Dikine Göbeklitepe Sunumu Tanıtım Yazısı

0 yorum
Göktuğ Halis

İlk Tapınak ve dini ideolojisi

Göbeklitepe Tapınak bulgularının Prof. Klaus Schmidt ve ekibi tarafından gün ışığına çıkarıldığı son çeyrek yüzyıllık dönem, tüm dünyada haklı bir heyecan yarattı.

Schmidt’in ve onun bulgularını değerlendiren diğer bilim adamlarının temel vurgusu, tarih öncesi zamana özgü “klasik kategori” ve şablonların kırılmasını sağlayan fikirler etrafında dönüyordu. Kült yapıların neolitik-tarımcı ve yerleşik-topluluklara ait olduğu şeklindeki geleneksel görüşe alternatif olarak Göbeklitepe Tapınağı’nın “toplayıcı-avcı” topluluklarca inşa edilmiş olabileceği yolundaki olanaklar, somut bulguların ötesinde, en azından üzerinde durulması gereken, kayda değer bir perspektif sunmuştu.

Perspektifin ikinci kısmı, dini yaşamın “sosyal organizasyondaki” yeri ve önemiyle ilgiliydi ki, XX. Yüzyılın ilk yarısında yürütülen budunbilim çalışmalarından çıkan verilerle tutarlılık arz etmektedir. Buna göre, dini yaşamın-diğer üst yapı kurumlarına benzer şekilde- ekonomik faaliyetin belirleyici gücü tarafından biçimlenen veriler olarak değerlendirilebileceği şeklindeki soyut-genel kabuller sorgulanabilir bir düzey kazanmıştı. Prof. Klaus Schmidt’in bulgularının ardından, “bir tapınak kurma” ve bunun sonrasında da tapınağı merkez kabul eden bir yaşam biçiminin, yerleşik hayatın doğmuş olabileceği yönündeki; dolayısıyla dinin, bilimin, tekniğin ve sosyal organizasyonun ekonomiden değil, tüm diğer hepsinin “din” düşüncesinden doğmuş olabileceği şeklindeki görüş, "Dini Hayatın İlkel Biçimleri" isimli çalışmada E. Durkheim tarafından da dile getirilmişti. Durkheim, “dini düşüncenin” kaynaklarına yönelik arayışında “topluluğun” bireye armağan ettiği “güç” -bireyi aşan ve onun gücünün yetmediği kudret- hissiyatının kaynağı olarak Tanrı düşüncesinin, tüm diğer disiplinleri yaratan merkezi bir fikir olarak değerlendirilmesini istemişti.

Göbeklitepe, Kült yapılar-tapınaklar olarak bildiğimiz sınıfa özgü tarihlendirmeleri bir hayli geri itmektedir. Bu tarihlere uzanan bir kült yapı olanağı ise, tapınak girişimini-neolotik topluluklara özgü kılan kategorinin eleştirel bir süzgece tabi tutulmasını zorunlu kılmıştı.

Sonuçları kesin olarak bilmiyoruz; ancak ben Göbeklitepe’nin “toplayıcı-avcı” topluluklarca inşa edilmiş olduğu ısrarının “yersizce” nitelenebileceğini düşünüyorum. Zira “tapınakta” yer alan simgeler “hayvan” merkezli bir dini inanca olduğu kadar “toprak” ve toprağın verimliliği kültüyle sıkı sıkıya ilişkili gördüğümüz mevsimsel döngülere; çok daha önemlisi “ölen ve yeniden dirilen” Tanrı figürünü sıklıkla işleyen geç dönem tarım topluluklar ve onlara özgü ritüeller ile şaşırtıcı benzerlikler taşıyor. Daha açık bir deyişle, Göbeklitepe dikilitaşları ve tören alanları, yalnızca Şamanizme özgü figürleri değil “toprak ve toprağın” verimliliğine özgü figürler içeriyor. Bugün bizler açık biçimde, yerleşik hayatın, “hayvanların kutsallığını merkeze alan dini inançlarının, önemli ya da önemsiz, ama mutlak bir değişimle neolitik dininin kendine özgü dini hassasiyetlerine adapte olduğunu ve yaşamını sürdürmeye devam ettiğini biliyoruz. Göbeklitepe sunumumda, “gelişkin” din olarak betimlediğim aşama, dinin daha ilkel formlarından uzaklaşmayı belirtmek amacıyla kullanıldı. Bu husus çalışma boyunca ayrıntılı biçimde genişletildi.

Ben Göbeklitepe’ye ilişkin araştırmamda, “kurucu” topluluğun yaşam biçiminden çok, dini ideolojinin ayrıntılarını betimlemeye çalıştım. Bu husustaki olası başarının, dinler tarihi alanının “toplulukların yaşam biçimini” belirlemede “dini ideolojilerin” rolüne ilişkin deneyiminin ürünü olduğunun farkındayım ve küçük de olsa bir katkı hedefledim

Diğer taraftan çok önemli gördüğüm bir diğer hususa da dikkat çekmeliyim: Adına medeniyet denen unsurların “Bereketli Hilal’den” çıkmış olduğuna işaret eden olasılıkları destekleyen bilimsel buluşun, Batı Medeniyeti’nce abartılı bir coşkuyla karşılandığını biliyoruz. Göbeklitepe ile ilgili her sunumda, bir çoklarının yanında özel bir anlam taşıyan Mısır Piramitlerinde 7.500 yıl önceki-şeklindeki ibareler bu coşkunluğun değerini açıklıyor aslında. Bu coğrafya, Avrupa Medeniyeti’nin kendisi için seçtiği kültürel olanakların “arketipidir” ve burada bulunacak her delil, Kara Afrika karşısında ideolojik bir değer taşımaktadır. Kuşkusuz “medeniyet” buradan da doğmuş olabilir ve medeniyetin insanlık adına sunduğu tahribatlar göz önünde tutulduğunda, Afrika ve Mısır medeniyetinin önceliğini savunan benim gibi araştırmacıların “itiraz etmeye” pek de istek taşımayacağı bir durumdur. Ancak mesele “medeniyetin doğduğu topraklar ve bunun tarihsel gerçekliği” olunca insan Batı’dan yükselen her “devrim” çığlığına kuşku ile yaklaşmaktan alamıyor kendini. Göbeklitepe’de de bu olmuştur ve bu durumda da “ayrıntılı bir çözümleme” ile aşılması olası bir manipülasyon vardır elimizde.

Göbeklitepe Tapınak Formu ve onun ayrıntılı analizi, Arkeoloji disiplininin gücünü aşıyor. Bu çalışma alanının bulguları ortaya koyan ve sınıflandıran yetkesinin sınırlarını aşan alanda ise, “dinler tarihi” disiplini bulunuyor.

Dinler Tarihi disiplininin, ilişki halinde olduğu ve açıkça yardım aldığı sosyal ve matematik bilimlerin çeşitliliği, Göbeklitepe gibi “tekil olguların” anlaşılabilmesinin önünde duran güçlüklerin boyutu hakkında da fikir veriyor aslında. Böylece, disiplinler arası çalışmanın bu zorlu kolunun, Türkiye’de, ağırlıklı olarak İslam İlahiyatçılarına emanet edilmiş bir disiplin alanı haline dönüşünün yol açtığı “kısır” bütünlüğe temas etme şansına kavuşuyoruz. Toplumsal aidiyet ve dine sadakat üzerinde yükselen temel kitlesel hassasiyetlerden güç alan bilimsel (!) çalışmaların sebep olduğu bayağılıklardan haberdarız. Durkheim’ın “insanlığın ilk dini olarak Totemizm” fikrinin karşısına “tevhit” fikriyle çıkan çalışmalardan tutun, İslam Peygamberi Muhammed’e vahyedilenden habersizce Kur’an-ı Kerim’in tüm diğerlerinin-Tevrat ve İncil’in-aksine bozulmamış tek kitap olarak nitelenmesine olanak veren yaygınlıklara bakmamız yeterlidir.

Ben yazım süreci 2.5 ayı bulan çalışmamda, Prof. Klaus Schmidt önderliğinde yapılan kazı sürecinin ardından açığa çıkarılan Göbeklitepe Tapınak bölgesindeki arkeolojik bulgulardan hareketle, Tapınağı inşa eden insan topluluğunun-ya da topluluklarının-inancına ilişkin genel bir çerçeve çizmeyi amaç edindim.

“Karşılaştırmalı mitoloji” yönteminden hareketle çözümlemeye çalıştığım Göbeklitepe olgusunda şu soruların yanıtlarını bulmaya gayret ettim:

a- Göbeklitepe’deki arkeolojik bulgulardan-konum (dağ-tepe)-kutsallığı, tapınak formu (açığa çıkarılmış tapınak formları), dikilitaşlar üzerindeki dini simgeler ve yapılan kazılarda çıkarılan diğer bulgular-hayvan ve insan kemikleri vs- hangi dini ideolojilerle ilişki kurularak açıklanabilir?

b- Göbeklitepe’nin, insan topluluklarının inşa etmiş olduğu en erken Tapınak olduğu şeklindeki kabulün doğruluğundan şüphe duymayarak -bölgeyi bir çıkış merkezi (kaynak nokta) olarak nitelemek suretiyle- bir etkileşim ve evrim olanağı bulunabilir mi? Özellikle bölge coğrafyasının-Mezopotamya ve Ortadoğu ile, tapınak formu bağlamında, Batı Avrupa’ya dek uzanan megalit anıtlara uzanan bir etkinin izleri incelenebilir mi?

c- Budumbilim çalışmalarından hareketle bir karşılaştırma-değerlendirme yapılabilir mi? Kuşkusuz bu sorunun handikapları bulunuyor. Özellikle ekonomik faaliyetler başta olmak üzere, benzer yaşam koşullarının benzer dini inançları doğurduğu şeklindeki kabulden hareket etsek bile, Göbeklitepe halkının hangi “ekonomik faaliyet” etrafında örgütlendiğini saptamamız zorunlu hale gelecek.

29.04.2015



Sisler Ülkesi...

0 yorum
Orhan Gökdemir
Komitas’ı bilir misiniz?
Etno-müzikolog, kompozitör, şarkıcı, koro şefi ve din adamı. 1869’da Kütahya’da doğdu, küçük yaşta yetim kaldı. Okul yıllarında Ermeni dili ve ruhani müziği üzerine çalıştı. 1896-99 yılları arasında müzik eğitimini geliştirmek için Almanya’ya gönderildi, Berlin'de Wagner'in kurduğu, Richard Schmidt’in özel konservatuarında eğitim gördü.
Sonra Avrupa’nın önde gelen müzik adamlarından biri oldu. Anadolu ve Ermeni müziğini konu alan konferanslar verdi. Bela Bartok’dan evvel Anadolu'yu köy köy gezdi, türküler derledi. Komitas makamının yaratıcısı.
4000’den fazla eseri derledi, notaya döktü ve seslendirdi. Türk ve Kürt müziğinden derlemeler yaptı. Türk Ocakları’nda müzik dersleri verdi.
Sorsalar, sadece doğru bildiği şeyi yapıyordu Komitas. Seslerin peşinden gidiyordu.
24 Nisan 1915’te, şafağa karşı yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker alınıp götürüldü; aralarında o da vardı. Trenle Çankırı’ya gönderildi; yakın arkadaşları şair Mehmet Emin Yurdakul ve yazar Halide Edip’in de araya girmesiyle İstanbul’a geri getirildi. Ancak hassas kişiliği, tutukluyken yaşadıklarının ıstırabından sonsuz bir cehennem yarattı ona. Bir daha bu cehennemden çıkamadı. 1916 sonbaharında askeri hastaneye götürüldü, 1919’da Paris’te bir akıl hastanesine nakledildi. 1936 yılında Paris’te öldü ve Ermenistan’da toprağa verildi. Paris’e bir heykeli dikilmiştir ki, soykırımı anıtı diye lanetlenmiştir bizde.
Can verip ölüsü yol kıyısına atılanların, yaşadığı topraklardan izleri silinenlerin acısıydı onu çıldırtan.
Anadolu’da onlara özgü ne varsa, 1915’te kaldı. Zanaatları unutuldu. Lezzetli ekmekleri yapan kadınların türküsü duyulmaz oldu. Okulları kaymakamlık binası, kiliseleri cephanelik, mezarlıkları taşlarından temizlenip tarla oldu. Başka topraklardan sürülüp gelen başka muhacirler yerleşti artık boş kalmış evlerine.
Tehcir desek ne, soykırım desek ne? Sadece Komitas’ın hikâyesi bile vicdanları kanatmaya yeter de artar bile. Kötü şeyler yaşandı bu topraklarda, olmadık işler yapıldı. Komitas gibi sürgünlüğün acısını tatmış Ahmet Kaya’nın şarkısında denildiği gibi, biri duvarları yıktı, camları kırdı, fırtına gelip aramıza serildi, biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri, her şeyi kötüledi, bizi yaraladı... Biri şarabımızı döktü, soğanımızı çaldı. Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu. Ciğerim yanıyor, yüreğim kanıyor; olmasaydı sonumuz böyle...
Ama Türkler değil bu dramın öznesi. Koca bir imparatorluk yıkılırken enkaz altında kaldı herkes. Türkler de vardı aralarında; 20 yılda 6 milyonu can verdi taa Yemen’den Balkanlara dek.
Sonra, kışkırtanlar, çomak sokanlar, nifak tohumu ekenler, plan yapıp yol gösterenler sıyrılıp gitti bir bir. Onlar tertemizdi her zaman olduğu gibi. Doğu vahşiydi, ötekine tahammül göstermiyordu bu yüzden, birbirlerini öldürmeleri de doğaldı haliyle. “Suçlusunuz hepiniz, kabul ederseniz bunu, itiraf ederseniz acımasız katiller olduğunuzu iyi hissedersiniz siz de kendinizi” diyorlar şimdi.
Ama neden yüzyıllarca yan yana, iç içe yaşamış, ekmeklerini birlikte pişirmiş, şaraplarını birlikte içmiş, sevinçlerini birlikte derlemiş, soğanını paylaşmışların bir günde kanlı bıçaklı düşmanlar haline geldiğini sormuyor kimse. Şarabımızı döken, soğanımızı çalan, hüzünlerimizi çoğaltıp bizi kötüleyen, hiç yoktan kafesteki kuşumuzu vuran kim? Kim ciğerimizi yakan, yüreğimizi kanatan?
Bir sabah, şafak vaktinde alınıp alınıp götürülmeler Komitas’la bitmedi ne yazık ki... Acılı bir toprağın çocuklarıyız hepimiz. Kaybettiğimiz o eski seslerin peşinden gitmeyi öğrenirsek çıkarız belki aydınlığa.
Bu cennet, bu cehennem, bu memleket bizim!

Dikine okurlarına bir davet

0 yorum
Değerli dostlar,

ŞanlıUrfa yöre halkının belki asırlardır kulaktan kulağa bilgilerle kutsallık atfettiği ama arkeolojik çevrelerin ancak merhum Klaus Schmit sayesinde ilgi göstereceği ülkemizdeki bir tepenin, Göbeklitepe'nin geçmişimizdeki bir büyük gizi taşıdığı hangi dünya vatandaşının aklına gelirdi?

Merhum Schmit ve ailesi, tıpkı Komagane Krallığı'nın Nemrud dağındaki buluntularını ortaya çıkaran Amerikalı arkeolog "Dağın Kraliçesi" lakaplı Theresa Goell gibi, tam 20 yıl süreyle bu gizemin arkeolojik kanıtlarını ortaya çıkarmaya çabaladı, Klaus Schmit'in eşi Çiğdem Schmit, Prof. Dr. Klaus'un vasiyetini tamamlamak üzere kaldıkları yerden devam ediyor. Ülkemize hayatının o çok kıymetli misyonunu hediye etmiş Klaus Schmidt'i bu vesile ile saygıyla, şükranla anıyoruz.

Geçtiğimiz ay Üsküdar Belediyesi'nin işbirliği ile gerçekleştirilen Göbeklitepe Sunumuna dinleyici olarak hepimiz katıldık, ancak arkeolojik sunum bir yana, konu asıl meseleye, yani bulguların anlamlarının ortaya konmasına geldiğinde konuşmacı profillerinin alana son derece yabancı, bilimler arası tamamlayıcılık prensibinden uzak bir kesimden meydana geldiğini görerek toplantıyı yarıda kesmeye karar verdik. Sonraki kısımla ilgili yayınlanan materyallerden kararımızın nasılda isabetli olduğunu anlamış durumdayız.

Göktuğ Halis, yıllardır yürüttüğü disiplinerarası araştırmalar bağlamında bu konuyu özel olarak çalışmak istediğini belirterek bizlerden bir odaklanma izni istedi, o iznin "ülkemizin ve dünyanın kültürel tarihinin çıkarı" olduğunu söyledik kendisine,  Göktuğ Halis, konuyla ilgili yaklaşık 10 yıllık zahmetli çalışmalarına 2,5 ayını daha ilave etti, sonuçta ortaya söyleyebileceklerimizin özeti olan bir kitapçık hacmi çıktı...

Binlerce yıl öncesinden bize varlıkları, hissedişleri, inançları, sanatsal, sembolik algılarını miras bırakmış uzak atalarımızın anlatmak istediklerini günümüzün diline çevirme çabasına nacizane bir katkımız bile olmuş olsa bundan sevinç duyarız...

Göbeklitepe çalışmamızın toplantısını Nisan sonu olarak planlıyoruz, görüşlerimizin konuya ilgi duyan çevrelere ulaştırılması konusunda da bazı adımlar atıyoruz, onlarca Üniversitenin ilgili bölümlerine davetiye çıkarıyoruz, buyursunlar, suskunluk cehaletin, belirsizliğin ve gizemciliğin kara kapısıdır, bilimsel temellere dayanan eleştiri ise bizi hep memnun edecektir.

Her orijinal fikir, bu konuda her çaba bir sancılı doğumdur, ancak doğum bir kez gerçekleştiğinde eser artık kainata aittir...

Değerli dostlarımızı aramızda görmekten kıvanç duyacağız.

Mustafa Çölkesen




Dikine - Göbeklitepe toplantı duyurusu

0 yorum
Dikine, 2015 yılının ilk toplantısını Nisan ayının son haftası veya Mayıs başında İstanbul'da gerçekleştirecek. 

Toplantımızda, yazarımız Göktuğ Halis, "Göbeklitepe" kazılarının dinsel anlamlarını kadim mitler ve kültler bağlamında çözümleyecek, Orhan Gökdemir ve Mustafa Çölkesen ise konuya dinsel gelenekler bağlamında ayrı başlıklar altında katkıda bulunacak.

Toplantının kesin tarihi ve özet sunumumuz ayrıca sayfamızda yayınlanacaktır.

Orhan Gökdemir: İSLAMCI ENTELLEKTÜELİN BİR GARİP ÂDEM OLARAK PORTRESİ

0 yorum
Orhan Gökdemir

Saidi Nursi ve Mehmet Akif İttihatçıydı. Birer Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak silahlı ve eylemci bir ittihatçı damardan gelmekteydiler. Demem o ki, nev zuhur İslamcılarımızın köklerini unutup önüne geleni İttihatçılıkla ve darbecilikle suçladıklarını görseler kahır edecek kadar militan ittihatçılardılar.

Bahriye’den terk Necip Fazıl onların mücadelesine uzaktı, felsefe öğrenmeye gittiği Paris’te devlet parasıyla bohem bir hayat sürdü. Felsefeden nasibini alamadığını sonraki macerasından biliyoruz. Kumarın dozunu kaçırınca bursu kesildi, dönüp bankacı oldu. İflah olmaz bir düşkündü. Dönemin başbakanına yalvaran mektuplar yazdı, "Sürünmekteyim, 10 bin lira lütfedilirse" diye dilendi, olmayınca "Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır" diye tehdit etti, her ne yaptıysa! İflah olmaz bir kumarbazdan türemiş iflah olmaz bir yobaz, Tan baskınının manevi lideri, örtülü ödenek memuru ve bir büyük “İslamcı” yazar profilidir.

İşte bu üç şahıs, Türk İslamcı hareketinin üç kaynağıdır. İlk ikisi ittihatçıdır, ikincisi İş Bankası parasıyla dergi çıkaran, başbakandan para dilenen bir devlet memurudur.

Akif, İslami tonu yüksek bir cumhuriyet umuyordu. Olmayınca, gönüllü sürgüne gitti. İstiklal Marşı şairi olarak bilinmesine karşın, marşın şairinin o olmadığı yönünde güçlü iddialar var. Tartışmalı bir hayat sürdü, bedbaht bir insan olarak hayal kırıklığı içinde öldü.

Rivayet o ki ona “Bedi-üz-zaman” lakabını hocası takmıştı. Hiçbir İslamcı Rıza Nur kadar samimi olmadığından, bu hoş durumların art anlamları hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. Şurası açık, “zamanın güzelliği”, Said-i Kürdi’ye inanılmaz bir rol hazırlıyordu. 31 Mart kalkışmasında tutuklandı, sonra Rusların elinde esir kaldı. Sırlı bir dille yazdı, o yüzden yazdıklarının sırrı çözülemedi. Hakkındaki değerlendirmeler peygamberlik ile delilik arasında gitti geldi. Yobazizm ve Rus düşmanlığı ile özdeşleştirilmiş anti-komünizmin altyapısı işte böyle döşendi.

Ölümcül bir evlilikti bu; artık İslamcı okuryazarın laik devletle girdiği bütün gayrı meşru ilişkiler hep bu iki kavram üzerinden gerçekleşecekti. Onun son yıllardaki en etkili takipçilerinden olan Fethullah Gülen’in kariyerine Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nde başlamasını işte bu nedenle rastlantı sayamayız. Böylece hem laik devletin İslamcı devşirme mekanizmasını hem de İslamcılığın laik devlet nezdindeki meşruiyetini üzerine oturttuğu gayrı meşru ilişkiyi ortaya çıkarmış oluyoruz.

Kemalist devrim ne kadar sürdü? Devrimler çağının en uzunu olmadığını biliyoruz. Büyük Fransız Devrimi üç yıl sürmüştü. Ekim Devrimi 1917’de başladı, 1921’de NEP’e geçildi ki, bunu hem bir yeni başlangıç hem de Paris Komünü ruhundan bir geri adım sayabiliriz. Demek, devrimler kısadır. 1923’ü bir başlangıç ve 1926’yı bir son sayabiliriz. Şunun için söylüyorum, Türkiye İslamcıları bu kısa tarihten uzun bir eziyet romanı çıkarmaya çalıştılar; yakın zamanlarda ürettikleri hidayet romanlarından daha acemi ve daha gerçeklikten uzaktır.

Türkiye’de dindarların ve giderek siyasal İslamcıların ezildiği efsanesi, devletin acemi laiklik gösterilerinden doğdu. Bir iki şarlatan “hacı-hocayı” polis zoruyla karakola çekmekten ibaret olan bu gösteriler, geri plandaki gayrı meşru ilişkiyi saklamaya yarıyordu.

Ama teslim etmeli Türkiye’de belli bir dindarlık ezildi, bu dindarlık sistemin baskıcı yanına başkaldıran dindarlıktı. Örneğin İBDA-C sadece devletin laik uygulamalarını değil ortalama İslamcı ile girdiği gayrı meşru ilişkiyi de eleştirmekteydi. Bu nedenle sadece devlet tarafından dışlanmakta kalmadı, İslamcı hareket tarafından da meşru görülmedi. İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun AKP iktidarı döneminin en uzun tutuklu İslamcısı olması bu açıdan manidardır. İslamcılığın devletle sert bir çatışmaya giren bu türü, geçmişte kendine referans olacak bir İslamcı pratik bulamamıştır. Çünkü böyle bir pratik yoktur. Nitekim İBDA-C de devletle mücadelesine tarihsel referanslar vermeye kalktığı her aşamada Mahir Çayan’ı ve onun siyasal pratiğini örnek göstermek zorunda kaldı.

Peki, gerçeği ne? Şurası açık; Türk İslamcılığı, kısa devrimci dönemin dışında devlet ile sembiyotik bir hayat sürdürdü. Yeni devlet, dini, kolay bir disiplin aracı olarak benimsemiş, buna elverişli belli bir dindarlığın gelişmesini desteklemişti. Bu sayede daha tehlikeli olduğunu düşündüğü muhalefet hareketlerine karşı sadık bir müttefik kazandı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş bu ittifakın kalıcı hale getirilmesini mümkün kıldı. Anti-komünizm zaten İslamcılığın fıtratında vardı; dinden başka her sebeple komünizme karşı olan devletin de İslamcılığın ikna edici gücünü elverişli bir araç olarak gördüğünü biliyoruz.

1960-1980 arasındaki 20 yıl devlet ile İslamcı işbirliğinin somut örnekleriyle dolu. Bu örnekler, Türkiye İslamcılığının temel motivasyonun laik devlete değil, “Din düşmanı komünistlere” karşı olduğunun delilleridir. Nitekim (!) 12 Eylül’ün darbeci generalleri de bu 20 yılı tamamına erdirmiş, yeni anayasaları ile dini kişisel bir mesele olmaktan çıkarıp kamu hayatının içine düzenleyici bir unsuru olarak sokmuştur. Bunu yaparken sola karşı uyguladığı ölçüsüz şiddet de devletin fıtratına uygundur.

Bugünkü İslamcı iktidarın sembol isminin o yıllarda sokakta kanlı bir mücadele sürerken “MASKOMYAH” oyunu oynaması işte bu tarihin bir “oyunu”dur. Mason, komünist ve Yahudilere karşıymış gibi görünen bu müsameredeki tek sorun, kendini müsamereye kaptıran oyuncunun laikliği de bir Mason-Yahudi-Komünist işi sanmasıdır. Yani devletle aralarında laisizm dışında bir sorun yoktur. Siyasal İslamcı iktidarın yüzüne gözüne bulaştırdığı her işin müsebbibi olarak bir “lobi”yi göstermesinin kökleri 12 Eylül’den önce oynanan işte o “MASKOMYAH” müsameresindedir. Türk İslamcısının tarih, toplum ve siyaset algısı çocuksudur, bir müsamere düzeyindedir.

Bugün, keskin dindarlık müsameresinin arkasında keskin bir sınıfsal kamplaşma hükmünü sürdürüyor. Nedeni basit; kimse dinle karnını doyurmuyor. Dindar iktidar da Marksist analizlerin gösterdiği gibi iki sınıf ortaya çıkardı; Biri kentlileşmiştir, pahalı otomobillere biner, merkezde konumlanmaya çalışır. Diğeri köyden kente yeni göçmüştür, yoksuldur. Örneğin başörtüsü bu iki sınıfın kadınlarının birleşmesini sağlamamıştır. Bu cemaatleşme hali arkaik bir patronaj ilişkisini hortlatmış gibidir.  Şehirli dindar, köylü dindarı sürükleyen siyasal ağın efendisidir. Ona iş bulur, yardım eder ama oyunu kime vereceğine de karar verir. Bu servetin nasıl dağıtıldığının da habercisidir. Modayı yakında takip eden pahalı türbanlılarla terlikli pardösülülerin Allah’ı bile birbirinden farklıdır.

Böylece İslamcıları ezen laik düzen efsanesi yerle bir olmuştur. Artık toplum ortalaması dindarlık kodlarına göre oluşmaktadır. Cumaları camiye giden, namaz kılan, kılık kıyafeti ile dini kimliğini açık eden kişi toplumun ortalamasıdır. Laiklik artık uç bir tutumdur ve laik, devletin hoş görülmesi gereken “öteki” vatandaşıdır. Bu gelişme “laik ordu”nun da bir efsane olduğunu ortaya çıkarmıştır. Özellikle Ergenekon davasından sonra askerin ibadethanelerde üniformalı olarak boy göstermesi gözden kaçmamaktadır. Cenaze namazlarında üniformaları ile saf tutanlar bir yana, “şanlı Süleymanşah operasyonu” sırasında namaza durmuş asker fotoğraflarının servis edilmesi laik ordunun bu yeni halini teyit etmektedir.

Ama öte yandan devletin kucağında büyüyen ve giderek hâkim ideoloji olan yeni din kaçınılmaz olarak kendi eleştirisini de doğurmaktadır. Kuran’a dönüş arayışları ve antikapitalist bir Müslümanlık oluşturma girişimlerini böyle anlamlandırabiliriz. Buradaki en belirgin itiraz, dindar ile piyasa insanı arasındaki farkın giderek kaybolmasıdır. İbadetin, zenginliği oluşturan ve meşru kılan bir gösteri olarak kabul görmesi, mevcut dini öngörmediği bir evrime zorlamaktadır. Hırsızlığı meşru gören ilahiyatçıların sadece laiklerden tepki görmesi, buna karşın dindarlar tarafından kısmi bir sessizlikle karşılanması işte o evrimin tezahürüdür. Bir gösteriye dönüşen din, kendine has sözde bir ahlaka yol açarak kendi meşruiyetini de yok etmektedir. Örneğin muhafazakâr mahallelerde gayrı meşru ilişkilerin laik mahallelerden daha yaygın olması kimseyi şaşırtmamaktadır. İmam nikâhı gayrı meşru ilişkileri meşru kılmanın bir yöntemi olarak kullanılmaktadır veya öyle algılanmaktadır. Özetle, dindarlık daha görünür kılındıkça, ahlaki çürüme de aynı oranda artmaktadır. 

İslamcı okuryazarlar arasındaki Kuran’a dönüş eğilimleri yozlaşmış İslamcılığa haklı bir tepki olarak ortaya çıkmış olsa da, halk nezdinde bir karşılığı yoktur. Kitabi açıdan bakıldığında Türkiye’de geniş halk yığınlarının Müslüman olup olmadığı bile tartışmalıdır. Her ramazanda büyük şehirlerdeki türbeler önünde oluşan görüntüler evliya tapımınım ne kadar canlı olduğunu göstermektedir. Kitabı İslam yaygın ve geniş bir senkretizmi sindirmek zorunda kalmıştır. İslamcı okuryazarın bu senkretizme karşı çıkma cesaretini gösterememiş olması onun pragmatizmiyle uyumludur.

Buna karşın Halk İslam’ı her zaman Kitaptan daha fazlasını barındırmaktadır. Burada kitabi bilgiler, tasavvuf ve tarikatların etkileri, ulemanın teamülleri, halkın eski inanç ve geleneklerinin bakiyeleri, gelenek ve göreneklerin dinsel bir kabuğa bürünmüş halleri iç içe geçmiştir. Burada İslam dininin savaştığı pek çok hurafede dinsel kılığa bürünerek kendine meşruiyet sağlamıştır. Ortadoğu’da IŞİD ve benzeri yapılanmaların bizdeki siyasal İslamcıların gördüğü sempatiye karşılık, bu örgütlerin Türkiye’deki dindarlığı tehdit olarak görmesi de tartışılamamıştır. Örneğin IŞİD’in Mekke’yi işgal edip Kâbe’yi yıkma tehditti görmezden gelinmiştir. “Camide içki içtiler” yalanına bundan daha fazla tepki verilmesi İslamcı iktidarın yarattığı çöl ikliminin sonucudur. Türkiye’de dindarlığın tamamen belli ibadetlerin ne ölçüde yapılıp yapılmadığı ile ilgili olması, büyük bir kültürel yıkımı beraberinde getirmiştir. Türkiye İslamcı iktidarla geçen on yılında bütün ölçülerini kaybetmiş, bütün birikimlerini çarçur etmiştir.

Aslında İslami ölçülere de uymayan bu ortalama dindar, laik devletin de dinci devletin de makbul vatandaşıdır. Bu haliyle vatandaş olamama haline de dalalet eder; daha itaatkâr, daha mazlum, daha sabırlı ve isyankâr olmama halidir çünkü. Devletin, dindarlıktan türeyen siyasal İslamcı akımlara müsamahasına karşın, laisizmden türeyen sol siyasal akımlara karşı çok sert, şiddetli ve tahammülsüz bir tutum takınması bununla ilgilidir. Devlet, asi laikliği kendisi için en büyük tehdit olarak görmektedir.

Kimdir bu dindar ortalama vatandaş? Verilere göre yaşlı, yoksul, erkek ve eğitimsizdir. AKP iktidarı ile birlikte kadına yönelik şiddet eylemlerinin ve cinayetlerin artmasının sosyolojik temeli işte budur. Dindarlık yaşlı, yoksul, eğitimsiz erkeğin ideolojisi olarak yükselmektedir. Yoksullukla dindarlığın bu kadar iç içe geçmesi, derin ahlaki bir çözülüşle birlikte gelmiştir. AKP eliyle yapılan sosyal yardımlar düşkün, asalak ve sözde dindar geniş bir topluluk oluşturmuştur. Yardımların en yaygın dağıtıldığı iller en geniş ahlaki çöküşün yaşandığı illerdir aynı zamanda. Bunlar dinselleşmenin yan etkileridir. Zamanla sistemin bünyesi bunlara alışacak, belli bir bağışıklık sağlayacaktır. Zaten dindar devletin bu yan etkileri sorun etmediği de bellidir. AKP, bu düşkünler toplumunun hem sonucu hem de sebebidir.

Şunu söylemek istiyoruz; Bugünkü dinselleşmenin en önemli belirtileri olarak görülen Diyanet ve zorunlu din dersinin laik devletin icatları olması açıklamaya muhtaçtır. AKP bunları sadece daha da yaygınlaştırmakla yetindi. Laik cumhuriyetin muradı her ne ise onu mantıki sonuçlarına ulaştırdı. Dindar vatandaş devletin arzuladığı bir şey ise, AKP bu vatandaşı yaratmada devraldığı düzenden daha etkilidir.

Devlet dini bir meşruiyet ve rıza üretme aracı olarak kullanmayı planlıyordu. Öyle ki din hem Kenan Evren’in dikta yöntemlerini, hem Özal’ın vahşi kapitalist uygulamalarını, hem de her türlü yolsuzluğu ve hırsızlığı meşru kıldı, bunlara rağmen o politikacılara popülarite sağladı. Hırsız politikacı sırf Cuma namazını bir gösteriye çevirerek kıldı diye mazur görüldü.
Siyasal İslamcı ise, bu derin çözülüşün ortasında 1970’li yıllardaki “MASKOMYAH” müsameresini oynamaya devam ediyor. Son on yılı üzerine oturttuğu “askeri vesayet” kavramı tuzla buz oldu. Aldığı komisyonları paylaşırken iş üzerinde yakalandılar. İnançlarının rüşvet almalarını ve yolsuzluk yapmalarını engellemediği ortaya çıktı. Şimdilerde, bir yalan üzerine kurduğu dinci düzenini korumak için polis şiddetinin arkasına saklanmaya hazırlanıyor.

Bütün bunların ortasında, aynı nedenlerle çökmüş Osmanlı düzeninden ilham alarak Ortadoğu seferine çıkmış olmaları da İslamcı okuryazarın çocuksu algısının en somut tezahürlerinden biri. IŞİD türü çeteleri pervasızca destekleyip çok acımasız bir katliamı kayıtsızca izleyebilmeleri de belli ki bu çocuksu algıyla ilgili.

Şurası açık ki kinleri akıllarından büyük. Dünkü dindar ortaklarını haklamaktaki kararlılıkları bunun delili. Ama buna karşın öteki dindarların da el konulan bir bankaya kefen parasını alıp paraya yatırmaya koşmaları bu yeni sistemin en ilginç sahnelerinden biri. Dinin kutsallığını yitirdiği ama buna karşın bankaların kutsallık kazandığı bir dönemden söz ediyoruz.
Bir garip âdem olan İslamcı entelektüel ortağı ve mimarı olduğu bu yıkımdan ganimet devşirme peşinde. Kapitalizme karşı bir sığınak olma iddiasındaki dinin hızla vahşi kapitalizmin bir maşası haline dönüştüğünün farkında değil. Aymazlık o derece ki, dindar başbakan ve ailesi hırsızlıkla suçlanınca, yandaş gazetede yazan ilahiyatçının biri uzun uzun hırsızlıkla yolsuzluğun ne kadar farklı şeyler olduğunu, bunları birbirine karıştırmamanın ne kadar zararlı olduğunu anlattı. Ama kimse ilahiyatçının bu özeniyle hırsızı mı yoksa yolsuzu mu savunmaya çalıştığını anlayamadı.

Hidayet romanları okuyarak kemale ermiş bir garip âdemdir İslamcı entelektüel. Baştan aşağı ajitasyon ve baştan aşağı komplekstir.

Kariyerine iktidara yaranarak başlamış ve bir iktidar asalağı olarak sonlandırmıştır.

Korkak ve cahildir.

Hep çocuk kalan, hiç olgunlaşmayandır.

Devlete yandaş, Cumhuriyete düşmandır.

Biraz Saidi Nursi, biraz Mehmet Akif ve biraz Necip Fazıl’dır.

07.04.2015