Göktuğ Halis: Cinsel Suçlar ve Ceza algısı

0 yorum
İLKEL DÜNYADAN GÜNÜMÜZE-
Cinsel suçlar ve ceza algısını yönlendiren  değerler üzerine bir karşılaştırma

Göktuğ Halis

Özgecan’ın katledilmesi toplumda büyük bir tepki yarattı. Doğaldır; bu ortaklaşacı isyan, insan topluluklarının ihtiyaç duyduğu genel değerlere aykırılıklardan kaçınılmazcasına doğar.

Yine de bu ‘genel değerler’ saptaması tartışmalıdır. Zira insan toplulukları, kent yaşamı, yerleşik hayat ve tarım ile birlikte başlayan ‘medeniyet’ dönemecinin ardından herkes için geçerli-genel geçer değerlere-sahip olamadı. Sınıf, cinsiyet, din ya da yaş şeklinde kategorilere bağlı olarak topluluğun fertleri hayata hep farklı perspektiften bakar; her biri kendine özgü ‘kutsiyet’ ağı oluşturur.
Bu kutsallık edimi olmazsa toplumsal gruplar ve onları oluşturan bireyler ‘yaşamsal’  bir motivasyon zaafına uğrar.

Özgecan ve sonrası

Bu halde, Özgecan’ın ölümü sonrasında ‘topyekun’ olarak gösterilen tepkiler ortak bir değerden mi besleniyor? Çok daha can alıcı soru, bir katliam, sosyal bütünleşmeye olanak veren bir heyecan mı yaratmıştır?

Temel mesele, kadın-erkek cinsiyetine mensup bireyler arasında tarih öncesi zamanlara dek uzanan çatışma potansiyelinin, binlerce yıldır devam eden kültürel olanaklarla ‘erkek lehine’ bir düzende devam etmekte olmasıdır. Sosyal organizasyonun özellikle ‘kadınlar’ ve-veya ‘kadınlaştırılanlar’ parantezinde yer alan kesimlerinin Özgecan’ın katledilişinin ardından ‘erkek egemen’ sisteme karşı gösterdiği tepki, aslında medeniyet olgusuna gösterilen tepkidir, zira söz konusu dönemeç, tüm ezilenler için olduğu gibi kadınlar ve ‘kadınlaştırılanlar’ için de adaletsizliğin miladıdır.

Diğer taraftan protesto hareketlerini yönlendiren temel kaygı, olanaklı olmakla birlikte arketipsel değil; modern dünyanın temel felsefi değerleriyle ilgilidir ve arzulanan adalet anlayışı, sistemin kökten dönüşümünü öngörmediği sürece çok az değer taşımaktadır.

Diğer taraftan, pozitif akıl, bilinç-dışı güçler tarafından tehdit altındadır. Özgecan ve katilinin fotoğraflarının yan yana her sergilenişinde, bu büyük trajedinin, pazar ekonomisine başarılı biçimde adaptasyonu bizleri derin ve bilinçli bir huzursuzluğa itmesi beklenirdi. İtmemiştir… Bu görüşe göre problem yalnızca katildedir. Çok daha vahimi zıtlıkların bu teşhiri -karşıt imgelerin - Özgecan ‘melek’-katili 'Şeytan' - sergisinin insan benliğini baskı altına alan akıl-dışı güçlere seslenmesi ve onlardan beslenmesidir. Özgecan, bu zamana dek katledilmiş tüm kadınların ya da kadınlaştırılanların simgesi haline gelirken, katili, bu zamana kadarki tüm erkek katil, tecavüzcü, dayakçı ve ensestçilerin ifadesine dönüşür ansızın; böylece topluluğun heyecanı ve ruhsal ilgisini çekmeyi sürdürür.

Bu basitleştirme kitlelerin olayla ilgisini ‘simgeler’ üzerinden yürütmesine olanak veriyor. Trajedi, nefret, uyumsuzluk ve hazımsızlık duyularımızı tatmin edecek yoğun bir öfke nöbetine tutulmamızın ardından, en azından ruhumuzda sağaltım yaratacak bir 'ötekileştirme-Şeytanlaştırma'- edimi gerçekleştiriyoruz.

Katletme arzusu: İdam, hadım veya karşı-tecavüz

Türk ceza sisteminde yer alan en ağır ceza olarak ağırlaştırılmış müebbet’in Özgecan’ın katili için yeterli olmadığını düşünen genel toplum kesimleri, katil için farklı ‘ceza yöntemleri’ öneriyor. Çoğunluk idam cezasının bu tip suçlar için yeniden ceza sistemine yerleştirilmesini önerirken, eski bir AKP’li kadın bakan, suçlunun ‘hadım edilmesinde herhangi bir hukuki engel yoktur’ diyebiliyor. Çok daha tüyler ürperten öneriler, toplumun pek de ehil olmayan yerlerinden geliyor: Bir spor programının yorumcusu, katil için idamın kurtuluş olduğunu, hapishanelerin kendi içindeki cezalandırma sistematiğinin bu kişiye ‘her gün ölümü’ tattırmasının adil olduğunu öneriyor. Elbette sorsak reddedecek; ama söylemek istediği şey ‘ona da her gün tecavüz edilsin…’ den başka bir şey değil.
Özgecan’ın babasının ‘idam çözüm değil’ çağrısı da, annesinin ‘kimse annesinin karnından katil olarak doğmuyor’ sözleri de bu genel katletme arzusu ile uyumlu olmadığından, ‘ancak şeytanlaştırma eğiliminin’ karşıtı olarak değerlendirerek pek değer görmüyor. Topluluk açık biçimde kan istiyor. Buna İslam literatüründe aşina olduğumuz biçimde kısasa kısas deniyor ve kendini ‘medeni’(!) olarak tanımlayan hiçbir birey,  bu arzularda medeniyet dışı bir şey görmüyor.

Adalet isteği mi, arınma mı?

Modern hukuk sistemine göre yazılı metinler ve öngördüğü ceza yaptırımlarının temel motivasyonu ‘caydırıcılıktır’… Bu bir suçu işleyen kişiye verilecek cezanın, toplumun diğer fertlerinin o suçu işleme eğilimlerini törpüleyeceği kabulüne dayanıyor. Bir diğer deyişle, bireyler için pek de muteber bir yaşam, adalet ve değer sistematiği sunamamış modern topluluklar, bireylerin ‘suça eğilimini’ sapmış bireylere vereceği ibret öyküleriyle engelleme motivasyonu taşıyor.

Bu perspektifin en önemli sonucu, suçlunun ‘ötekileştirilmesidir’ ve suçu ‘bireye’ indirgeyen yaklaşım, aslında topluluğun suç işlemiş bir bireye ilişkin taşıdığı mahcubiyet duygusunu hedef almaktadır. Zira sistemin bir parçası olmayı başarmış her bir bireyin, suç işleyen bireyin suçundaki payı, toplulukta derin bir yarılmaya vesile olur. İlkel topluluklarda çok daha açık biçimde gördüğümüz bu tutum, modern kapitalist toplulukların sistemin muteber bir bütün oluştuğu ve suç var ise bunun birey ile ilgili olduğu şeklindeki yaklaşımla yer değiştirir.

Cumhurbaşkanı’nın ‘Adam sapık, bunun işsizlikle ne ilgisi var?’ dediği şey bu korkunun ürünüdür.

"Tabu" ve cezanın arka planı

Neredeyse tüm insan toplulukları için, ilkel dünyadan miras kalan hassasiyetler, az ya da çok gücünü korumuştur. Tecavüz, ensest, ölü sevicilik ya da çocuk sevicilik gibi cinsel eğilimler başta olmak üzere istisnasız bir öfke ile karşılanmıştır. Antropoloji literatüründe bu gerçeklik, ‘tabu’ sözcüğüyle karşılanıyor.

Batı dillerine  ‘kutsal korku’ olarak çevrilen Tabu, Polinezya kökenli bir sözcük… Bir yandan kutsal niteliği var; tekinsiz ve tehlikeli anlamlarıyla gebe gözüküyor. Freud bizi, tabu’nun dini ya da ahlaki bir yasak olmadığı hususunda uyarıyor. Ona göre: ‘Tabu’nun kaynağı' belirsizdir.

Bir tabu ihlali en ilkel topluluklarda dahi, Özgecan’ın katledilişinin ardından yaşananlara benzer şekilde, korku ve heyecan uyandırıyor. İnsanlık tarihine ilişkin olarak bildiğimiz ilk ceza sistemini tabu cezaları oluşturuyor.

Bir tabu’nun birkaç amacı olabiliyor. Sağlık gerekçesiyle bir cesede dokunmanın engellenmesi ya da kozmik çevrimde önemli bir rol oynayan ‘kral’ ya da rahip gibi kişilere dokunulması- onlara zarar verilmesi vs.- ki bu bizim zamanımıza dek gelen devlet saygınlığı halinin kökenini oluşturur.  

Kimi zaman yasak hayvanın etinin yenmesi ki bir yönüyle kurban-ata ritüeliyle ilişkilidir; kimi durumlarda da Özgecan’ın katledilmesiyle ilişkili olarak da geliştirilen tabular, özellikle güçsüz kişilerin, güçlülere karşı korunması amacında sınıflanabiliyor. Ve hepsinde ortak olarak, tabuyu çiğneyen bir kişi en nihayetinde tabu haline geliyor. Ona dokunmak, bakmak ve onunla ilişkiye girmek mümkün olduğunca en aza indiriliyor. O sanki, ‘tehlikeli bir güç’ emmiş ya da ‘ona nüfuz etmiş’ gibidir. Günahkar beden, kimi dinlerde aşırılaşarak ‘şeytan ve cin çıkarma’ ayinlerine evrilir. Bu durumda, kesin olan ‘bu şeytani’ olandan uzak durma ile ilişkilidir. Tabu şeytani ise, onu çiğneyen kişi de bu şeytaniliğin etkisi altındadır.                

Wundt’un ‘tabu’ ile ‘şeytanlaştırma’ arasında kurduğu bu bağlantıyı haklı olarak reddediyor Freud. Çünkü ‘Şeytan diye bir şey yoktur!’ ifadesini kullanıyor. Kuşkusuz bu açıklama eksiktir; kastedilen ‘bana-bize-iyi insanlara dönüşümü mümkün olmayan kötülük öğesi" ise tamamlanır.

İlkel toplulukların modern topluluklara göre üstünlüğü, bizim anladığımız anlamda Şeytaniliğin, insanın içinde bir olanak halinde durduğunun farkında olmalarıdır. Freud’un dediği gibi, ‘keskin yasaklar’ güçlü eğilimleri gösterir. Bu durumda şeytani (Şeytan değil-şeytani) olan, Tabu’nun çiğnenmesiyle dönüştüğü şey olmaktan ötürü uğradığı ceza ile topluluğun diğer bireylerini benzer eğilimlerde ‘caydırıcı bir örnek’ olarak ortaya çıkmıyor. İlkel topluluklarda da dışarıdan bakan göz için acımasız gelebilecek infaz yöntemleri uygulanıyor elbette; bununla birlikte temel amaç ceza değil arınmadır.

Topluluğun arınma duygusu, lanetli olandan uzak kalma dürtüsü, içten içe bireyi zorlayıcı edimlere yönlendiren ve kimi hallerde nevrozlarla karşılaştırılabilirlik olanağı sunan bilinç-dışı güçlere işaret ediyor. Ona verilen ceza, toplumun bir ferdinin cezalandırılması, ‘ötekileşmenin’ gerçekleşmediği bir yerde ‘can yakıcı’ bir edimdir. Topluluğun bir ferdinin, olasılıkla akrabanın işlediği suçtan dolayı içine düştüğü durum ve ona verilen cezanın gerçekliği, ‘acı veren olayların’ katmanlaştığı bir huzursuzluk hali yaratır. Acı arınmayı sağlar ve dünyevi ilişki biçiminin kesintiye uğraması yoluyla, çileci bir yaşam tarzı tutturularak aşılabilir. Sofu rahiplerin kıldan gömlekler giydiğini hatırlayalım; ya da bir organa atılan düzenli yaralamaların kişiyi daha dindar hale getirdiğini düşünen geç dönem örneklerini… 

Kapitalist sistemi aklamak adına "şeytanlaştırmak"

İlkel toplulukta tabu uygulamaları, ceza niteliğinden çok, topluluğun (bir insanın organına ceza vermesi gibi) kendine ait bir unsuru, içinde var olan zorlayıcı edime yenildiği için verdiği rehabilitasyon işlemidir. Ceza arınmayı sağlar; zira bu edim, herkesin uygun koşullarda benzer şeytani edimlere dönüşebilirliğine dair yaklaşık kabulleri hedef almıştır. Uygulama gerçekleştiğinde, çevrimdeki bir aksamaya vesile olmaktan dolayı başa gelebilecek felaketler korkusundan da kurtulma sağlanmış olur.

Bu ise, Özgecan’ı katledilişinin ardından yaşananlarda olduğunu gibi Şeytan’ın aramızda olduğu şeklindeki, bana asla dönüşmeyen ‘ötekinin’ cezalandırılmasından başka bir şeydir. Suçu ve suça eğilimi, sosyal birliğin işleyiş yasalarına yönelmiş bir tehdit olarak yorumlayacaksak, sistemin mahiyeti ile ilgili sosyo-politik tartışmaları bir kenara bırakarak söyleyebiliriz ki, modern dünyada suçlunun cezalandırılması, topluluğun ‘suçlu kişiyi yaratan biraz da benim’ şeklinde özetlenebilecek insani hassasiyetleri bıraktığını göstererek kendini temizlemeye çalıştığı bir dünya profiline işaret eder.
Modern dünyanın temel savunusu, çok önemli kişilerin savunduğu gibi sorunun sapık ya da ahlaksız bireylerde olduğudur.


Bu kadarı, Özgecan’ın katilini ne kadar suçlu göstermeyi başarırsak, sistemi o kadar aklamak gibi, beklenmedik bir aşırılığa varır.


YENİ BİR CUMHURİYET İÇİN!

0 yorum
Orhan Gökdemir 

Kenan Evren, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan. Arada Mesut Yılmaz, Tansu Çiller gibi önemsiz duraklar var ama Türkiye’nin son 35 yılının belirleyici isimleri işte bunlar. 1920’den 1980’e 60 yıllık bir kültür savaşı ve siyasi mücadelenin Cumhuriyet aleyhine sonuçlanmasının hazin hikâyesinin kahramanlarıdır hepsi. Tarihleri, 24 Ocak kararları ile ekonomik olarak intihar etmiş bir düzenin yobazizme uzun yolculuğudur. Dramatik bir askeri darbeyle açılmış, sağıcı-dinci siyasi geleneğin omuzları üstünde ilerlemiştir. Düzenin yobazizme bu kaçışın temelinde 24 Ocak kararları olduğuna göre Türkiye egemenlerinin islama teslim oluşunun hikâyesidir anlattığımız.

Daha geride bir kök bulma imkânımız var mı? Türk siyasal hayatını şekillendiren siyasal akımlardan biri olma iddiasına karşılık, siyasal islamı, muhalif kimliğinden çok devlet kucağında büyümüş olması ile ayırt edebiliyoruz. En büyük referansları olan Saidi Kürdi, dönemin istihbarat teşkilatının içinden geliyordu. Devlet için silahlanmış ve devlet için vuruşmuştu. Onun yerini doldurma iddiasındaki taklitçisi Fethullah Gülen de aynı yolu izledi. Çıkışı Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’dir ki istihbarat saymamızda bir sakınca yoktur. İlk ve en büyük eylemleri ise Kanlı Pazar’dı. O gün ülkenin İslamcıları ABD’ye başkaldıran gençleri linç etmek için harekete geçti. Böylece Türkiye’nin İslamcılarının kayda geçmiş ilk eylemi organize bir faşist şiddet eylemi oldu.

Bütün bu tecrübelerin özeti, soldan ve Kürt hareketinden farklı olarak Türkiye İslamcılığının Kemalist devletin kucağında büyümüş olmasıdır. Doğuşundan itibaren devletinin yakınında oldular, hiç başkaldırmadılar ve hep devletin düşmanlarını düşman bellediler.

Bugün devleti yöneten kadroların içinden geldiği Milli Türk Talebe Birliği de devletin “komünizmle mücadele” projesi içinde şekillendi. Birliğin, başlangıçtaki “milliyetçi” görüntüsünün hızla “mukaddesatçılığa” dönüşmesi de bu programa uygundu. Devlet, daha 70’li yıllarda, tehdidin önüne barikatı milliyetçilik ile kuramayacağını anlamıştı. Bu yüzden birliği temsil eden “bozkurt”un yerini “kitap” aldı. Kitap Kuran’dı ve bu yeni dönemin ruhunu daya iyi temsil ediyordu. Abdullah Gül, Mehmet Ali Şahin, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Beşir Atalay, Ömer Dinçer, Taner Yıldız, Abdülkadir Aksu, Hüseyin Çelik işte o “kitaplı” birliğin getirisi oldu. Artık bozkurdun izinde değillerdi ama komünizmle mücadele, bilinçaltlarında hep diri kaldı.

Erbakan’ın “milli görüş”ü bu antikomünist gençler için zorunlu bir duraktı. Parti hem koruyucu bir şemsiye sağlıyor, hem de ikbal yollarını açık tutuyordu. Ayrıca antikomünizm siyasal İslamcılığın alameti farikasıydı. Kitabın ötesinde, bunlar daha belirgin bir siyasal hat oluşturulmasında etkiliydi.

1960’lı yıllarda başlayan ve 1970’li yıllarda bir iç savaşa dönüşen sol sokak hareketleri, milliyetçi ve dinci siyasal hareketleri devlet için daha çekici kılmıştı. Milliyetçiler elbette tercih edilirdi, ancak cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “Türk milliyetçiliği”nin nüfuz alanının siyasal dinciliğe göre çok sınırlı olduğu anlaşılmıştı. Siyasal kamplaşmaların ateşinin düştüğü dönemlerde din halka ulaşmakta daha etkili bir araçtı. Diyanet işleri, devletin bir faaliyetiydi ve uzun zamandır devlet, dini memurları aracılığıyla kontrolünde tutuyordu. Ayrıca siyasal bir rengi olsa da dincilik genel olarak devletin hassasiyetlerini paylaşıyordu.

12 Eylül’ün elinde tuttuğu siyasal islam işte böyle bir şeydi, kullanılmaya milliyetçilikten daha elverişliydi ve ülkeyi sarsan 70’li yıllarda daha geri planda kalarak milliyetçi siyasal hareketten daha az yıpranmıştı.

Darbeci generaller klasik Kemalist laiklik ilkesini terk ettiler ve dini, devletin gözetiminde tekrar kamu yaşamının sınırları içine aldılar. Bunu yaparken dini de belli bir biçimde tarif etmeye çalıştılar. Bu din “Türk-İslam Sentezi” olarak biliniyordu ve ideolojik bir tercih olarak dinci milliyetçiliği sembolize ediyordu.  Devlet için din bundan böyle kalabalıkları hizaya getirmeye yarayan basit, sade bir disiplin aracıydı.

Kenan Evren’in yaptığı işte buydu; konuşmasının arasına ayetler serpiştirerek kalabalıklar nezdinde belli bir meşruiyet sağlıyordu. Bir anlamda yeni dönemde dinin rolünü test ediyordu. 12 Eylül’ün kitlesel popülaritesinin arkasında da işte böyle bir dönüşüm yatmaktaydı. Devletin dini, azınlıkla çoğunluğu yönetmenin bir aracı olarak yürürlükteydi. Bütün bunların ötesinde 24 Ocak kararlarıyla kapağı açılan vahşi kapitalizmi kalabalıkların sindirebilmesinin tek yoluydu din. Yani 24 Ocak kararlarının gizli maddeleri arasında, dinsel dozu arttırılmış bir yönetim ve islamize edilmiş bir halk yaratmak da vardı.

Bunun somut kanıtlarından biri, 12 Eylül Anayasasında dinin bir ferdi vicdan meselesi olduğunu “unutarak” Diyanet İşleri Başkanlığına toplumun bütünleşmesini sağlamak görevinin verilmesiydi. “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri” zorunlu din ve ahlak derslerini de gerekli kılıyordu haliyle. Laik devletin anayasası “manevi değer” kılığında dini kutsuyordu.

Artık “Atatürkçü” bir “dinci milliyetçilik” yürürlükteydi. Bu Atatürkçülük anti Kemalist bir yeni Atatürkçülüktü. Atatürk burada Türk-İslam Sentezine göre yeniden tanımlanmıştı. Kurucu önder devlet tarafından imamdan hallice bir politikacı olarak anlaşılıyordu. Bu durumda laiklik de artık din-devlet işlerinin ayrılması olarak anlaşılmayacaktı.

Bu bir anlamda Cumhuriyet’in ölüm haliydi. Laik devlet ölmüştü ve ölü devleti elinde tutanlar cenazeyi kaldırmak için bir imam arayışına girmişti. Necmettin Erbakan eldeydi, ancak yeni duruma uyum sağlayamayacağı çok çabuk anlaşıldı. Kapattılar, yerine Turgut Özal’ı buldular.
Özallı yıllar, bir yandan vahşi kapitalizmin inşasına girişildiği, bir yandan da devletin dinci milliyetçiliğe göre restore edildiği yıllardı. Devlet dinin yetmediği yerde devletin kapısı tarikat ve cemaatlere de açıldı. Özal’ın Anavatan Partisi bir dinciler ve milliyetçiler koalisyonu görünümdeydi. Bugünkü iktidar partisinin pek çok kadrosu da o partinin dinci kanadından devşirildi.

Özallı yıllar boyunca Erbakan’ın dinci partisi sınırlanmış bir alanda bir yan rolü oynamak zorunda bırakıldı. Çünkü Milli Görüş ile AKP arasında derin farklılar vardı. Büyük ölçüde Batıdan beslenmesine karşın Milli Görüş, anti batıcı ve antikapitalist eğilimler taşıyordu. Yeniden tanımlanmış devletlü dine fıtratları uygun değildi.

İmdada 28 Şubat kararları yetişti. Düzen ağırlığını AKP’den yana koyarak Erbakan’ı ve partisini engelledi. Erbakan’ın önü açılan öğrencileri o gün Batıcı ve AB’ci oldu. Cumhuriyeti gömecek son imam için artık ortam hazırdı.

Yani dincileri neoliberal piyasacılara dönüştürmek de yine bir devlet projesiydi. Böylece “millet, milli, selamet, fazilet ve saadet” çizgisi, ak’a dönüşmüş, Erbakan’ın yerini Erdoğan almış, kalkınmacı bir dinsel eğilimden faizci bir İslamcılık türetilmişti.

1997 devlet açısından da bir kırılma noktasıydı. 12 Eylül’ün başlattığı dinci eğilimler artık mantıki sonuçlarına yaklaşıyordu. Eski düzenin kalıntılarını temizlemek üzere “Ergenekon” için harekete geçildiğinde karşı devrimin son hamlesi de yapılmış oldu.

2007’de başlayan bu davaları anti-Kemalist devletin dinci milliyetçi tarihini mahkemeler aracılığıyla yeniden yazma girişimi sayabiliriz. Eski rejimin temsilcileri toplandı ve bir tür istiklal mahkemesinde yargılandı. Mahkûm edilmeye çalışılan şey laik Kemalist cumhuriyetti. Tek tek yargılanan kişilerin geçmişlerine dikkat edilmemesini böyle de anlayabiliriz. İktidarın kontrolündeki “yandaş” basını da basın saymaktan çok bu mahkemelerin bir uzantısı saymalıyız. Genellikle polisin ve savcının rolünü üstlendiler ve zamanla birer infaz kurumuna dönüştüler.

Bir direniş oldu mu, tartışabiliriz. Ancak Ergenekon ve yan davalarında yargılananlar genel olarak dik durdu. Sonunda bu davaların bir cemaatin “kumpas”ına bağlanması ise olup biteni anlamalarını imkânsız kıldı. Çıktılar ve sustular.

Oyunun bozulmasını ise hiç umulmadık bir harekete, Gezi direnişine borçluyuz. Gezi direnişi yenilmez sanılan iktidarı sarstı, korkuttu ve sindirdi. İktidar koalisyonunda cemaat yarılması da ancak iktidarın yüzünde bu korkunun görülmesinden sonra mümkün oldu. Laik ve bilimsel eğitim yürüyüşünü ve arkasında gelen okul boykotunu Gezi’den ayırmıyoruz. Bütün bunlar, dinci milliyetçiliğin sınırlarını da ortaya çıkarmıştır. Devletin ve toplumun islamizasyonu doruğundadır ve bu aynı zamanda sınırla olduğu anlamındadır. Demek ki artık 12 Eylül’ü kapatmanın eşiğindeyiz.

Kenan Evren bir diktatördü, anayasa referandumuna kendini kaynak yaptı ve anayasaya evet diyenler Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olmasına da evet demiş oldu. Hukuksuz bir cumhurbaşkanıydı ve kapı kapı dolaşarak diktatörlüğüne rıza göstermeyenlere küfür etmeyi görev edindi. 

Tayyip Erdoğan da kendini bir referanduma kaynak yaptı ve anayasa değişikliğine evet diyenler onun Cumhurbaşkanı olmasına evet demiş oldu. O da kapı kapı dolaşıyor, kapı bulamadığında muhtarları topluyor ve direnen halka küfür ediyor.

Dinci milliyetçilik dini ve milliyeti bitirdi, geride derin bir çürüme ve derin bir ahlaksızlık kaldı. Teslim etmeli ki çürüyen halktır.

Ancak her çürümeden yeni bir hayat doğar. Eski Mısırlılar bok böceğini işte bunun için kutsamışlardı.


Eylülist dine özgürlük dönemi kapanıyor, şimdi dinden özgürlük zamanı. Laik cumhuriyeti bundan daha iyi ne tanımlayabilir?