Duyuru: Göbeklitepe panel tarihi

0 yorum

Dikine'nin Göbeklitepe paneli 16 Mayıs 2015 Cumartesi günü Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde saat 17:30'da başlayacaktır.

İletişim: dikine@gmail.com

Twitter: @dikine2 


Dikine Göbeklitepe Sunumu Tanıtım Yazısı

0 yorum
Göktuğ Halis

İlk Tapınak ve dini ideolojisi

Göbeklitepe Tapınak bulgularının Prof. Klaus Schmidt ve ekibi tarafından gün ışığına çıkarıldığı son çeyrek yüzyıllık dönem, tüm dünyada haklı bir heyecan yarattı.

Schmidt’in ve onun bulgularını değerlendiren diğer bilim adamlarının temel vurgusu, tarih öncesi zamana özgü “klasik kategori” ve şablonların kırılmasını sağlayan fikirler etrafında dönüyordu. Kült yapıların neolitik-tarımcı ve yerleşik-topluluklara ait olduğu şeklindeki geleneksel görüşe alternatif olarak Göbeklitepe Tapınağı’nın “toplayıcı-avcı” topluluklarca inşa edilmiş olabileceği yolundaki olanaklar, somut bulguların ötesinde, en azından üzerinde durulması gereken, kayda değer bir perspektif sunmuştu.

Perspektifin ikinci kısmı, dini yaşamın “sosyal organizasyondaki” yeri ve önemiyle ilgiliydi ki, XX. Yüzyılın ilk yarısında yürütülen budunbilim çalışmalarından çıkan verilerle tutarlılık arz etmektedir. Buna göre, dini yaşamın-diğer üst yapı kurumlarına benzer şekilde- ekonomik faaliyetin belirleyici gücü tarafından biçimlenen veriler olarak değerlendirilebileceği şeklindeki soyut-genel kabuller sorgulanabilir bir düzey kazanmıştı. Prof. Klaus Schmidt’in bulgularının ardından, “bir tapınak kurma” ve bunun sonrasında da tapınağı merkez kabul eden bir yaşam biçiminin, yerleşik hayatın doğmuş olabileceği yönündeki; dolayısıyla dinin, bilimin, tekniğin ve sosyal organizasyonun ekonomiden değil, tüm diğer hepsinin “din” düşüncesinden doğmuş olabileceği şeklindeki görüş, "Dini Hayatın İlkel Biçimleri" isimli çalışmada E. Durkheim tarafından da dile getirilmişti. Durkheim, “dini düşüncenin” kaynaklarına yönelik arayışında “topluluğun” bireye armağan ettiği “güç” -bireyi aşan ve onun gücünün yetmediği kudret- hissiyatının kaynağı olarak Tanrı düşüncesinin, tüm diğer disiplinleri yaratan merkezi bir fikir olarak değerlendirilmesini istemişti.

Göbeklitepe, Kült yapılar-tapınaklar olarak bildiğimiz sınıfa özgü tarihlendirmeleri bir hayli geri itmektedir. Bu tarihlere uzanan bir kült yapı olanağı ise, tapınak girişimini-neolotik topluluklara özgü kılan kategorinin eleştirel bir süzgece tabi tutulmasını zorunlu kılmıştı.

Sonuçları kesin olarak bilmiyoruz; ancak ben Göbeklitepe’nin “toplayıcı-avcı” topluluklarca inşa edilmiş olduğu ısrarının “yersizce” nitelenebileceğini düşünüyorum. Zira “tapınakta” yer alan simgeler “hayvan” merkezli bir dini inanca olduğu kadar “toprak” ve toprağın verimliliği kültüyle sıkı sıkıya ilişkili gördüğümüz mevsimsel döngülere; çok daha önemlisi “ölen ve yeniden dirilen” Tanrı figürünü sıklıkla işleyen geç dönem tarım topluluklar ve onlara özgü ritüeller ile şaşırtıcı benzerlikler taşıyor. Daha açık bir deyişle, Göbeklitepe dikilitaşları ve tören alanları, yalnızca Şamanizme özgü figürleri değil “toprak ve toprağın” verimliliğine özgü figürler içeriyor. Bugün bizler açık biçimde, yerleşik hayatın, “hayvanların kutsallığını merkeze alan dini inançlarının, önemli ya da önemsiz, ama mutlak bir değişimle neolitik dininin kendine özgü dini hassasiyetlerine adapte olduğunu ve yaşamını sürdürmeye devam ettiğini biliyoruz. Göbeklitepe sunumumda, “gelişkin” din olarak betimlediğim aşama, dinin daha ilkel formlarından uzaklaşmayı belirtmek amacıyla kullanıldı. Bu husus çalışma boyunca ayrıntılı biçimde genişletildi.

Ben Göbeklitepe’ye ilişkin araştırmamda, “kurucu” topluluğun yaşam biçiminden çok, dini ideolojinin ayrıntılarını betimlemeye çalıştım. Bu husustaki olası başarının, dinler tarihi alanının “toplulukların yaşam biçimini” belirlemede “dini ideolojilerin” rolüne ilişkin deneyiminin ürünü olduğunun farkındayım ve küçük de olsa bir katkı hedefledim

Diğer taraftan çok önemli gördüğüm bir diğer hususa da dikkat çekmeliyim: Adına medeniyet denen unsurların “Bereketli Hilal’den” çıkmış olduğuna işaret eden olasılıkları destekleyen bilimsel buluşun, Batı Medeniyeti’nce abartılı bir coşkuyla karşılandığını biliyoruz. Göbeklitepe ile ilgili her sunumda, bir çoklarının yanında özel bir anlam taşıyan Mısır Piramitlerinde 7.500 yıl önceki-şeklindeki ibareler bu coşkunluğun değerini açıklıyor aslında. Bu coğrafya, Avrupa Medeniyeti’nin kendisi için seçtiği kültürel olanakların “arketipidir” ve burada bulunacak her delil, Kara Afrika karşısında ideolojik bir değer taşımaktadır. Kuşkusuz “medeniyet” buradan da doğmuş olabilir ve medeniyetin insanlık adına sunduğu tahribatlar göz önünde tutulduğunda, Afrika ve Mısır medeniyetinin önceliğini savunan benim gibi araştırmacıların “itiraz etmeye” pek de istek taşımayacağı bir durumdur. Ancak mesele “medeniyetin doğduğu topraklar ve bunun tarihsel gerçekliği” olunca insan Batı’dan yükselen her “devrim” çığlığına kuşku ile yaklaşmaktan alamıyor kendini. Göbeklitepe’de de bu olmuştur ve bu durumda da “ayrıntılı bir çözümleme” ile aşılması olası bir manipülasyon vardır elimizde.

Göbeklitepe Tapınak Formu ve onun ayrıntılı analizi, Arkeoloji disiplininin gücünü aşıyor. Bu çalışma alanının bulguları ortaya koyan ve sınıflandıran yetkesinin sınırlarını aşan alanda ise, “dinler tarihi” disiplini bulunuyor.

Dinler Tarihi disiplininin, ilişki halinde olduğu ve açıkça yardım aldığı sosyal ve matematik bilimlerin çeşitliliği, Göbeklitepe gibi “tekil olguların” anlaşılabilmesinin önünde duran güçlüklerin boyutu hakkında da fikir veriyor aslında. Böylece, disiplinler arası çalışmanın bu zorlu kolunun, Türkiye’de, ağırlıklı olarak İslam İlahiyatçılarına emanet edilmiş bir disiplin alanı haline dönüşünün yol açtığı “kısır” bütünlüğe temas etme şansına kavuşuyoruz. Toplumsal aidiyet ve dine sadakat üzerinde yükselen temel kitlesel hassasiyetlerden güç alan bilimsel (!) çalışmaların sebep olduğu bayağılıklardan haberdarız. Durkheim’ın “insanlığın ilk dini olarak Totemizm” fikrinin karşısına “tevhit” fikriyle çıkan çalışmalardan tutun, İslam Peygamberi Muhammed’e vahyedilenden habersizce Kur’an-ı Kerim’in tüm diğerlerinin-Tevrat ve İncil’in-aksine bozulmamış tek kitap olarak nitelenmesine olanak veren yaygınlıklara bakmamız yeterlidir.

Ben yazım süreci 2.5 ayı bulan çalışmamda, Prof. Klaus Schmidt önderliğinde yapılan kazı sürecinin ardından açığa çıkarılan Göbeklitepe Tapınak bölgesindeki arkeolojik bulgulardan hareketle, Tapınağı inşa eden insan topluluğunun-ya da topluluklarının-inancına ilişkin genel bir çerçeve çizmeyi amaç edindim.

“Karşılaştırmalı mitoloji” yönteminden hareketle çözümlemeye çalıştığım Göbeklitepe olgusunda şu soruların yanıtlarını bulmaya gayret ettim:

a- Göbeklitepe’deki arkeolojik bulgulardan-konum (dağ-tepe)-kutsallığı, tapınak formu (açığa çıkarılmış tapınak formları), dikilitaşlar üzerindeki dini simgeler ve yapılan kazılarda çıkarılan diğer bulgular-hayvan ve insan kemikleri vs- hangi dini ideolojilerle ilişki kurularak açıklanabilir?

b- Göbeklitepe’nin, insan topluluklarının inşa etmiş olduğu en erken Tapınak olduğu şeklindeki kabulün doğruluğundan şüphe duymayarak -bölgeyi bir çıkış merkezi (kaynak nokta) olarak nitelemek suretiyle- bir etkileşim ve evrim olanağı bulunabilir mi? Özellikle bölge coğrafyasının-Mezopotamya ve Ortadoğu ile, tapınak formu bağlamında, Batı Avrupa’ya dek uzanan megalit anıtlara uzanan bir etkinin izleri incelenebilir mi?

c- Budumbilim çalışmalarından hareketle bir karşılaştırma-değerlendirme yapılabilir mi? Kuşkusuz bu sorunun handikapları bulunuyor. Özellikle ekonomik faaliyetler başta olmak üzere, benzer yaşam koşullarının benzer dini inançları doğurduğu şeklindeki kabulden hareket etsek bile, Göbeklitepe halkının hangi “ekonomik faaliyet” etrafında örgütlendiğini saptamamız zorunlu hale gelecek.

29.04.2015



Sisler Ülkesi...

0 yorum
Orhan Gökdemir
Komitas’ı bilir misiniz?
Etno-müzikolog, kompozitör, şarkıcı, koro şefi ve din adamı. 1869’da Kütahya’da doğdu, küçük yaşta yetim kaldı. Okul yıllarında Ermeni dili ve ruhani müziği üzerine çalıştı. 1896-99 yılları arasında müzik eğitimini geliştirmek için Almanya’ya gönderildi, Berlin'de Wagner'in kurduğu, Richard Schmidt’in özel konservatuarında eğitim gördü.
Sonra Avrupa’nın önde gelen müzik adamlarından biri oldu. Anadolu ve Ermeni müziğini konu alan konferanslar verdi. Bela Bartok’dan evvel Anadolu'yu köy köy gezdi, türküler derledi. Komitas makamının yaratıcısı.
4000’den fazla eseri derledi, notaya döktü ve seslendirdi. Türk ve Kürt müziğinden derlemeler yaptı. Türk Ocakları’nda müzik dersleri verdi.
Sorsalar, sadece doğru bildiği şeyi yapıyordu Komitas. Seslerin peşinden gidiyordu.
24 Nisan 1915’te, şafağa karşı yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker alınıp götürüldü; aralarında o da vardı. Trenle Çankırı’ya gönderildi; yakın arkadaşları şair Mehmet Emin Yurdakul ve yazar Halide Edip’in de araya girmesiyle İstanbul’a geri getirildi. Ancak hassas kişiliği, tutukluyken yaşadıklarının ıstırabından sonsuz bir cehennem yarattı ona. Bir daha bu cehennemden çıkamadı. 1916 sonbaharında askeri hastaneye götürüldü, 1919’da Paris’te bir akıl hastanesine nakledildi. 1936 yılında Paris’te öldü ve Ermenistan’da toprağa verildi. Paris’e bir heykeli dikilmiştir ki, soykırımı anıtı diye lanetlenmiştir bizde.
Can verip ölüsü yol kıyısına atılanların, yaşadığı topraklardan izleri silinenlerin acısıydı onu çıldırtan.
Anadolu’da onlara özgü ne varsa, 1915’te kaldı. Zanaatları unutuldu. Lezzetli ekmekleri yapan kadınların türküsü duyulmaz oldu. Okulları kaymakamlık binası, kiliseleri cephanelik, mezarlıkları taşlarından temizlenip tarla oldu. Başka topraklardan sürülüp gelen başka muhacirler yerleşti artık boş kalmış evlerine.
Tehcir desek ne, soykırım desek ne? Sadece Komitas’ın hikâyesi bile vicdanları kanatmaya yeter de artar bile. Kötü şeyler yaşandı bu topraklarda, olmadık işler yapıldı. Komitas gibi sürgünlüğün acısını tatmış Ahmet Kaya’nın şarkısında denildiği gibi, biri duvarları yıktı, camları kırdı, fırtına gelip aramıza serildi, biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri, her şeyi kötüledi, bizi yaraladı... Biri şarabımızı döktü, soğanımızı çaldı. Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu. Ciğerim yanıyor, yüreğim kanıyor; olmasaydı sonumuz böyle...
Ama Türkler değil bu dramın öznesi. Koca bir imparatorluk yıkılırken enkaz altında kaldı herkes. Türkler de vardı aralarında; 20 yılda 6 milyonu can verdi taa Yemen’den Balkanlara dek.
Sonra, kışkırtanlar, çomak sokanlar, nifak tohumu ekenler, plan yapıp yol gösterenler sıyrılıp gitti bir bir. Onlar tertemizdi her zaman olduğu gibi. Doğu vahşiydi, ötekine tahammül göstermiyordu bu yüzden, birbirlerini öldürmeleri de doğaldı haliyle. “Suçlusunuz hepiniz, kabul ederseniz bunu, itiraf ederseniz acımasız katiller olduğunuzu iyi hissedersiniz siz de kendinizi” diyorlar şimdi.
Ama neden yüzyıllarca yan yana, iç içe yaşamış, ekmeklerini birlikte pişirmiş, şaraplarını birlikte içmiş, sevinçlerini birlikte derlemiş, soğanını paylaşmışların bir günde kanlı bıçaklı düşmanlar haline geldiğini sormuyor kimse. Şarabımızı döken, soğanımızı çalan, hüzünlerimizi çoğaltıp bizi kötüleyen, hiç yoktan kafesteki kuşumuzu vuran kim? Kim ciğerimizi yakan, yüreğimizi kanatan?
Bir sabah, şafak vaktinde alınıp alınıp götürülmeler Komitas’la bitmedi ne yazık ki... Acılı bir toprağın çocuklarıyız hepimiz. Kaybettiğimiz o eski seslerin peşinden gitmeyi öğrenirsek çıkarız belki aydınlığa.
Bu cennet, bu cehennem, bu memleket bizim!

Dikine okurlarına bir davet

0 yorum
Değerli dostlar,

ŞanlıUrfa yöre halkının belki asırlardır kulaktan kulağa bilgilerle kutsallık atfettiği ama arkeolojik çevrelerin ancak merhum Klaus Schmit sayesinde ilgi göstereceği ülkemizdeki bir tepenin, Göbeklitepe'nin geçmişimizdeki bir büyük gizi taşıdığı hangi dünya vatandaşının aklına gelirdi?

Merhum Schmit ve ailesi, tıpkı Komagane Krallığı'nın Nemrud dağındaki buluntularını ortaya çıkaran Amerikalı arkeolog "Dağın Kraliçesi" lakaplı Theresa Goell gibi, tam 20 yıl süreyle bu gizemin arkeolojik kanıtlarını ortaya çıkarmaya çabaladı, Klaus Schmit'in eşi Çiğdem Schmit, Prof. Dr. Klaus'un vasiyetini tamamlamak üzere kaldıkları yerden devam ediyor. Ülkemize hayatının o çok kıymetli misyonunu hediye etmiş Klaus Schmidt'i bu vesile ile saygıyla, şükranla anıyoruz.

Geçtiğimiz ay Üsküdar Belediyesi'nin işbirliği ile gerçekleştirilen Göbeklitepe Sunumuna dinleyici olarak hepimiz katıldık, ancak arkeolojik sunum bir yana, konu asıl meseleye, yani bulguların anlamlarının ortaya konmasına geldiğinde konuşmacı profillerinin alana son derece yabancı, bilimler arası tamamlayıcılık prensibinden uzak bir kesimden meydana geldiğini görerek toplantıyı yarıda kesmeye karar verdik. Sonraki kısımla ilgili yayınlanan materyallerden kararımızın nasılda isabetli olduğunu anlamış durumdayız.

Göktuğ Halis, yıllardır yürüttüğü disiplinerarası araştırmalar bağlamında bu konuyu özel olarak çalışmak istediğini belirterek bizlerden bir odaklanma izni istedi, o iznin "ülkemizin ve dünyanın kültürel tarihinin çıkarı" olduğunu söyledik kendisine,  Göktuğ Halis, konuyla ilgili yaklaşık 10 yıllık zahmetli çalışmalarına 2,5 ayını daha ilave etti, sonuçta ortaya söyleyebileceklerimizin özeti olan bir kitapçık hacmi çıktı...

Binlerce yıl öncesinden bize varlıkları, hissedişleri, inançları, sanatsal, sembolik algılarını miras bırakmış uzak atalarımızın anlatmak istediklerini günümüzün diline çevirme çabasına nacizane bir katkımız bile olmuş olsa bundan sevinç duyarız...

Göbeklitepe çalışmamızın toplantısını Nisan sonu olarak planlıyoruz, görüşlerimizin konuya ilgi duyan çevrelere ulaştırılması konusunda da bazı adımlar atıyoruz, onlarca Üniversitenin ilgili bölümlerine davetiye çıkarıyoruz, buyursunlar, suskunluk cehaletin, belirsizliğin ve gizemciliğin kara kapısıdır, bilimsel temellere dayanan eleştiri ise bizi hep memnun edecektir.

Her orijinal fikir, bu konuda her çaba bir sancılı doğumdur, ancak doğum bir kez gerçekleştiğinde eser artık kainata aittir...

Değerli dostlarımızı aramızda görmekten kıvanç duyacağız.

Mustafa Çölkesen




Dikine - Göbeklitepe toplantı duyurusu

0 yorum
Dikine, 2015 yılının ilk toplantısını Nisan ayının son haftası veya Mayıs başında İstanbul'da gerçekleştirecek. 

Toplantımızda, yazarımız Göktuğ Halis, "Göbeklitepe" kazılarının dinsel anlamlarını kadim mitler ve kültler bağlamında çözümleyecek, Orhan Gökdemir ve Mustafa Çölkesen ise konuya dinsel gelenekler bağlamında ayrı başlıklar altında katkıda bulunacak.

Toplantının kesin tarihi ve özet sunumumuz ayrıca sayfamızda yayınlanacaktır.

Orhan Gökdemir: İSLAMCI ENTELLEKTÜELİN BİR GARİP ÂDEM OLARAK PORTRESİ

0 yorum
Orhan Gökdemir

Saidi Nursi ve Mehmet Akif İttihatçıydı. Birer Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak silahlı ve eylemci bir ittihatçı damardan gelmekteydiler. Demem o ki, nev zuhur İslamcılarımızın köklerini unutup önüne geleni İttihatçılıkla ve darbecilikle suçladıklarını görseler kahır edecek kadar militan ittihatçılardılar.

Bahriye’den terk Necip Fazıl onların mücadelesine uzaktı, felsefe öğrenmeye gittiği Paris’te devlet parasıyla bohem bir hayat sürdü. Felsefeden nasibini alamadığını sonraki macerasından biliyoruz. Kumarın dozunu kaçırınca bursu kesildi, dönüp bankacı oldu. İflah olmaz bir düşkündü. Dönemin başbakanına yalvaran mektuplar yazdı, "Sürünmekteyim, 10 bin lira lütfedilirse" diye dilendi, olmayınca "Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır" diye tehdit etti, her ne yaptıysa! İflah olmaz bir kumarbazdan türemiş iflah olmaz bir yobaz, Tan baskınının manevi lideri, örtülü ödenek memuru ve bir büyük “İslamcı” yazar profilidir.

İşte bu üç şahıs, Türk İslamcı hareketinin üç kaynağıdır. İlk ikisi ittihatçıdır, ikincisi İş Bankası parasıyla dergi çıkaran, başbakandan para dilenen bir devlet memurudur.

Akif, İslami tonu yüksek bir cumhuriyet umuyordu. Olmayınca, gönüllü sürgüne gitti. İstiklal Marşı şairi olarak bilinmesine karşın, marşın şairinin o olmadığı yönünde güçlü iddialar var. Tartışmalı bir hayat sürdü, bedbaht bir insan olarak hayal kırıklığı içinde öldü.

Rivayet o ki ona “Bedi-üz-zaman” lakabını hocası takmıştı. Hiçbir İslamcı Rıza Nur kadar samimi olmadığından, bu hoş durumların art anlamları hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. Şurası açık, “zamanın güzelliği”, Said-i Kürdi’ye inanılmaz bir rol hazırlıyordu. 31 Mart kalkışmasında tutuklandı, sonra Rusların elinde esir kaldı. Sırlı bir dille yazdı, o yüzden yazdıklarının sırrı çözülemedi. Hakkındaki değerlendirmeler peygamberlik ile delilik arasında gitti geldi. Yobazizm ve Rus düşmanlığı ile özdeşleştirilmiş anti-komünizmin altyapısı işte böyle döşendi.

Ölümcül bir evlilikti bu; artık İslamcı okuryazarın laik devletle girdiği bütün gayrı meşru ilişkiler hep bu iki kavram üzerinden gerçekleşecekti. Onun son yıllardaki en etkili takipçilerinden olan Fethullah Gülen’in kariyerine Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nde başlamasını işte bu nedenle rastlantı sayamayız. Böylece hem laik devletin İslamcı devşirme mekanizmasını hem de İslamcılığın laik devlet nezdindeki meşruiyetini üzerine oturttuğu gayrı meşru ilişkiyi ortaya çıkarmış oluyoruz.

Kemalist devrim ne kadar sürdü? Devrimler çağının en uzunu olmadığını biliyoruz. Büyük Fransız Devrimi üç yıl sürmüştü. Ekim Devrimi 1917’de başladı, 1921’de NEP’e geçildi ki, bunu hem bir yeni başlangıç hem de Paris Komünü ruhundan bir geri adım sayabiliriz. Demek, devrimler kısadır. 1923’ü bir başlangıç ve 1926’yı bir son sayabiliriz. Şunun için söylüyorum, Türkiye İslamcıları bu kısa tarihten uzun bir eziyet romanı çıkarmaya çalıştılar; yakın zamanlarda ürettikleri hidayet romanlarından daha acemi ve daha gerçeklikten uzaktır.

Türkiye’de dindarların ve giderek siyasal İslamcıların ezildiği efsanesi, devletin acemi laiklik gösterilerinden doğdu. Bir iki şarlatan “hacı-hocayı” polis zoruyla karakola çekmekten ibaret olan bu gösteriler, geri plandaki gayrı meşru ilişkiyi saklamaya yarıyordu.

Ama teslim etmeli Türkiye’de belli bir dindarlık ezildi, bu dindarlık sistemin baskıcı yanına başkaldıran dindarlıktı. Örneğin İBDA-C sadece devletin laik uygulamalarını değil ortalama İslamcı ile girdiği gayrı meşru ilişkiyi de eleştirmekteydi. Bu nedenle sadece devlet tarafından dışlanmakta kalmadı, İslamcı hareket tarafından da meşru görülmedi. İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun AKP iktidarı döneminin en uzun tutuklu İslamcısı olması bu açıdan manidardır. İslamcılığın devletle sert bir çatışmaya giren bu türü, geçmişte kendine referans olacak bir İslamcı pratik bulamamıştır. Çünkü böyle bir pratik yoktur. Nitekim İBDA-C de devletle mücadelesine tarihsel referanslar vermeye kalktığı her aşamada Mahir Çayan’ı ve onun siyasal pratiğini örnek göstermek zorunda kaldı.

Peki, gerçeği ne? Şurası açık; Türk İslamcılığı, kısa devrimci dönemin dışında devlet ile sembiyotik bir hayat sürdürdü. Yeni devlet, dini, kolay bir disiplin aracı olarak benimsemiş, buna elverişli belli bir dindarlığın gelişmesini desteklemişti. Bu sayede daha tehlikeli olduğunu düşündüğü muhalefet hareketlerine karşı sadık bir müttefik kazandı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş bu ittifakın kalıcı hale getirilmesini mümkün kıldı. Anti-komünizm zaten İslamcılığın fıtratında vardı; dinden başka her sebeple komünizme karşı olan devletin de İslamcılığın ikna edici gücünü elverişli bir araç olarak gördüğünü biliyoruz.

1960-1980 arasındaki 20 yıl devlet ile İslamcı işbirliğinin somut örnekleriyle dolu. Bu örnekler, Türkiye İslamcılığının temel motivasyonun laik devlete değil, “Din düşmanı komünistlere” karşı olduğunun delilleridir. Nitekim (!) 12 Eylül’ün darbeci generalleri de bu 20 yılı tamamına erdirmiş, yeni anayasaları ile dini kişisel bir mesele olmaktan çıkarıp kamu hayatının içine düzenleyici bir unsuru olarak sokmuştur. Bunu yaparken sola karşı uyguladığı ölçüsüz şiddet de devletin fıtratına uygundur.

Bugünkü İslamcı iktidarın sembol isminin o yıllarda sokakta kanlı bir mücadele sürerken “MASKOMYAH” oyunu oynaması işte bu tarihin bir “oyunu”dur. Mason, komünist ve Yahudilere karşıymış gibi görünen bu müsameredeki tek sorun, kendini müsamereye kaptıran oyuncunun laikliği de bir Mason-Yahudi-Komünist işi sanmasıdır. Yani devletle aralarında laisizm dışında bir sorun yoktur. Siyasal İslamcı iktidarın yüzüne gözüne bulaştırdığı her işin müsebbibi olarak bir “lobi”yi göstermesinin kökleri 12 Eylül’den önce oynanan işte o “MASKOMYAH” müsameresindedir. Türk İslamcısının tarih, toplum ve siyaset algısı çocuksudur, bir müsamere düzeyindedir.

Bugün, keskin dindarlık müsameresinin arkasında keskin bir sınıfsal kamplaşma hükmünü sürdürüyor. Nedeni basit; kimse dinle karnını doyurmuyor. Dindar iktidar da Marksist analizlerin gösterdiği gibi iki sınıf ortaya çıkardı; Biri kentlileşmiştir, pahalı otomobillere biner, merkezde konumlanmaya çalışır. Diğeri köyden kente yeni göçmüştür, yoksuldur. Örneğin başörtüsü bu iki sınıfın kadınlarının birleşmesini sağlamamıştır. Bu cemaatleşme hali arkaik bir patronaj ilişkisini hortlatmış gibidir.  Şehirli dindar, köylü dindarı sürükleyen siyasal ağın efendisidir. Ona iş bulur, yardım eder ama oyunu kime vereceğine de karar verir. Bu servetin nasıl dağıtıldığının da habercisidir. Modayı yakında takip eden pahalı türbanlılarla terlikli pardösülülerin Allah’ı bile birbirinden farklıdır.

Böylece İslamcıları ezen laik düzen efsanesi yerle bir olmuştur. Artık toplum ortalaması dindarlık kodlarına göre oluşmaktadır. Cumaları camiye giden, namaz kılan, kılık kıyafeti ile dini kimliğini açık eden kişi toplumun ortalamasıdır. Laiklik artık uç bir tutumdur ve laik, devletin hoş görülmesi gereken “öteki” vatandaşıdır. Bu gelişme “laik ordu”nun da bir efsane olduğunu ortaya çıkarmıştır. Özellikle Ergenekon davasından sonra askerin ibadethanelerde üniformalı olarak boy göstermesi gözden kaçmamaktadır. Cenaze namazlarında üniformaları ile saf tutanlar bir yana, “şanlı Süleymanşah operasyonu” sırasında namaza durmuş asker fotoğraflarının servis edilmesi laik ordunun bu yeni halini teyit etmektedir.

Ama öte yandan devletin kucağında büyüyen ve giderek hâkim ideoloji olan yeni din kaçınılmaz olarak kendi eleştirisini de doğurmaktadır. Kuran’a dönüş arayışları ve antikapitalist bir Müslümanlık oluşturma girişimlerini böyle anlamlandırabiliriz. Buradaki en belirgin itiraz, dindar ile piyasa insanı arasındaki farkın giderek kaybolmasıdır. İbadetin, zenginliği oluşturan ve meşru kılan bir gösteri olarak kabul görmesi, mevcut dini öngörmediği bir evrime zorlamaktadır. Hırsızlığı meşru gören ilahiyatçıların sadece laiklerden tepki görmesi, buna karşın dindarlar tarafından kısmi bir sessizlikle karşılanması işte o evrimin tezahürüdür. Bir gösteriye dönüşen din, kendine has sözde bir ahlaka yol açarak kendi meşruiyetini de yok etmektedir. Örneğin muhafazakâr mahallelerde gayrı meşru ilişkilerin laik mahallelerden daha yaygın olması kimseyi şaşırtmamaktadır. İmam nikâhı gayrı meşru ilişkileri meşru kılmanın bir yöntemi olarak kullanılmaktadır veya öyle algılanmaktadır. Özetle, dindarlık daha görünür kılındıkça, ahlaki çürüme de aynı oranda artmaktadır. 

İslamcı okuryazarlar arasındaki Kuran’a dönüş eğilimleri yozlaşmış İslamcılığa haklı bir tepki olarak ortaya çıkmış olsa da, halk nezdinde bir karşılığı yoktur. Kitabi açıdan bakıldığında Türkiye’de geniş halk yığınlarının Müslüman olup olmadığı bile tartışmalıdır. Her ramazanda büyük şehirlerdeki türbeler önünde oluşan görüntüler evliya tapımınım ne kadar canlı olduğunu göstermektedir. Kitabı İslam yaygın ve geniş bir senkretizmi sindirmek zorunda kalmıştır. İslamcı okuryazarın bu senkretizme karşı çıkma cesaretini gösterememiş olması onun pragmatizmiyle uyumludur.

Buna karşın Halk İslam’ı her zaman Kitaptan daha fazlasını barındırmaktadır. Burada kitabi bilgiler, tasavvuf ve tarikatların etkileri, ulemanın teamülleri, halkın eski inanç ve geleneklerinin bakiyeleri, gelenek ve göreneklerin dinsel bir kabuğa bürünmüş halleri iç içe geçmiştir. Burada İslam dininin savaştığı pek çok hurafede dinsel kılığa bürünerek kendine meşruiyet sağlamıştır. Ortadoğu’da IŞİD ve benzeri yapılanmaların bizdeki siyasal İslamcıların gördüğü sempatiye karşılık, bu örgütlerin Türkiye’deki dindarlığı tehdit olarak görmesi de tartışılamamıştır. Örneğin IŞİD’in Mekke’yi işgal edip Kâbe’yi yıkma tehditti görmezden gelinmiştir. “Camide içki içtiler” yalanına bundan daha fazla tepki verilmesi İslamcı iktidarın yarattığı çöl ikliminin sonucudur. Türkiye’de dindarlığın tamamen belli ibadetlerin ne ölçüde yapılıp yapılmadığı ile ilgili olması, büyük bir kültürel yıkımı beraberinde getirmiştir. Türkiye İslamcı iktidarla geçen on yılında bütün ölçülerini kaybetmiş, bütün birikimlerini çarçur etmiştir.

Aslında İslami ölçülere de uymayan bu ortalama dindar, laik devletin de dinci devletin de makbul vatandaşıdır. Bu haliyle vatandaş olamama haline de dalalet eder; daha itaatkâr, daha mazlum, daha sabırlı ve isyankâr olmama halidir çünkü. Devletin, dindarlıktan türeyen siyasal İslamcı akımlara müsamahasına karşın, laisizmden türeyen sol siyasal akımlara karşı çok sert, şiddetli ve tahammülsüz bir tutum takınması bununla ilgilidir. Devlet, asi laikliği kendisi için en büyük tehdit olarak görmektedir.

Kimdir bu dindar ortalama vatandaş? Verilere göre yaşlı, yoksul, erkek ve eğitimsizdir. AKP iktidarı ile birlikte kadına yönelik şiddet eylemlerinin ve cinayetlerin artmasının sosyolojik temeli işte budur. Dindarlık yaşlı, yoksul, eğitimsiz erkeğin ideolojisi olarak yükselmektedir. Yoksullukla dindarlığın bu kadar iç içe geçmesi, derin ahlaki bir çözülüşle birlikte gelmiştir. AKP eliyle yapılan sosyal yardımlar düşkün, asalak ve sözde dindar geniş bir topluluk oluşturmuştur. Yardımların en yaygın dağıtıldığı iller en geniş ahlaki çöküşün yaşandığı illerdir aynı zamanda. Bunlar dinselleşmenin yan etkileridir. Zamanla sistemin bünyesi bunlara alışacak, belli bir bağışıklık sağlayacaktır. Zaten dindar devletin bu yan etkileri sorun etmediği de bellidir. AKP, bu düşkünler toplumunun hem sonucu hem de sebebidir.

Şunu söylemek istiyoruz; Bugünkü dinselleşmenin en önemli belirtileri olarak görülen Diyanet ve zorunlu din dersinin laik devletin icatları olması açıklamaya muhtaçtır. AKP bunları sadece daha da yaygınlaştırmakla yetindi. Laik cumhuriyetin muradı her ne ise onu mantıki sonuçlarına ulaştırdı. Dindar vatandaş devletin arzuladığı bir şey ise, AKP bu vatandaşı yaratmada devraldığı düzenden daha etkilidir.

Devlet dini bir meşruiyet ve rıza üretme aracı olarak kullanmayı planlıyordu. Öyle ki din hem Kenan Evren’in dikta yöntemlerini, hem Özal’ın vahşi kapitalist uygulamalarını, hem de her türlü yolsuzluğu ve hırsızlığı meşru kıldı, bunlara rağmen o politikacılara popülarite sağladı. Hırsız politikacı sırf Cuma namazını bir gösteriye çevirerek kıldı diye mazur görüldü.
Siyasal İslamcı ise, bu derin çözülüşün ortasında 1970’li yıllardaki “MASKOMYAH” müsameresini oynamaya devam ediyor. Son on yılı üzerine oturttuğu “askeri vesayet” kavramı tuzla buz oldu. Aldığı komisyonları paylaşırken iş üzerinde yakalandılar. İnançlarının rüşvet almalarını ve yolsuzluk yapmalarını engellemediği ortaya çıktı. Şimdilerde, bir yalan üzerine kurduğu dinci düzenini korumak için polis şiddetinin arkasına saklanmaya hazırlanıyor.

Bütün bunların ortasında, aynı nedenlerle çökmüş Osmanlı düzeninden ilham alarak Ortadoğu seferine çıkmış olmaları da İslamcı okuryazarın çocuksu algısının en somut tezahürlerinden biri. IŞİD türü çeteleri pervasızca destekleyip çok acımasız bir katliamı kayıtsızca izleyebilmeleri de belli ki bu çocuksu algıyla ilgili.

Şurası açık ki kinleri akıllarından büyük. Dünkü dindar ortaklarını haklamaktaki kararlılıkları bunun delili. Ama buna karşın öteki dindarların da el konulan bir bankaya kefen parasını alıp paraya yatırmaya koşmaları bu yeni sistemin en ilginç sahnelerinden biri. Dinin kutsallığını yitirdiği ama buna karşın bankaların kutsallık kazandığı bir dönemden söz ediyoruz.
Bir garip âdem olan İslamcı entelektüel ortağı ve mimarı olduğu bu yıkımdan ganimet devşirme peşinde. Kapitalizme karşı bir sığınak olma iddiasındaki dinin hızla vahşi kapitalizmin bir maşası haline dönüştüğünün farkında değil. Aymazlık o derece ki, dindar başbakan ve ailesi hırsızlıkla suçlanınca, yandaş gazetede yazan ilahiyatçının biri uzun uzun hırsızlıkla yolsuzluğun ne kadar farklı şeyler olduğunu, bunları birbirine karıştırmamanın ne kadar zararlı olduğunu anlattı. Ama kimse ilahiyatçının bu özeniyle hırsızı mı yoksa yolsuzu mu savunmaya çalıştığını anlayamadı.

Hidayet romanları okuyarak kemale ermiş bir garip âdemdir İslamcı entelektüel. Baştan aşağı ajitasyon ve baştan aşağı komplekstir.

Kariyerine iktidara yaranarak başlamış ve bir iktidar asalağı olarak sonlandırmıştır.

Korkak ve cahildir.

Hep çocuk kalan, hiç olgunlaşmayandır.

Devlete yandaş, Cumhuriyete düşmandır.

Biraz Saidi Nursi, biraz Mehmet Akif ve biraz Necip Fazıl’dır.

07.04.2015 



Göktuğ Halis: Cinsel Suçlar ve Ceza algısı

0 yorum
İLKEL DÜNYADAN GÜNÜMÜZE-
Cinsel suçlar ve ceza algısını yönlendiren  değerler üzerine bir karşılaştırma

Göktuğ Halis

Özgecan’ın katledilmesi toplumda büyük bir tepki yarattı. Doğaldır; bu ortaklaşacı isyan, insan topluluklarının ihtiyaç duyduğu genel değerlere aykırılıklardan kaçınılmazcasına doğar.

Yine de bu ‘genel değerler’ saptaması tartışmalıdır. Zira insan toplulukları, kent yaşamı, yerleşik hayat ve tarım ile birlikte başlayan ‘medeniyet’ dönemecinin ardından herkes için geçerli-genel geçer değerlere-sahip olamadı. Sınıf, cinsiyet, din ya da yaş şeklinde kategorilere bağlı olarak topluluğun fertleri hayata hep farklı perspektiften bakar; her biri kendine özgü ‘kutsiyet’ ağı oluşturur.
Bu kutsallık edimi olmazsa toplumsal gruplar ve onları oluşturan bireyler ‘yaşamsal’  bir motivasyon zaafına uğrar.

Özgecan ve sonrası

Bu halde, Özgecan’ın ölümü sonrasında ‘topyekun’ olarak gösterilen tepkiler ortak bir değerden mi besleniyor? Çok daha can alıcı soru, bir katliam, sosyal bütünleşmeye olanak veren bir heyecan mı yaratmıştır?

Temel mesele, kadın-erkek cinsiyetine mensup bireyler arasında tarih öncesi zamanlara dek uzanan çatışma potansiyelinin, binlerce yıldır devam eden kültürel olanaklarla ‘erkek lehine’ bir düzende devam etmekte olmasıdır. Sosyal organizasyonun özellikle ‘kadınlar’ ve-veya ‘kadınlaştırılanlar’ parantezinde yer alan kesimlerinin Özgecan’ın katledilişinin ardından ‘erkek egemen’ sisteme karşı gösterdiği tepki, aslında medeniyet olgusuna gösterilen tepkidir, zira söz konusu dönemeç, tüm ezilenler için olduğu gibi kadınlar ve ‘kadınlaştırılanlar’ için de adaletsizliğin miladıdır.

Diğer taraftan protesto hareketlerini yönlendiren temel kaygı, olanaklı olmakla birlikte arketipsel değil; modern dünyanın temel felsefi değerleriyle ilgilidir ve arzulanan adalet anlayışı, sistemin kökten dönüşümünü öngörmediği sürece çok az değer taşımaktadır.

Diğer taraftan, pozitif akıl, bilinç-dışı güçler tarafından tehdit altındadır. Özgecan ve katilinin fotoğraflarının yan yana her sergilenişinde, bu büyük trajedinin, pazar ekonomisine başarılı biçimde adaptasyonu bizleri derin ve bilinçli bir huzursuzluğa itmesi beklenirdi. İtmemiştir… Bu görüşe göre problem yalnızca katildedir. Çok daha vahimi zıtlıkların bu teşhiri -karşıt imgelerin - Özgecan ‘melek’-katili 'Şeytan' - sergisinin insan benliğini baskı altına alan akıl-dışı güçlere seslenmesi ve onlardan beslenmesidir. Özgecan, bu zamana dek katledilmiş tüm kadınların ya da kadınlaştırılanların simgesi haline gelirken, katili, bu zamana kadarki tüm erkek katil, tecavüzcü, dayakçı ve ensestçilerin ifadesine dönüşür ansızın; böylece topluluğun heyecanı ve ruhsal ilgisini çekmeyi sürdürür.

Bu basitleştirme kitlelerin olayla ilgisini ‘simgeler’ üzerinden yürütmesine olanak veriyor. Trajedi, nefret, uyumsuzluk ve hazımsızlık duyularımızı tatmin edecek yoğun bir öfke nöbetine tutulmamızın ardından, en azından ruhumuzda sağaltım yaratacak bir 'ötekileştirme-Şeytanlaştırma'- edimi gerçekleştiriyoruz.

Katletme arzusu: İdam, hadım veya karşı-tecavüz

Türk ceza sisteminde yer alan en ağır ceza olarak ağırlaştırılmış müebbet’in Özgecan’ın katili için yeterli olmadığını düşünen genel toplum kesimleri, katil için farklı ‘ceza yöntemleri’ öneriyor. Çoğunluk idam cezasının bu tip suçlar için yeniden ceza sistemine yerleştirilmesini önerirken, eski bir AKP’li kadın bakan, suçlunun ‘hadım edilmesinde herhangi bir hukuki engel yoktur’ diyebiliyor. Çok daha tüyler ürperten öneriler, toplumun pek de ehil olmayan yerlerinden geliyor: Bir spor programının yorumcusu, katil için idamın kurtuluş olduğunu, hapishanelerin kendi içindeki cezalandırma sistematiğinin bu kişiye ‘her gün ölümü’ tattırmasının adil olduğunu öneriyor. Elbette sorsak reddedecek; ama söylemek istediği şey ‘ona da her gün tecavüz edilsin…’ den başka bir şey değil.
Özgecan’ın babasının ‘idam çözüm değil’ çağrısı da, annesinin ‘kimse annesinin karnından katil olarak doğmuyor’ sözleri de bu genel katletme arzusu ile uyumlu olmadığından, ‘ancak şeytanlaştırma eğiliminin’ karşıtı olarak değerlendirerek pek değer görmüyor. Topluluk açık biçimde kan istiyor. Buna İslam literatüründe aşina olduğumuz biçimde kısasa kısas deniyor ve kendini ‘medeni’(!) olarak tanımlayan hiçbir birey,  bu arzularda medeniyet dışı bir şey görmüyor.

Adalet isteği mi, arınma mı?

Modern hukuk sistemine göre yazılı metinler ve öngördüğü ceza yaptırımlarının temel motivasyonu ‘caydırıcılıktır’… Bu bir suçu işleyen kişiye verilecek cezanın, toplumun diğer fertlerinin o suçu işleme eğilimlerini törpüleyeceği kabulüne dayanıyor. Bir diğer deyişle, bireyler için pek de muteber bir yaşam, adalet ve değer sistematiği sunamamış modern topluluklar, bireylerin ‘suça eğilimini’ sapmış bireylere vereceği ibret öyküleriyle engelleme motivasyonu taşıyor.

Bu perspektifin en önemli sonucu, suçlunun ‘ötekileştirilmesidir’ ve suçu ‘bireye’ indirgeyen yaklaşım, aslında topluluğun suç işlemiş bir bireye ilişkin taşıdığı mahcubiyet duygusunu hedef almaktadır. Zira sistemin bir parçası olmayı başarmış her bir bireyin, suç işleyen bireyin suçundaki payı, toplulukta derin bir yarılmaya vesile olur. İlkel topluluklarda çok daha açık biçimde gördüğümüz bu tutum, modern kapitalist toplulukların sistemin muteber bir bütün oluştuğu ve suç var ise bunun birey ile ilgili olduğu şeklindeki yaklaşımla yer değiştirir.

Cumhurbaşkanı’nın ‘Adam sapık, bunun işsizlikle ne ilgisi var?’ dediği şey bu korkunun ürünüdür.

"Tabu" ve cezanın arka planı

Neredeyse tüm insan toplulukları için, ilkel dünyadan miras kalan hassasiyetler, az ya da çok gücünü korumuştur. Tecavüz, ensest, ölü sevicilik ya da çocuk sevicilik gibi cinsel eğilimler başta olmak üzere istisnasız bir öfke ile karşılanmıştır. Antropoloji literatüründe bu gerçeklik, ‘tabu’ sözcüğüyle karşılanıyor.

Batı dillerine  ‘kutsal korku’ olarak çevrilen Tabu, Polinezya kökenli bir sözcük… Bir yandan kutsal niteliği var; tekinsiz ve tehlikeli anlamlarıyla gebe gözüküyor. Freud bizi, tabu’nun dini ya da ahlaki bir yasak olmadığı hususunda uyarıyor. Ona göre: ‘Tabu’nun kaynağı' belirsizdir.

Bir tabu ihlali en ilkel topluluklarda dahi, Özgecan’ın katledilişinin ardından yaşananlara benzer şekilde, korku ve heyecan uyandırıyor. İnsanlık tarihine ilişkin olarak bildiğimiz ilk ceza sistemini tabu cezaları oluşturuyor.

Bir tabu’nun birkaç amacı olabiliyor. Sağlık gerekçesiyle bir cesede dokunmanın engellenmesi ya da kozmik çevrimde önemli bir rol oynayan ‘kral’ ya da rahip gibi kişilere dokunulması- onlara zarar verilmesi vs.- ki bu bizim zamanımıza dek gelen devlet saygınlığı halinin kökenini oluşturur.  

Kimi zaman yasak hayvanın etinin yenmesi ki bir yönüyle kurban-ata ritüeliyle ilişkilidir; kimi durumlarda da Özgecan’ın katledilmesiyle ilişkili olarak da geliştirilen tabular, özellikle güçsüz kişilerin, güçlülere karşı korunması amacında sınıflanabiliyor. Ve hepsinde ortak olarak, tabuyu çiğneyen bir kişi en nihayetinde tabu haline geliyor. Ona dokunmak, bakmak ve onunla ilişkiye girmek mümkün olduğunca en aza indiriliyor. O sanki, ‘tehlikeli bir güç’ emmiş ya da ‘ona nüfuz etmiş’ gibidir. Günahkar beden, kimi dinlerde aşırılaşarak ‘şeytan ve cin çıkarma’ ayinlerine evrilir. Bu durumda, kesin olan ‘bu şeytani’ olandan uzak durma ile ilişkilidir. Tabu şeytani ise, onu çiğneyen kişi de bu şeytaniliğin etkisi altındadır.                

Wundt’un ‘tabu’ ile ‘şeytanlaştırma’ arasında kurduğu bu bağlantıyı haklı olarak reddediyor Freud. Çünkü ‘Şeytan diye bir şey yoktur!’ ifadesini kullanıyor. Kuşkusuz bu açıklama eksiktir; kastedilen ‘bana-bize-iyi insanlara dönüşümü mümkün olmayan kötülük öğesi" ise tamamlanır.

İlkel toplulukların modern topluluklara göre üstünlüğü, bizim anladığımız anlamda Şeytaniliğin, insanın içinde bir olanak halinde durduğunun farkında olmalarıdır. Freud’un dediği gibi, ‘keskin yasaklar’ güçlü eğilimleri gösterir. Bu durumda şeytani (Şeytan değil-şeytani) olan, Tabu’nun çiğnenmesiyle dönüştüğü şey olmaktan ötürü uğradığı ceza ile topluluğun diğer bireylerini benzer eğilimlerde ‘caydırıcı bir örnek’ olarak ortaya çıkmıyor. İlkel topluluklarda da dışarıdan bakan göz için acımasız gelebilecek infaz yöntemleri uygulanıyor elbette; bununla birlikte temel amaç ceza değil arınmadır.

Topluluğun arınma duygusu, lanetli olandan uzak kalma dürtüsü, içten içe bireyi zorlayıcı edimlere yönlendiren ve kimi hallerde nevrozlarla karşılaştırılabilirlik olanağı sunan bilinç-dışı güçlere işaret ediyor. Ona verilen ceza, toplumun bir ferdinin cezalandırılması, ‘ötekileşmenin’ gerçekleşmediği bir yerde ‘can yakıcı’ bir edimdir. Topluluğun bir ferdinin, olasılıkla akrabanın işlediği suçtan dolayı içine düştüğü durum ve ona verilen cezanın gerçekliği, ‘acı veren olayların’ katmanlaştığı bir huzursuzluk hali yaratır. Acı arınmayı sağlar ve dünyevi ilişki biçiminin kesintiye uğraması yoluyla, çileci bir yaşam tarzı tutturularak aşılabilir. Sofu rahiplerin kıldan gömlekler giydiğini hatırlayalım; ya da bir organa atılan düzenli yaralamaların kişiyi daha dindar hale getirdiğini düşünen geç dönem örneklerini… 

Kapitalist sistemi aklamak adına "şeytanlaştırmak"

İlkel toplulukta tabu uygulamaları, ceza niteliğinden çok, topluluğun (bir insanın organına ceza vermesi gibi) kendine ait bir unsuru, içinde var olan zorlayıcı edime yenildiği için verdiği rehabilitasyon işlemidir. Ceza arınmayı sağlar; zira bu edim, herkesin uygun koşullarda benzer şeytani edimlere dönüşebilirliğine dair yaklaşık kabulleri hedef almıştır. Uygulama gerçekleştiğinde, çevrimdeki bir aksamaya vesile olmaktan dolayı başa gelebilecek felaketler korkusundan da kurtulma sağlanmış olur.

Bu ise, Özgecan’ı katledilişinin ardından yaşananlarda olduğunu gibi Şeytan’ın aramızda olduğu şeklindeki, bana asla dönüşmeyen ‘ötekinin’ cezalandırılmasından başka bir şeydir. Suçu ve suça eğilimi, sosyal birliğin işleyiş yasalarına yönelmiş bir tehdit olarak yorumlayacaksak, sistemin mahiyeti ile ilgili sosyo-politik tartışmaları bir kenara bırakarak söyleyebiliriz ki, modern dünyada suçlunun cezalandırılması, topluluğun ‘suçlu kişiyi yaratan biraz da benim’ şeklinde özetlenebilecek insani hassasiyetleri bıraktığını göstererek kendini temizlemeye çalıştığı bir dünya profiline işaret eder.
Modern dünyanın temel savunusu, çok önemli kişilerin savunduğu gibi sorunun sapık ya da ahlaksız bireylerde olduğudur.


Bu kadarı, Özgecan’ın katilini ne kadar suçlu göstermeyi başarırsak, sistemi o kadar aklamak gibi, beklenmedik bir aşırılığa varır.


YENİ BİR CUMHURİYET İÇİN!

0 yorum
Orhan Gökdemir 

Kenan Evren, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan. Arada Mesut Yılmaz, Tansu Çiller gibi önemsiz duraklar var ama Türkiye’nin son 35 yılının belirleyici isimleri işte bunlar. 1920’den 1980’e 60 yıllık bir kültür savaşı ve siyasi mücadelenin Cumhuriyet aleyhine sonuçlanmasının hazin hikâyesinin kahramanlarıdır hepsi. Tarihleri, 24 Ocak kararları ile ekonomik olarak intihar etmiş bir düzenin yobazizme uzun yolculuğudur. Dramatik bir askeri darbeyle açılmış, sağıcı-dinci siyasi geleneğin omuzları üstünde ilerlemiştir. Düzenin yobazizme bu kaçışın temelinde 24 Ocak kararları olduğuna göre Türkiye egemenlerinin islama teslim oluşunun hikâyesidir anlattığımız.

Daha geride bir kök bulma imkânımız var mı? Türk siyasal hayatını şekillendiren siyasal akımlardan biri olma iddiasına karşılık, siyasal islamı, muhalif kimliğinden çok devlet kucağında büyümüş olması ile ayırt edebiliyoruz. En büyük referansları olan Saidi Kürdi, dönemin istihbarat teşkilatının içinden geliyordu. Devlet için silahlanmış ve devlet için vuruşmuştu. Onun yerini doldurma iddiasındaki taklitçisi Fethullah Gülen de aynı yolu izledi. Çıkışı Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’dir ki istihbarat saymamızda bir sakınca yoktur. İlk ve en büyük eylemleri ise Kanlı Pazar’dı. O gün ülkenin İslamcıları ABD’ye başkaldıran gençleri linç etmek için harekete geçti. Böylece Türkiye’nin İslamcılarının kayda geçmiş ilk eylemi organize bir faşist şiddet eylemi oldu.

Bütün bu tecrübelerin özeti, soldan ve Kürt hareketinden farklı olarak Türkiye İslamcılığının Kemalist devletin kucağında büyümüş olmasıdır. Doğuşundan itibaren devletinin yakınında oldular, hiç başkaldırmadılar ve hep devletin düşmanlarını düşman bellediler.

Bugün devleti yöneten kadroların içinden geldiği Milli Türk Talebe Birliği de devletin “komünizmle mücadele” projesi içinde şekillendi. Birliğin, başlangıçtaki “milliyetçi” görüntüsünün hızla “mukaddesatçılığa” dönüşmesi de bu programa uygundu. Devlet, daha 70’li yıllarda, tehdidin önüne barikatı milliyetçilik ile kuramayacağını anlamıştı. Bu yüzden birliği temsil eden “bozkurt”un yerini “kitap” aldı. Kitap Kuran’dı ve bu yeni dönemin ruhunu daya iyi temsil ediyordu. Abdullah Gül, Mehmet Ali Şahin, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Beşir Atalay, Ömer Dinçer, Taner Yıldız, Abdülkadir Aksu, Hüseyin Çelik işte o “kitaplı” birliğin getirisi oldu. Artık bozkurdun izinde değillerdi ama komünizmle mücadele, bilinçaltlarında hep diri kaldı.

Erbakan’ın “milli görüş”ü bu antikomünist gençler için zorunlu bir duraktı. Parti hem koruyucu bir şemsiye sağlıyor, hem de ikbal yollarını açık tutuyordu. Ayrıca antikomünizm siyasal İslamcılığın alameti farikasıydı. Kitabın ötesinde, bunlar daha belirgin bir siyasal hat oluşturulmasında etkiliydi.

1960’lı yıllarda başlayan ve 1970’li yıllarda bir iç savaşa dönüşen sol sokak hareketleri, milliyetçi ve dinci siyasal hareketleri devlet için daha çekici kılmıştı. Milliyetçiler elbette tercih edilirdi, ancak cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “Türk milliyetçiliği”nin nüfuz alanının siyasal dinciliğe göre çok sınırlı olduğu anlaşılmıştı. Siyasal kamplaşmaların ateşinin düştüğü dönemlerde din halka ulaşmakta daha etkili bir araçtı. Diyanet işleri, devletin bir faaliyetiydi ve uzun zamandır devlet, dini memurları aracılığıyla kontrolünde tutuyordu. Ayrıca siyasal bir rengi olsa da dincilik genel olarak devletin hassasiyetlerini paylaşıyordu.

12 Eylül’ün elinde tuttuğu siyasal islam işte böyle bir şeydi, kullanılmaya milliyetçilikten daha elverişliydi ve ülkeyi sarsan 70’li yıllarda daha geri planda kalarak milliyetçi siyasal hareketten daha az yıpranmıştı.

Darbeci generaller klasik Kemalist laiklik ilkesini terk ettiler ve dini, devletin gözetiminde tekrar kamu yaşamının sınırları içine aldılar. Bunu yaparken dini de belli bir biçimde tarif etmeye çalıştılar. Bu din “Türk-İslam Sentezi” olarak biliniyordu ve ideolojik bir tercih olarak dinci milliyetçiliği sembolize ediyordu.  Devlet için din bundan böyle kalabalıkları hizaya getirmeye yarayan basit, sade bir disiplin aracıydı.

Kenan Evren’in yaptığı işte buydu; konuşmasının arasına ayetler serpiştirerek kalabalıklar nezdinde belli bir meşruiyet sağlıyordu. Bir anlamda yeni dönemde dinin rolünü test ediyordu. 12 Eylül’ün kitlesel popülaritesinin arkasında da işte böyle bir dönüşüm yatmaktaydı. Devletin dini, azınlıkla çoğunluğu yönetmenin bir aracı olarak yürürlükteydi. Bütün bunların ötesinde 24 Ocak kararlarıyla kapağı açılan vahşi kapitalizmi kalabalıkların sindirebilmesinin tek yoluydu din. Yani 24 Ocak kararlarının gizli maddeleri arasında, dinsel dozu arttırılmış bir yönetim ve islamize edilmiş bir halk yaratmak da vardı.

Bunun somut kanıtlarından biri, 12 Eylül Anayasasında dinin bir ferdi vicdan meselesi olduğunu “unutarak” Diyanet İşleri Başkanlığına toplumun bütünleşmesini sağlamak görevinin verilmesiydi. “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri” zorunlu din ve ahlak derslerini de gerekli kılıyordu haliyle. Laik devletin anayasası “manevi değer” kılığında dini kutsuyordu.

Artık “Atatürkçü” bir “dinci milliyetçilik” yürürlükteydi. Bu Atatürkçülük anti Kemalist bir yeni Atatürkçülüktü. Atatürk burada Türk-İslam Sentezine göre yeniden tanımlanmıştı. Kurucu önder devlet tarafından imamdan hallice bir politikacı olarak anlaşılıyordu. Bu durumda laiklik de artık din-devlet işlerinin ayrılması olarak anlaşılmayacaktı.

Bu bir anlamda Cumhuriyet’in ölüm haliydi. Laik devlet ölmüştü ve ölü devleti elinde tutanlar cenazeyi kaldırmak için bir imam arayışına girmişti. Necmettin Erbakan eldeydi, ancak yeni duruma uyum sağlayamayacağı çok çabuk anlaşıldı. Kapattılar, yerine Turgut Özal’ı buldular.
Özallı yıllar, bir yandan vahşi kapitalizmin inşasına girişildiği, bir yandan da devletin dinci milliyetçiliğe göre restore edildiği yıllardı. Devlet dinin yetmediği yerde devletin kapısı tarikat ve cemaatlere de açıldı. Özal’ın Anavatan Partisi bir dinciler ve milliyetçiler koalisyonu görünümdeydi. Bugünkü iktidar partisinin pek çok kadrosu da o partinin dinci kanadından devşirildi.

Özallı yıllar boyunca Erbakan’ın dinci partisi sınırlanmış bir alanda bir yan rolü oynamak zorunda bırakıldı. Çünkü Milli Görüş ile AKP arasında derin farklılar vardı. Büyük ölçüde Batıdan beslenmesine karşın Milli Görüş, anti batıcı ve antikapitalist eğilimler taşıyordu. Yeniden tanımlanmış devletlü dine fıtratları uygun değildi.

İmdada 28 Şubat kararları yetişti. Düzen ağırlığını AKP’den yana koyarak Erbakan’ı ve partisini engelledi. Erbakan’ın önü açılan öğrencileri o gün Batıcı ve AB’ci oldu. Cumhuriyeti gömecek son imam için artık ortam hazırdı.

Yani dincileri neoliberal piyasacılara dönüştürmek de yine bir devlet projesiydi. Böylece “millet, milli, selamet, fazilet ve saadet” çizgisi, ak’a dönüşmüş, Erbakan’ın yerini Erdoğan almış, kalkınmacı bir dinsel eğilimden faizci bir İslamcılık türetilmişti.

1997 devlet açısından da bir kırılma noktasıydı. 12 Eylül’ün başlattığı dinci eğilimler artık mantıki sonuçlarına yaklaşıyordu. Eski düzenin kalıntılarını temizlemek üzere “Ergenekon” için harekete geçildiğinde karşı devrimin son hamlesi de yapılmış oldu.

2007’de başlayan bu davaları anti-Kemalist devletin dinci milliyetçi tarihini mahkemeler aracılığıyla yeniden yazma girişimi sayabiliriz. Eski rejimin temsilcileri toplandı ve bir tür istiklal mahkemesinde yargılandı. Mahkûm edilmeye çalışılan şey laik Kemalist cumhuriyetti. Tek tek yargılanan kişilerin geçmişlerine dikkat edilmemesini böyle de anlayabiliriz. İktidarın kontrolündeki “yandaş” basını da basın saymaktan çok bu mahkemelerin bir uzantısı saymalıyız. Genellikle polisin ve savcının rolünü üstlendiler ve zamanla birer infaz kurumuna dönüştüler.

Bir direniş oldu mu, tartışabiliriz. Ancak Ergenekon ve yan davalarında yargılananlar genel olarak dik durdu. Sonunda bu davaların bir cemaatin “kumpas”ına bağlanması ise olup biteni anlamalarını imkânsız kıldı. Çıktılar ve sustular.

Oyunun bozulmasını ise hiç umulmadık bir harekete, Gezi direnişine borçluyuz. Gezi direnişi yenilmez sanılan iktidarı sarstı, korkuttu ve sindirdi. İktidar koalisyonunda cemaat yarılması da ancak iktidarın yüzünde bu korkunun görülmesinden sonra mümkün oldu. Laik ve bilimsel eğitim yürüyüşünü ve arkasında gelen okul boykotunu Gezi’den ayırmıyoruz. Bütün bunlar, dinci milliyetçiliğin sınırlarını da ortaya çıkarmıştır. Devletin ve toplumun islamizasyonu doruğundadır ve bu aynı zamanda sınırla olduğu anlamındadır. Demek ki artık 12 Eylül’ü kapatmanın eşiğindeyiz.

Kenan Evren bir diktatördü, anayasa referandumuna kendini kaynak yaptı ve anayasaya evet diyenler Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olmasına da evet demiş oldu. Hukuksuz bir cumhurbaşkanıydı ve kapı kapı dolaşarak diktatörlüğüne rıza göstermeyenlere küfür etmeyi görev edindi. 

Tayyip Erdoğan da kendini bir referanduma kaynak yaptı ve anayasa değişikliğine evet diyenler onun Cumhurbaşkanı olmasına evet demiş oldu. O da kapı kapı dolaşıyor, kapı bulamadığında muhtarları topluyor ve direnen halka küfür ediyor.

Dinci milliyetçilik dini ve milliyeti bitirdi, geride derin bir çürüme ve derin bir ahlaksızlık kaldı. Teslim etmeli ki çürüyen halktır.

Ancak her çürümeden yeni bir hayat doğar. Eski Mısırlılar bok böceğini işte bunun için kutsamışlardı.


Eylülist dine özgürlük dönemi kapanıyor, şimdi dinden özgürlük zamanı. Laik cumhuriyeti bundan daha iyi ne tanımlayabilir?

Twitter, Facebook paylaşımı

0 yorum


Her bir makalenin sonunda beğendiğiniz yazılarımızı twitter ve facebook'da paylaşmak üzere ilgili butonlar entegre edilmiştir.

Bu butonları kullanarak yazılarımızı paylaşabilirsiniz.

KENDİ ÜZERİNE ÇÖKEN BİR DÜNYANIN DİNİ

0 yorum
Orhan Gökdemir

Şeytan Ayetleri, yazar Salman Rüşdi'nin romanı. İlk baskısı 26 Eylül 1988'de İngiltere'de yapıldı. Kitabın bir bölümünde, Muhammed'in içinde yaşadığı pagan topluluğun desteğini almak üzere pagan tanrıçaları onaylayan sözler ettiği, bu desteğe ihtiyaç kalmayınca bu ayetin şeytan tarafından yazdırıldığını iddia ettiği anlatılmaktaydı.

“Lât ve Uzza’yı ve diğer üçüncüsü Menat’ı gördünüz mü?” (Necm; 53/19-20) Kuran’da adı geçen bu üç tanrıça gerçekten de “cahiliye” dönemi Arap politeizminin ilginç simgelerindendi.

Aslında bu “alımlama” girişiminin dinler tarihi açısından şaşırtıcı bir yanı yok; yani Senkretizm, bütün dinlerde olağan hallerden biri. Böylece eski inanç yeni inanca sızıyor, yaşamını bir şekilde uzatıyordu. Örneğin cahiliye dönemi Arapları arasında taşlara tapınma çok yaygındı. Tanrısal varlıklar adına yapılmış kutsal mekânlara (beyt) da sık rastlanıyordu. Örneğin Mekke’de bulunan Kâbe, Hicaz bölgesinin ‘beyt’lerinden biriydi. Burası daha cahiliye döneminde Hicaz paganizminin bir merkezi haline gelmişti.  O tarihlerden kalan ritüel çok az değişikliklerle günümüzde de devam ediyor.

Elbette gök cisimleri de tanrılaştırılmıştı. Lat, Uzza, Menat aynı zamanda birer gök cismiydi ve Allah’ın kızları olarak anılmaktaydı. Örneğin Uzza Venüs’le özdeşleştirilmişti, Afrodit-İştar’ın Arap versiyonuydu.

Özetle Salman Rüşdi, dinler tarihinin çok olağan vakalarından birini anlatıyordu. Zaten bu olayın vaktiyle tartışıldığı da çok açıktı. Bu tartışmanın Kuran’da izleri vardı. Gerçekten de, Hacc Suresi'nde, şeytanın, Tanrı'nın gönderdiği her peygambere türlü şekillerde musallat olduğu, onları yanılttığı ve nihayetinde Tanrı'nın bu peygamberleri yanılgıdan ve şeytanın yalanlarından koruduğu ve böylece tebliğ görevinin kusursuz bir şekilde yapılmasını sağladığı anlatılıyor. (K. 22 Hacc 52)

Bazı kaynaklara göre de yukarıdaki ayet, Muhammed'in şeytan tarafından kandırılmasıyla ilgili olarak indirilmişti. Şeytan, Muhammed'i, "müşriklerce" (paganlarca) kutsal bilinen ve adları Lat, Uzza ve Menat olan üç tanrıçayı övücü sözler söylemesi için kandırmış ve bu sözleri onun diline ayet olarak sokmuştur. Şeytan'ın bu oyunu sonucunda Muhammed: "Lat'ı, Uzza'yı ve... üçüncü olan Menat'ı gördünüz mü?” diye konuşmuş, Rivayete göre Şeytan "İşte bunlar, yüce turnalardır... Şefaatleri de elbette ki umulur" sözlerini ilave etmişti.

Biliyoruz, gerek kalmamıştır. Lat, Uzza ve Menat bütün putlar yıkılmış, dikili taşları kaldırılıp atılmıştır. Ancak her nasılsa “karataş” kültü Kâbe’de hala yaşamaktadır.

Buna karşın incinmeye çok müsait ve kendi inanç tarihi hakkında ümmi “Müslümanlar” Rüşdi'nin kutsal değerlere saldırdığı kanısındaydı. Ayaklandılar, Rüşdi’nin kitaplarını yaktılar.  Pakistan'da büyük olaylar çıktı. İran dini lideri Humeyni, Rüşdi ve kitabın yayınlanmasında görev alan kişilerin öldürülmesini olanaklı kılan bir fetva yayınladı. Kitabın Japon çevirmeni Hitoshi Igarashi 1991’de bıçaklanarak öldürüldü. İtalyan çevirmeni Ettore Capriolo aynı ay içinde bıçaklandı. Eseri yayınlamaya teşebbüs eden yazar Aziz Nesin İslami çevrelerce hedef gösterildi ve bu kışkırtmalar 2 Temmuz 1993’te ikisi eylemci 37 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan bir yobaz ayaklanması ile sonuçlandı.

Dinler tarihinin cilveli hallerinden biri; 40-50 santim boyundaki bir meteor parçasına el sürmek için birbirini ezenler üç pagan tanrıça ile ilgili tartışmada inançlarına bir saldırı algısına kapılmaktaydı. Bunu konu edinen bir kurgu için 37 kişinin ölmesi gerekmişti. Hâlbuki Halife Ömer’in bu taş için, 'Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Resulü'nün seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim" dediği bile rivayet edilmekteydi.
Senkretizm dediğimiz işte bu. Geçmişinde çok güçlü bir paganizm bulunan, taşı kutsal bilen, gök cisimlerini tanrılaştıran bir kültürün bu geçmiş hakkında “duyarlı” olması anlaşılır bir vaka. Ama Lat, Uzza ve Menat’ı şeytan işi bulup, adında “il” bulunan melekleri büyük bir hoşnutlukla kabul edip, tek tanrı inançlarına bir halel gelmeden yaşamlarına devam edebilmeleri biraz zor anlaşılabilir bir vaka.

Ama bütün bunlar için insan öldürülmeye kalkışılması yine de anlaşılabilir değil.

Charlie Hebdo dergisine yapılan ve 10’dan fazla kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan saldırı bunun son örneği. Katiller “Allah büyüktür” diye nida ettiğine göre şimdilik böyle anlamamızda bir beis yok. Allah Ekber ama yine de intikam almak ve yanlışları düzeltmek için bu küçük insanları kullanmaktan kaçınamıyor. Örgütlenmiş cehaletin modern hali bu!

İlk işaretler El Kaide’yi gösteriyor. Hâlbuki onun Irak-Suriye versiyonu olan IŞİD, geçtiğimiz günlerde “Kabe’yi yıkmak”tan söz ediyor, hacıları “taşa tapmak”la suçluyordu. Bu ağır suçlamanın hiçbir Müslümanın dini duygularını incitmemesi ayrıca manidar.

Son 20 yılda sadece Irak ve Suriye’de 2 milyona yakın Müslüman, işgalcilerin yarattığı bir ortamda birbirini boğazladı. Yakıp yıkılan tapınakların haddi hesabı yok. Bu coğrafyada bütün Müslümanlar ağır bir şekilde aşağılanıyor, itilip kakılıyor, hırpalanıyor. Bütün bunlar bir yana birkaç milyon Yahudi, bütün Arapları rehin almış durumda. Buna karşın islamdan feyz alan silahlı örgütlerin tek başarısı kendi dindaşlarını öldürmekten ibaret.

Demem o ki cahiliye dönemi bütün ağırlığıyla üstümüze çökmüş durumda. Belki tanık olduğumuz kafa koparma seansları bu gecikmiş senkretizmi mümkün kılmak içindir. Çünkü son günlerde yaşadıklarımız vücudunun üzerinde bir kafa taşıyanların anlayamayacağı işler…