1)

Tanımın yaşamsal bir değeri, hayatta güçlü bir karşılığı var. Pozitivizm, bilime, klasik anlamlarından öte “ölçümlenebilir”lik (deney, gözlem ya da akla uygunluk ölçüsünde) kriteri yükledi. Bu sayede modernite öncesi bilimlerle arasında kesin bir ayrım sunmuş oldu. Günümüzde yalnızca bayağı popüler kültür ürünleriyle su yüzüne çıkmış, bilgelik öğretilerinin, simyanın, astrolojinin, kabala ve ebced gibi okuma yöntemlerinin; ve yine büyü gibi ilkel insanın doğayla kurduğu “sağlıklı” ilişki biçiminin temel simgelerinin; “usun ve usçuluğun”, dolayısıyla “insan aklının evrenin tüm sorunlarını çözmeye muktedir bir güç olduğunu savunan “insan aklının” sosyal alan ve organizasyondan bilim-dışı ya da gerçekliği anlamada yetersiz olduğu gerekçesiyle dışlanışının felsefi temellerine ulaşmış oluyoruz.

Modernizmin bu temel “argümanı”, epistemoloji alanında çok kısa zamanda otorite haline geldi; reddettiği çağların bütüncül düşünme biçimlerini bir kenara iterek. Doğal ve toplumsal olgulara yaklaşımdaki en temel yöntemi, bilim, “onun” sayesinde “modern” takısını alabildi ve yine onun sayesinde Batı medeniyeti doğa, toplum ve bilinç olgularıyla kurduğu ilişkiyi, tüm dünyaya dayatacak cürreti buldu.  

Akıl dışından nefretin “ekonomik” kökenleri

Antik bilimlerin sosyal alandan dışlanışı, pozitif bilim takıntısının “muteberlik” şiarı ve kabulünün dışında kalan akıl-dışı alanlar mitine dayanıyor. Oysaki bu ayrım Batı Merkezci medeniyetin “toplum organizasyonundaki” gerekliliğin ürünüydü. Mistik akla (akıl-dışı/irrasyonalizmi) yapılan bu saldırı; açık biçimde Kapitalizmin üretim ilişkileri için ideal çalışan prototipinin oluşması amacına hizmet etti.(2) Dinin bireysel kaynağına yapılan bu göndergelerin “sosyal” organizasyon ağından çıkması ve daha iyisi bireyden kökünün kazınması ile birlikte “kapitalizm” açısından ideal bir çalışan profili ortaya çıktı. Çalışmayı, otoriteye saygıyı ve sisteme uymayı emreden sosyal dinlerine aksine; yerel dinler, “mistik” ve “büyüsel” nitelikleriyle bu dayatmalara uyma yolunda gönülsüzdü.

Bir ekonomik modelin yarattığı travma

Batı Medeniyeti’nin ulaştığı sosyal refah aşaması, dünyanın neredeyse bütünü için en uygun “yaşam modeli” olarak sistematize edildiği andan itibaren, “batılılaşma”-muteber olma anlamına geldi. Ancak toplumların kendilerine bir yaşam ideolojisi ithal etme çabaları-projeleri, ekonomik ilişkiler duvarına çarptı. Özellikle Türkiye gibi Kapitalist ekonomik ilişkilerin sağlıklı biçimde yürümediği ülkelerde. Olgulara ve olgusallığa verilen Batı Merkezci değer, tüm önceki ve farklı coğrafyalardaki toplumların, ilkel dünyadan aldığı temel düşünme mirasının da inkarıydı. Bu tip bir bilgi kuramı, şayet uygun ekonomik ilişkileri oluşturamıyorsanız, güdüklük yaratıyordu.

Batı Medeniyeti’nin dünyanın bütünüyle kurduğu paylaşım ve bölüşüm süreçlerindeki adaletsiz ilişkinin “doğrudan sömürge” yöntemi olanaklarını yitirdiğinde ideolojik araçlar mutlaklaştı. Bu Batı açısından “kültür” ve “değer” ihracatı seferberliği anlamına geliyordu. Bu girişimde de yalnızca modern değerler üzerinden değil, aynı zamanda geleneksel Batı değerleri-örneğin Hıristiyanlık- de bu aşamada işlevsel rol oynadı. İdeolojik saldırı, “kurulmuş” hegemonik ilişkilerin sürdürülmesini garanti altına alıyordu.

Bu konuda derinlemesine bir inceleme için İsa’nın orijinal öğretisi ile Paulus ideolojisi arasında karşılaştırmalı bir okuma öneriyorum. Paulus’un, Hıristiyan cemaatine katılmak için, kendisine sığınan kölelerin “acilen” sahiplerine iade edilmesini salık veren İncil anlatıları, günümüze dek “ekonomik” açıdan yararını korudu. Hıristiyanlık ne zaman “Batı’nın” elinde bir araç olarak kullanılmışsa Paulusçu ideolojiden yararlandı. Propaganda çalışmaları, başka zamanda olsa “kültürel zenginlik” olarak tanımlayacağımız, karmaşık bir etkileşim yarattı.

Latin Amerika’da buna, Güney Amerika Hıristiyanlığı deniyor; yerel dinlerin ve kabile kabullerinin, ata ruhlarının ve büyünün sıkı biçimde eklemlendiği yeni, ama kesinlikle sapkınlık tınıları içeren. Hıristiyanlığın yerel dinler üzerinde kurduğu baskıcı niteliği okuyabiliriz. İslam üzerinden de bu çerçeveyi genişletebiliriz, Ortodoks İslam ile Alevilik, Anadolu İslam’ı, Mevlana; yahut Hallac ve Nesimi gelenekleri arasındaki ilişkiye bakarak. Tanrı ile birey arasında herhangi bir kurumsal ilişki kabul etmeyen her kaynak söz konusu çatışmanın tarafıdır. Bugün bu değerli akımlar “turistik değer” olmaktan başka çok az anlam ifade ediyor.

Sosyal Bilinçdışı ve insanda saklı arkaik güçler

Bireyin “din” ile ilişkisi ne Marksizmin özetlediği gibi afyon olmaktan ibaret, ne de modernizmin sistemli kabullerinin öngördüğü gibi pek kolayca kesilir cinsten değil. Modernizme yapılan –post-vurgusu aslında kısmen, 3 ya da 4 yüzyıldır dünyayı sarmalayan bir ideolojinin, modernizmin yetersizliğini hedef aldı. Özellikle, new age dinleri olarak popüler kültüre adapte olan, kadim öğretilerin kitlelerden ani biçimde gördüğü ilgi, Ortodoks dinin uzanamayacağı kanallara açık işaretler gönderiyordu. İlk insandan bugüne dek, inancın, insanda yaşamaya devam eden bir gerçeklik katmanı oluşturduğu kesindir. Bu katman, iş süreçlerinden her özgürleşme anında ortaya çıkmaya eğilim taşımıştır çünkü.

Birey ve mit ilişkisi, miras alınan sosyal bilinç-dışı kavramı olarak “arketip”ler (3) kuramı Jung tarafından yetkin biçimde ortaya koyuldu. Bu kavramla Jung, tüm modern dünya bireyini ve onların gelişmiş olarak tasnif ettiği inanç sistemlerini yönlendiren ve izleri insanın “hayvanlık” aşamasına dek sürülebilir bir kaynağa göndermeler yapıyordu.

Bununla birlikte Jung, bu güçlü olanakları sosyal-siyasi alana uygulamakta başarısız oldu. Sosyalizme yönelttiği yetkin olmayan eleştirileri, ideal bir dünya yaratımı için, “kendi iç güçlerini” keşfeden ve baskı sistematiğini dindirmeyi başaran bir uyum ile onları yeniden ele alan, gerçekleşmesi pek zor bir öneride bulundu. Marksistlerin pek sevdiği bir ifadeyle; onun kuramı için koşullar yeterince olgunlaşmamıştı.

Modernizm biterken, Batı toplumunda ve onunla ilişkisini Batılılaşma üzerinden kuran tüm topluluklarda pozitivizmin ve Ortodoks dinin kavramları çatırdamaya başladı. Bunun en karakteristik belirtisi “komplo teorilerinin” ulusal ve uluslararası düzeyde ulaştığı aşamaydı. Siyasi literatürde bu kavramı, ispatlanması mümkün olmayan savların gerçekliğini a-priori olarak kabul ederek, büyük dünya görüşlerine ulaşmak deniyor. Komplo teorileri, bir grubun ya da kişinin, dünyayı açıklamada, hurafenin ya da kanıt dışı gerçekliğin temel edinmesini sağlıyor. Modernizm açısından bir sapmadır bu; bireylerin “akıl hastanelerine gönderilebildiği” geniş bir kontrol sistematiğinin göreve davet edildiğini biliyoruz.

Ancak o görmek istemese de, kuşaktan kuşağa aktarılan dini simgelerin tekinsiz sonuçlarıdır bunlar. Her an dışarıya çıkmaya hazırdır. Bu yükselme, bireyin “mitler” oluşturma-kurma ve onunla karşılaştığında etkilenme-büyülenme eğilimin dışa vurumudur. Campbell’in dediği gibi:
“Düş kişiselleştirilmiş mittir; mit kişisellikten çıkarılmış düştür.”(4)

2-Bilimci Kemalizm karşısında akıl-dışı politikanın gücü

Türkiye, Kemalist devrimin ardından, Batı ile, yukarıda bahsettiğim sağlıksız ilişkiyi pozitivizm ve bilimcilik (5) üzerinden kurdu. Batılı medeniyetler seviyesine ulaşma şiarının, “evrensel” bir anlam ifade etmesini bekledi ilk kurucular. Öyle olmadı; tıpkı Sosyalist teoriyi “bilimsel” biçimde sunmaya çalışan Marks ve engels gibi… Matematiksel bir kuram, gerçek dünyanın, otantik değerlerin duvarına çarptı; Rusya’da Sosyalizmi handikapı, Anadolu da Batı Bilimciliğinin handikapıydı. İlki geri bir toplumdu; bu onda Marks’ın öngörülerinin aksine dikey hiyerarşili parti modelinin mutlaklaşmasına vesile oldu. ikincisinde ise Batı bilimciliğinin giyinmesine olanak veren ekonomik ilişkiler yoktu, hiçbir zaman da kurulamadı. Sömürgeci sistem Türkiye’nin bağımsız ekonomisini oluşturmasına olanak vermedi.  

Türkiye topluluklarında bilimcilik-pozitivizm ideali pek güdük durdu. Zira Ortodoks dinin-merkezi İslam’ın baskısı, anti-komünist propaganda ve çok daha önemlisi bir türlü sağlanamayan iç barış ve yerel-etnik sorunların kuyruğunda, Batı topluluklarının bile modernizm anlayışında yarılmaya neden olan dönüşüme çok daha zayıf yakalandı. Batılıların gülüp geçtiği komplo teorileri “sosyal bir gerçeklik” gibi algılandı; kitlelerde karşılık buldu. Hala Tapınak Şövalyelerinin dünyayı yönettiğine inananlar var.

Batı Bilimi’nin, mitin ve onunla ilişkili bilimlerin bilinç dışındaki karşılığını hiçe sayma çılgınlığının sosyal anlamda bir karşılığı oluşmaya başlamıştır. Türkiye’nin yakın tarihi, Ergenekon gibi davalarda, Agarttha ismine yer verecek bir yargılanma sürecine tanık oldu. Rene Guenon ve diğer Batılı mistiklerin çürüyen bir dünyaya alternatif olarak sunduğu bu Hint miti, ansızın Türkiye’de komplo hazırlığına sebebiyet veren sosyal bir realite olarak görüldü. Bu iddiayı reddedenler, bu hususta yazılan kitapların çokluğuna ve satış rakamlarına yakında bakabilir.

Kitlesel ilginin, modern psikiyatrinin “toplu hayal” olarak nitelemekten çekinmeyeceği bir gerçeklik kültürü yaratışının politikadan spor alanına dek yaygın örnekleriyle tanık olmak şaşırtıcıdır. Ses kayıtları, belgeler ve pozitif dünyanın hakim gördüğü tüm mahkeme süreçlerinden alınmış cezalarına rağmen, Fenerbahçe ve şike davasında “bir komploya” kurban gidildiği fikrine yenildiğini biliyoruz. Kimin haklı olduğu önemli değildir. Önemli olan:
-Bir sanı ya da zannın, pozitif delil unsurunun yerine geçtiğini;
-Bu gerçekleştiğinde ilkinin(mit-komplo ya da toplu halüsinasyonun) ikincisinin (modern hukuk yöntemleri, kriminolojik veriler ve pozitif kayıtlar) karşısında güç iddiasında bulunabileceğidir.

Jung, arketipler ile rüyalarda görünen simgeler arasında ilişkiyi anlatırken, etnografik araştırmalardan da yararlanmıştı. Mit dilinin açık bir biçimde “simge” dili olduğunu ve simgenin “anlamla” ilişkisi sorununu yeterince çözmüştü. Bugün din tarihçilerinin, oldukça aşina olduğu bir konu. Ancak sosyal alanda simgelerin böylesine işlevsel olabileceği kimsenin aklına gelmemişti. Bu hususta “komplo” sözcüğü neredeyse büyüsel hale geldi. Birisinin “bana komplo kuruldu” demesi, “ “acaba masum mu?” şüphesini doğurmaya yeter hale geldi. Bu Türkiye toplumunda kısmen, 12 Eylül ve sonrasında, Devlet’in halka karşı kurduğu “derin devlet” ilişkilerinin beklenmedik birikimidir. Ne olursa, olsun, “gözüktüğü kadar olmasına tahammül edemediğimiz bir dünya için böylesi tahayyüller neredeyse kendiliğindendir.

3-Ak Parti ve kitlelerle ilişkide mitsel semboller

Kemalizmin Pozitif söyleminin güçsüzlüğü uzun yıllar boyunca belli olmadı. Ancak AK Parti ve totaliterleşme yolundaki adımlarının “mitik” niteliği, kitlelerdeki uyuşukluk hali, başarıyı “seçimler” ve “seçimlerde oy alma sayısına” indirgemiş güdük bir demokrasi anlayışının handikapıyla yüzleşince Kemalizm çöktü. Kitleler, Bilimsel-Batılı aklın  değil, akıl dışından beslenen kavramlara akın etti. Bu kimi toplumsal hassasiyetlerin de buluştuğu nokta olarak beklenmedik bir sosyal başarı doğurdu.

AKP siyasetinde kullanılan dilin tarihsel ve entelektüel yeterliliğinin önemi olmadığı ortaya çıktı. Bu durumda, ona karşı verilen mücadelenin “batılı ölçütlere” uygun ve bilimsel aklı merkeze alan niteliği başarısız oldu.

1-Kahraman Miti: AKP liderinin ortaya koyduğu karakterin, kişisel hikayesinin bir “kahraman” arketipine temas eden yönleri vardır ve bilinç dışının bu güç odağı beklenmedik bir sosyal tepki doğurdu. Topluluğun bilinç dışında sahiplenme dürtüsünü güçlendiren “mazlum” vurgularına gerek bile kalmadı

Daha açıklayıcı olması bağlamında Musa, Mısır ve İsrailoğulları öyküsünden yararlanmayı öneriyorum. Ancak hemen başlangıçta, Recep Tayyip Erdoğan ile tüm dinler için saygın bir Peygamber Figürü olan Musa arasında bir özdeşleşim kurmadığımı belirtme zorunluluğu hissediyorum. Anlamamız gereken, toplulukların, zaman ve mekan fark etmeksizin benzer semboller üzerinden “bir yükseliş” öyküsü yazmaya olan eğilimlerinin ortaklaşalığıdır.

Her iki öykünün de odak noktasında, dışlanmış, hor görülmüş ve bir topluluk bulunuyor. Bu büyük ve görkemli bir yükseliş öyküsü için en iyi başlangıç yeridir. Türkiye topluluğu için Dünya hegemonik sisteminin en altında konumlanma, İsrailoğulları için köleliktir. Yine her iki anlatıda da kahramanın öyküsü, bir dışlanma ve sürgün ile başlıyor. Musa, halkından kopmuş, olası dünyaların en kötüsü Mısır Sarayı’na düşmüştür. Erdoğan’ın ise “hapishane” günleriyle karşılaştırabiliriz. Dünyevi ihtişamın simgesi-dünyaya bağlılık söz konusu olduğunda dünyanın zamanının Batı Medeniyeti idi Mısır. Musa’nın reddedişi ve kendi topluluğunu taşımak istediği yerin mitik anlatısı, Erdoğan’ın, alternatif kesimlerce kapalı kapılar arkasında tam tersini yapmış olduğu eleştirisi sunulsa da, Batı ve İsrail gibi temel düşman figürlerinin-one minute olayını hatırlayalım-öfkesini dile getirişinin, kitleler nazarında güçlü bir karşılığı oluştu.

Otto Rank’ın şemasını aktaran Freud, bir kahraman mitinin ana unsurlarını şöyle betimler: 1- Kahraman en aristokrat ana babanın çocuğu, genellikle bir kralın oğludur(Freud bu madde ile “hüküm hakkını kanında taşıyan feodal sistem” kabulünü açığa seriyor) 2- Kahramanın ana rahmine düşmesi çok sayıda güçlüğün ve imkansızlığın ortasında gerçekleşir.(İsa ve Zerdüşt gibi, mucizevi doğumlar) 3- Hamileliğe eşlik eden kehanetler, kutsal esin müdahalesi. 4- Doğan kahramanın dış bir güç ya da unsur tarafından öldürülmek istenmesi. 5- Kahramanın çoban, hayvan ya da mütevazi insanlar tarafından müdafaa edilerek kurtarılması.6- Çocuğun serpilerek, hüküm gücünün farkına varması. (6) Yaptığım karşılaştırmada özellikle 4. Maddeden sonrası dikkat çekicidir.

Musa ismi İbranice’de “suyla gelen” ya da “suyun getirdiği” gibi anlamlar taşıyor. Bu anlam, bir sepet içerisinde nehre bırakılma ve Mısırlı bir prenses tarafından bulunma gibi simgesel açıklamalarla dile getiriliyor Kitab-ı Mukaddes anlatısından (7). Bu örgü Musa’ya ait değil aslında; daha önce de bu biçimiyle mitin kullanıldığını biliyoruz. (8)

Diğer taraftan, sudan gelmenin annenin döl yatağını temsil etme gibi çok daha evrensel karşılığı var. Ancak Musa öyküsünde bu anlamın yersizliği, Freud ve diğer araştırmacıların da dikkatinden kaçmamıştır; o da Mısırlı bir Prensesin nehirden bulduğu çocuğa İbrani dilinde bir isim vermesidir. Bu durumda ismin Mısırca anlamına yoğunlaşılır; bu halde de “moses”-gibi kullanımların genel olarak çocuk anlamına geldiğini öğreniriz. Ancak kutsal kitap bu özelliksiz buluşu görmezden gelmektedir.

Erdoğan isminin, “er-doğmak”-yiğitliğe henüz doğuştan sahip olmak gibi görünür anlamının “isim verme”, “ad koyma” gibi edimlerin değerini, en ilkel topluluklara dek taşıyan kitle bilinç dışında bir etki yarattığını düşünebiliriz. Yine Recep isminin, “heybetli” ve “gösterişli” şeklindeki anlamı için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. Bununla birlikte, belki de Musa isminin “sudan gelen” değil de “çocuk” anlamına vurgu yapan “dünyevi” çok daha “heyecansız” yüzü, Tayyip isminin anlamında da bulunuyor. “Avam’a haram olmayıp” Tarikat ehline haram olan anlamına geliyor sözcük. Bir kaynaktan şu ifadeleri okuyabiliyoruz:

Şu kadar var ki, büyük evliya zatlar, avam gibi değildir. Onlar, harama düşme tehlikesi ile mubahların çoğunu terk ederler. Hazret-i Ömer buyurdu ki: (Bizler harama düşmek korkusu ile helallerin onda dokuzundan kaçındık.)(9)

2- Şeytan Miti: Söz konusu figürlerin kullandığı akıl dışı kavramların bilinç dışında temas ettiği yer Kemalizm’in temsil ettiği modernizm ve pozitivizmin karşısında, yalnızca Anadolu halklarında değil, tüm dünya topluluklarında ölmeden kalan bir güce seslenir. Altı bir türlü doldurulamayan “düşman” miti-paralel devlet-, tüm yerleşik dünyanın olasılıkla acı veren kurumlarını aşağılayan dil, “saray” üzerinden yürütülen “mitleştirilmiş” bir diğer kişinin, Mustafa Kemal’in yarattığı düzeni neredeyse hhiç bir teorik açıklama yapmadan karşısına alır. Modernizmin teori ihtiyacına, mit atfında gerek yoktur.

Şeytan figürü aslında tüm modernizm süresince de en azından “uluslararası siyasette” sıklıkla kullanılmıştı. Retorik değişmiş olsa da kesim biçimde tek bir anlam taşıyor. Messadie’nin Şeytan’ın Genel Tarihi’ndeki ifadesiyle “iyiye dönüşmesi mümkün olmayan kötülük” figürünün, paralel devlet açıklamalarıyla ilişkili olarak ne sıklıkla kullanıldığını hatırlayalım. İlgi çekici olan Cemaat Lideri’nin de bizleri Şeytan konusunda uyarmasıdır:

“(Cinler ve Şeytanlar) Dünyanın dört bir yanında” demektedir Fethullah Gülen: “büyük güçler oluşturmakta ve bu güçler vasıtasıyla yine insanlığın huzuru, saadeti adına milyonlarca insanı katlettirmekte ve bütün bunları meşru göstermektedir’ (10) Şeytan’ın politik bağlamda karşıt tarafı karşıladığını biliyoruz: ABD ve Hizbullah’ın birbirlerine ilişkin ifadelerinden gördük. Esseniler’den bu yana politik bağlamda Şeytan figürünün en çok zikredildiği zaman dilimidir modern dünya. Kanımca Messadie’nin tanımından fazlasına ihtiyaç var. Ben, “bana-dönüşmeyen öteki” olarak tanımlamayı öneriyorum.

3- Saray miti. Atatürk Orman çiftliği üzerine yapılan Cumhurbaşkanlığı Sarayı, Mustafa Kemal ile simgelenen “Kemalist Devrimler” sonrasındaki Yeni Türkiye vurgusunun temel sembolleri ile temas kurmayı hedefliyor aslında. Belki bir hesaplaşma, belki “meşruiyet” (gücün meşru kaynaktan alınması) belki de “güç iddası-onun üzerinde bulunma. Mitsel anlamda bu açıklamaların pek  önemi de yoktur; kesin olan Mustafa Kemal’in de Osmanlı’dan miras aldığı “saray-Dolmabahçe gibi ölümünün sembolü olmayı başarmış yapılar gibi-saray geleneğini sürdürmesidir.

Malinovski ‘Büyü, Bilim ve Din” isimli çalışmasında büyü geleneğinin en önemli unsuru olarak “tılsım”ın altını çizmişti . Büyü ediminin uygulayıcı “ilk ata” ile kurduğu temastır, tılsım. Dini inanışların farklı toplumlarında "gücün simgesi" olan tılsım, kaynak kişi ya da öyküden uzaklaşabilir. Yaratıcı kişiden kalma bir beden parçası, saç, kafatası ya da bir kemik; belki de onu anımsatan ve temsil eden apayrı bir eşya. Avcı topluluklarda özellikle kemik ve onun gömülmesine dayanan büyü, tohumun toprağa gömülmesi gibi yeniden doğumu olanaklı kılan dini bir anlam taşır. (11)

Saray Mitinin ilk Ata ile ilişkisi güçlüdür. Okuyucuya, Campbell’in , Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda yaptığı bir açıklamayı, gündemdeki saray tartışmalarına başka bir açıdan bakma şansı tanıyarak bitiriyorum:

… Hala mitoloji alanından beslenen her kültür, insan varlığının her aşaması gibi simgesel telkinlerle yaşatılır… Orada burada özel tapınaklar vardır. Nerede bir kahraman doğmuş, edimde bulunmuş ya da hiçliği geçmişse, o yer belirlenir ve kutsanır. Orada mükemmel merkezilik mucizesini belirtmek ve yaymak için orada bir Tapınak dikilir. Çünkü burası bolluğu geçişin mekanıdır. Bu noktada biri sonsuzluğu keşfetmiştir. Bölge bu yüzden verimli bir meditasyona yardımcı olabilir.(…) Tapınak binasına giren ve türbeye doğru ilerleyen kişi gerçek kahramanın eylemini taklit etmektedir. Amacı evrensel kalıbı tekrarlamaktır.(12)

 Notlar:

1) Felsefe Sözlüğü. Bilim ve Sanat. 2003. Ankara. Olguculuk. S.1061…

22) Bu hususta daha geniş bir fikir almak için bk. “Ekonomizm Perspektifinden İlkel Kültür Sorunu”. Yeşil Öfke, sayı 12. Batı Hint Adaları’nın keşfi sırasında yerli halka karşı gerçekleştirilen katliamlarla ilişkili olarak, yerel kültürlerin “inançları” kapitalizmin “ekonomik değeri” merkeze alan yaklaşımına uyumsuz olduğu için, “yerlilerin medeni-uygar hale getirilmesi gerekmişti. Siyah ırkın “hayvanlık” basamaklarındaki ara formlar olarak nitelenmesi, onların ekonomizmin inceliklerinden anlamayacak kadar “ahmak” olduklarını düşünen “beyaz” ırkı kinini yansıtıyordu.

33) Arketip sözcüğünün anlamı ile ilgili olarak Jung, ilk olarak 1938 yılında Eranos-Jahrbuch’de yayınlanan (Rhein-Verlag, Zürih, 1939) "Die psychologischen Aspekte des Mutterarchetypus"-Anne Arketipinin Psikolojik Yönleri isimli makalesinde doyurucu bir açıklama sunar. Düşünürün burada da açıkladığı gibi, Antik Çağ’da da kullanımda olan ve Platon’un “ideasıyla” özdeşleştirilebilir bir anlam içerir. “Tüm fenomenlerin üzerinde olan bir “ilk imge”… Bk CARL GUSTAV JUNG, Dört Arketip, s. Çeviren Zehra Aksu Yılmazer. Metis Yayınları. İkinci Basım 2005, İstanbul.

44) Campbell, J. Kahramanın Sonsuz Yolculuğu. S. 30.  Eylül 2000 İstanbul. Kabalcı.

55) Doğa bilim yöntemlerinin, felsefe, insan ve toplum bilimleri de dahil olmak üzere düm araştırma alanlarında geçerli olan tek yetkin yöntem olduğunu göne süren düşünce. Felsefe Sözlüğü Bilim Sanat, s. 229

66) Freud, S. Mısırlı Musa. “Dinin Kökenleri” s. 235.

75) Kitab-ı Mukaddes, Çıkış Bölümü’ne bakılabilir.

86) Bu konudaki en belirgin örnek, Akad Kralı Büyük Sargon ile ilgilidir. O da Musa gibi, gizli bir doğumla dünyaya gelmiş ve bir sepet aracılığıyla "nehire" atılmıştır. "Törelere meydan okuyan annem bana gebe kaldı!" demektedir bir tablette Sargon, kendisi hakkında. "Beni gizlice doğurdu. Sazdan bir sepete koydu ve göz kapağımı ziftle mühürledi. Beni üzerime taşmayan ırmağa attı. Irmak beni doğurdu..." Alıntı için bk. Gardner, Kutsal Ahit Sandığı’nın Sırları s. 50. Hikayenin devamını Freud’dan alıntılayarak izleyebiliriz: “(…) Nehir beni su çeken Akki’ye götürdü. Su çeken Akki yüreğinin iyiliğiyle beni dışarı çıkardı, beni kendi oğlu gibi yetiştirdi. Su çeken Akki beni bahçıvanı yaptı. Ben bahçıvan olarak çalışırken İshtar bana aşık oldu.” Freud, Mısırlı Musa, s. 235 .


18) Gülen, F. ‘Varlığın Metafizik Boyutu’ kitabından alınmıştır.

19) Bk. Campbell, İlkel Mitoloji s. 289. Kabalcı.

110) Campbell, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu”, s. 57



YALAN DÜNYA’DA GERÇEĞİN PEŞİNDEN GİTMEK

0 yorum
Orhan Gökdemir

George Granville Monah James şimdi adı unutulmuş bir mantık profesörü. Geride ancak meraklılarının arayıp bulabildiği bir kitap bırakmış; Çalınmış Miras. James’in kitapta söylediği şu; Bugün Yunan felsefesi diye bildiğimiz şey hemen hemen Büyük İskender’in Mısır’ı fethi ve ardından İskenderiye Kraliyet Kütüphanesi’nin talan edilmesinden sonra ortaya çıkmış bir külliyat. Yani Yunanlı filozofların yaptığı aslında bir tür çeviri faaliyeti. Bu kütüphanede buldukları kitapları akılları ve bilgileri yettiğince kendi dillerine çevirdiler ve özelleştirdiler. Bu tez, Yunan dehasının yarım yüzyıl gibi kısa bir zaman aralığında birdenbire nasıl parlayıp söndüğünü de açıklıyor aslında.

Güzel. Bir de hatırlatma. Bu seferde Büyük İskender’e eşlik eden Aristotales seferden sonra sayısız kitap “yazdı”. Platon’un ona “okuyucu” dediği söyleniyor. Okuyan elbette yazar da!

James’e göre, Aristotales’in askeri kitap seferinden önce Pisagor, Thales, Ksonofanes Parmenides, Zenon ve Melissus gibi birçok Yunan filozofu da Mısır’a eğitim amacı ile gitmişti. Ama Batılı kurguya bakarsanız Mısır’da kayda değer bir felsefe ve matematik yoktu. Yunan filozoflar orada ne öğrendiler acaba?

Sadece şunu hatırlatalım; Bu filozofların bir kısmı Mısır’da eğitimlerini tamamlayıp ülkelerine döndükten sonra ağır ithamlarla karşılaştı ve ağır cezalarla yargılandı. Çünkü bu filozoflar Mısır’dan gelirken beraberinde Yunanlıların alışık olmadığı inançlar ve tanrılar da getirmişlerdi.

Peki, bütün bunlar neye yol açtı? Demem o ki Yunanlılar bir felsefe geliştirince, insanlık, doğa ve evren üzerine o ana kadar sahip olmadığı daha somut bilgiler mi edindi?

Mısır kültüründe uzak yıldızlar önemli yer tutuyordu. Belli ki Güneş’in yanan bir küre olduğunu ve uzak yıldızların da birer güneş olduğunu biliyorlardı. Mısır’ın kadim tanrılarından Thoth’un marifetlerinden biri Güneş, ay ve yıldızların hareketlerini hesaplamak ve mevsimleri düzenlemekti. Tarihi Yunanlılarla başlatan uygarlığımızın bunu keşfetmesine daha binlerce yıl vardı.

James’in “Çalınmış Miras”ı bize alışık olduğumuzdan oldukça farklı bir fotoğraf gösteriyor. Haliyle ortalama bakışın da hayli dışında. Bu, bir yazarı bilmemek veya unutmaya terk etmek için yeter sebep.

Yakın zamanda yitirdiğimiz Martin Bernal de benzer bir direnişle karşılaşıyordu. Yani tarihimizin ve felsefemizin tek kaynağının Yunanistan olamayacağı fikrini duymaya hazır değiliz henüz.

Felsefeden giderek uzaklaştığımız ve “inanç”ın içine giderek daha fazla battığımız bugünlerde zındıklık ederek soralım: Bize dayatılmış tepetaklak alemlere bu kadar kolay alışmamız ve inanmamız nasıl mümkün olabiliyor?

Peki, uzaya binlerce uydu göndermiş ve 24 saat dünyayı izleyen bir uygarlığın ahfadı olarak, duvarlarımızı süsleyen haritaların çarpıtılmış projeksiyonlar olduğu söylense şaşırmaz mısınız? Böyle bir yazıya geçtiğimiz günlerde gazetesi gitmiş sitesi yadigar kalmış bir internet adresinde rastladım. Yazı dünya haritalarına kaynaklık eden Merkatör Projeksiyonu'nun çarpıklığına işaret ediyordu.

Yazının özeti şu: Merkatör Projeksiyonu, Merkatör'ün 1568'de yaptığı ve kendi adıyla anılan silindirik projeksiyon. Bu yöntemle yapılan haritalarda meridyen ve paraleller birbirini dik kesiyor. Konform bir projeksiyon olup, şekil bozulmaları minimumdur. Ancak ekvatordan uzaklaştıkça hızla artan alan bozulmaları söz konusudur.


[Merkatör Dünya Haritası]

Yani merkezinde bir ışık kaynağı bulunan küresel dünyanın, ekvatoruna teğet olarak geçirilen bir silindir vasıtasıyla harita elde edilmesini sağlayan bir projeksiyon bu. Haliyle Merkatör projeksiyonuna sahip olan haritalarda sadece ekvatora yakın olan bölgelerde doğru sonuçlar alınıyor. Kutuplara doğru gittikçe şekiller bozuluyor. Öyle küçük bozulmalardan da söz etmiyoruz. Örneğin 7.700.000 mil karelik bir sahaya sahip Güney Amerika ile 800.000 mil karelik Grönland adası aynı büyüklükte görünüyor. Afrika ile Grönland’ın büyüklükleri bu projeksiyona göre aynıdır, oysa Afrika Grönland’ın 14 katı büyüklüğünde bir kıtadır. (Grönland’ın yüzölçümü 2 milyon kilometrekareden biraz fazla. Afrika Kıtası’nın yüz ölçümü ise hemen hemen 30 milyon kilometrekare.) Antartika kıtası kıtalar arasında büyüklükte beşinci olmasına karşın bu haritayla birlikte birinciliğe zıplamakta, Grönland Afrika kadar olmakta, Kuzey Avrupa ülkeleri ekvatordaki ülkeleri toprak miktarları bakımından sollamaktadır.


[Merkatör Afrika Grönland]

Yani 500 yıldır kullandığımız bu projeksiyonla elde edilen haritalar gerçekte “yalan bir dünya”nın haritalarıdır.

Bu yalan 1973 yılında, Alman film yapımcısı ve tarihçi Peters’in itirazına kadar sorgusuz kabul edilmiştir. Peters, bu projeksiyonun yanlış olmaktan öte, ırkçı niyetlerle hazırlanmış olduğunu iddia etmiştir. Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinin, olduklarından çok daha büyük görünmelerinin gerçek nedeni budur.


[Peters Dünya Haritası]

Bugün kullandığımız pek çok haritanın merkezinde Avrupa’nın olması da böyle bir çarpık bakışın ürünüdür. Dünya küreseldir, kürenin ne merkezi vardır ne de altı üstü! Merkatör projeksiyonunun emperyalizmin bir simgesi haline geldiğini söyleyenler ortaya güçlü deliller sürüyor haliyle. Örneğin Büyük Britanya’nın “topraklarında Güneş batmayan imparatorluk” olduğu dönemlerde İngiliz üretimi Dünya haritaları başka alternatifleri olmasına karşın Merkatör izdüşümünden asla vazgeçmemişlerdi. Çünkü bu projeksiyon hem İngiltere’yi, hem de dominyonları olan Kanada ile Avustralya’yı olduğundan daha büyük gösteriyordu. Ekvatora yakın olan İngiliz sömürgeleri ihtiyaca uygun olarak daha küçüktü ve İngiltere de Dünya’nın tam merkezindeydi. Yani Merkatör haritaları İngiltere’nin sömürge politikalarının ve yaratmak istediği algının görsel coğrafi zeminini oluşturuyordu.

Demem o ki, herkes gibi iki göze sahip olmanız, gerçeği olduğu gibi göreceğiniz anlamına gelmiyor. İnsanın görme eylemi tanık olduğumuz en ideolojik iştir. Kuşkuyu sürekli dik tutmamız, bunun içinde sürekli öğrenip yeni sorular sormamız şart.

Öyle ya, bu kadar çarpık dünya neden çalınmış bir mirasla idare ediyor olmasın!


Gerçeğin peşinden gitmekten korkmayın, onun size yapabileceği tek şey sizi daha özgür kılmaktır….

Mustafa Çölkesen: Hayatı Iskalarken...

0 yorum


Mustafa Çölkesen

Bir kısmı kapitalizmle, uygarlığın toplumsal örgütlenme biçimiyle, diğeri insan olmanın sınırlılıkları ile ilgilidir, etrafımızı çevreleyen sonsuz nesne ve olgular karşısında işlerimizi hep "parça" larla görürüz, ama hepsi Aklın ürünleri olan tarih bilimi, sosyoloji, felsefe, antropoloji v.b bilimler vasıtasıyla geçmişi ve bugünü oluşturan dağınık parçaları sistemleştirerek "bütünü" görebilme becerisine de sahibiz, Hegel karmaşık felsefi yöntemini en iyi "gerçek bütündedir" sözüyle özetlemişti...

Bilgelik ise, hayatın saklı kurallarını, ayrıntılara odaklanarak değil, parçaların birlikte var ettiği "bütünsel" gövdesi içinde görebilmekti...

Bütün, parçalardan oluşmakla birlikte, her parça son tahlilde bir bütüne aittir, kendi başına özerk bir gaye taşımaz, amacı zaman ölçeğinde kendisinden farklılaşan o bütünsel varlığı oluşturmaya yöneliktir, parça, nitel bir eşsizliğe sahip olmakla birlikte, bütüne yaptığı katkı kadar anlamlıdır, demek ki anlam kendisini hep "bütün"de var eder.

Parça'nın bütüne hizmet etmesi, bütünün asli önemi, biyolojiden, müziğe, matematikten, sanata, mekanikten tarih bilimine kadar kapsayıcıdır, organel gelişim bütüncül canlı formu ile nihai amacına ulaşır, sesler- melodiler ahenkli bir bütüne eriştiğinde anlam taşır, sanatta tasvir bütünsel bir forma ulaştığında ortaya çıkar, mekanikte parçalar bir sistem oluşturmak durumdadır, tarihte sadece belirli bir döneme ait olaylar dizgesinin kendi başına açıklayıcı gücü, anlamı yoktur.

Parça - bütün arasındaki bu ilişki, uygarlığın "işbölümü ve uzmanlaşma" süreçleriyle insanın bütüne bakmasını önlemiş, onu hem bir parçaya indirgemiş, hem de vizyonunu parça ile sınırlamıştır. Marx'ın deyişiyle "insanın bilincini onun maddi varlığı" belirleyerek, köylü hayatını toprak, zanaatkar atölyesi, tüccar malları, bürokrat idari işlerinden ibaret olarak görmektedir, hayatının asıl belirleyenleri olan iktidar, hukuk, egemenlik, mülkiyet ilişkileri v.b onun ufku ve irade alanının dışındadır, onlar bütünü temsil ettiklerinden hiyerarşinin tepesindeki ilahi otoritelerin emri altındadır, parça-bütün diyalektiğinde yabancılaşmanın tarihi uygarlığın ortaya çıkışı kadar eskidir.

Yıkılmak üzere olan eski büyük medeniyetleri fethederek ona geçici de olsa canlılık kazandıranların,  medeniyetlerin dışında, eşitlikçi komün hayatında özgürlüklerini soluyan barbarlar olması bir rastlantı değildir, işbölümü ve uzmanlaşmanın parçalara odaklanan körlüğünü yaşamıyorlardı ve yaratıcılıkları ve cesaretleri henüz medeniyet tarafından sınırlandırılmamıştı. Barbarların sonradan medeniyet tarafından fethedilmeleri başlangıçta o medeniyetleri özgürlükçü ruhlarıyla ele geçirmeleri gerçeğini değiştirmez...

6.000 yıllık serüveninde zamanla aynı "hiyerarşik kurumsal yapıyı" koruyarak karmaşıklaşan uygarlık tarihinde modernizm bunun istisnasımıdır?

Üretimin pazar için yapıldığı, rekabetçi yenilikçilik adına üretim sürecinin daha fazla alt segmentlere bölündüğü, emeğin üretim sürecinde ortaya çıkacak "bütün" (nihai ürün) üzerinde söz sahibi olamadığı, dünya kaynaklarının dağıtımına, emekgücünün tahsisi ve işbölümüne dev tekelci sermaye gruplarının karar verdiği, insanın zanaattan, yaratıcı kişisel becerilerinden koparak devasa bir global üretim makinesi içinde giderek "izole, niteliksiz ve önemsiz bir parçaya" indirgendiği, emeğin üretim sürecinin teknolojisi, termin öncelikleri ve ritmine göre disipline edildiği, iş örgütlenmesinin durağan ve mükerrer yapısı nedeniyle iş ve görevlerin rutinleştiği, emek zamana değil, performans kriterlerine dayalı teşvik sistemleriyle bilcümle kendisini parçalayan, yalnızlaştıran, değersizleştiren bir ekonomi düzeneğinde dramatik bir yaşam mücadelesidir bu...

Bireyin bu dramatik yaşam mücadelesinde yegâne politik faaliyeti ise, yine uzmanlaşmış bir kaç siyasi bürokratın "yukarıdan aşağıya" kendileri namına toplumsal kaderleri hakkında söz sahibi olduğu, uygarlığın kapitalist temellerini "dokunulmaz, sabit bir siyasi düzenek" olarak korumak üzere birbirleriyle sözde rekabet eden yaşlı bürokratlara - 4-5 yılda bir - oy vermekle sınırlıdır; temsili- biçimsel demokrasi koşulları altında, işleyişinde söz sahibi olamadıkları, tepelerindeki bürokratik siyasi aygıta bireysel katkıları, bir oy kadar önemsiz, umutsuz ve işlevden yoksundur böylece...

Böylelikle bireyin yaşamı, hem üretim-çalışma sürecinde, hem de siyasi hayatında edilgen, kurallar ve buyruklarla yönlendirilmiş, parçalanmış haliyle, her türlü özgürlük, irade ve yaratıcılıktan yoksun olarak, sadece Uygarlığın ilerleme amaçlarına tabi kılınmış, feda edilmiş durumdadır.

"Böyle gelmiş böyle gider" halk deyişimiz, insanın kendisine rağmen otoriter bir yaşam düzeneği karşısında kendi bireysel yaşamı konusundaki çaresizliğinin özetleyici bir yansımasıdır.

Çaresizlik, engellenme, sıkışma duygusu tüm nevrozların da kaynağıdır modern toplumda, psikiyatri bilimi hastanın alt bilincinden yansıyan, onun "yegane sorun" olarak gördüğü tekil bir olay karşısında, terapi seansları vasıtasıyla, bireyin geçmişi, çevresi ile kurduğu ilişkiler, hedefleri ve başarı/başarısızlık tablosu ile "hayatının bütününü" resmetmeye çalışarak nevrozun kaynağına inmeye çalışır, psikiyatri de teşhisi kişisel "bütün"de görmektedir, ancak çözümü, bireyin içinde yaşadığı uygarlığın hiyerarşik, otoriter, anamalcı, sınıflara bölünmüş doğasını sorgulamak yerine, onun bu çelişik, yabancılaşmış hayata katlanmasını sağlayan mutluluk hormonu ilaçlarının ötesine geçemez...

Küçük mutluluklar, alışverişler, mal-mülk edinmeler, hafta sonu eğlenceleri, romanlar, diziler vb. hep insanın bütünü temsil eden o acımasız, çarpık hayatı karşısında parçaya sarılarak gerçekten kaçışı ve unutma arzusudur.

Parçayı kurtaran o bütünsel gerçeği, yani şairlerin "insana bir armağan olarak tasvir ettiği" biricik, geri dönüşü olmayan hayatın kendisi karşısında, edilgin, belirlenen, zorlanan, baskı altına alınan, tabi olan ve özgürlükten mahrum kalan olarak ıskalamıştır, kapitalist modernizm karşısında asıl tepe taklak duran, üzerinde "özgürce tasarruf hakkına ve mülkiyetine" sahip olamadığımız "hayatımızın bütünü" idi, parçalara bakmaktan insanın asıl zindanını görmekten çekindik.

Yeryüzünde herşeyin gelip geçici olması bizde sürekli bir "boşluk duygusu" yaratırken, neden tüm mal-mülk edinme, günü kurtarma gayemizden ziyade, bireylerini özgür ve mutlu kılabilecek "yeni, eşitlikçi, özgürlükçü bir uygarlık projesi" için mücadele etmiyoruz, hayatımızın biricikliği nedeniyle ona bir şans tanımak, onu bu lanetli kördüğümden kurtarmak, sıradan tarih içinde ona şahsiyet ve özgürlük kazandırmak uğruna mukaddes bir amacı misyon edinmiyoruz?

Özgürlük, yaratıcılık ve toplumsallık insan doğasının arzusu, mutluluk bileşenleridir, insanın mistik yücelim duygusu ve tamamlanma gereksinimi onları gerçekleştirmekle mümkündür, ama hiyerarşik kapitalist uygarlık, işleyişi gereği, özgürlük yerine "tabi olmayı", yaratıcılık yerine "vasıfsızlaşmayı", toplumsallık yerine ise "bireyciliği" ikame etmiştir.

Anları yaşayabilir, toplumun ayrıcalıklılarının bireysel yaşamlarına gıpta ederek, onların eğlence ve tüketim anlayışlarına öykünerek belki tekil günleri yaşanılabilir kılabiliriz, ancak sorgulamaktan kaçındığımız, kaçınılmaz bir kader olarak gördüğümüz ya da gözlerimizi kapadığımız uygarlığın içindeki çarpık varlığımız hayatımızın ta kendisidir, o ise, birlikte değiştirmediğimiz sürece, ayağımızın altından kayıp giden bir bütündür...

20.11.2014