Gezi'den sonra !

0 yorum
Mustafa Çölkesen

Bu yazı, tamamıyla, gündemin çok hızlı aktığı Türkiye'de halen sessizliklerini bozmadan izleyici konumlarını sürdüren toplumsal muhalefet için gelişmeleri tarihsel bağlamına oturtmak amacını taşıyor.

Yazımıza "Türkiye demokrasi tarihinde bir milat olan" Gezi eylemleriyle (1) başlamak uygun olabilir, Gezi eylemleri, sadece bir kamusal alanın müdafaası değil, ama aynı zamanda, Mustafa Kemal'in Laik, Batılı, Modern bir ülke idealine (2) rağmen, Türkiye siyasi tarihinin askeri darbeler ve sermaye yanlısı, baskıcı bürokratik sağ iktidarlar arasında peşpeşe paylaşılmasının uzun tarihsel yıkımlarına ve siyasi yabancılaşmasına karşı da halkın kendiliğinden bir isyanı idi, 1980 faşist darbesinden sonra ekonomik rejim, ulusal öncelikleri umarsamayan, Kar'ı tanrısı yapmış sermaye güçlerinin eline teslim edilirken, el altından islamcılık enjekte edilen siyasi rejim, halkçılık/kamu çıkarlarından hızla uzaklaşıp, adeta toplumun erişemeyeceği bir bürokratik kast seviyesine yükselmişti, buna, artan kentleşmeyle birlikte, toplum/kamu bağlarının hızla erimesi ve bireyin siyasi/ekonomik/toplumsal yalnızlaşması da eşlik ediyordu, ama Türkiye'nin Laik, Demokrat, devrimci yarısı, faaliyetine "Yeni Türkiye" diye başlayıp, oradan islamizasyon tonunu kademeli olarak arttırarak, muhalefete karşı son derece sert bir üslup geliştiren dönemin Başbakanına olan tepkiler üzerinden Gezi Parkı eylemini yurt çapında protestolara yaygınlaştıracak kadar birleşebilmişti.

Türkiye, geleneksel, muhafazakar bir toplumdu, çünkü hem tarihinde binlerce yıllık bir islamcı-Doğu despotu rejimin izini taşıyordu, hem de Batı'daki gibi sanayi devrimi neticesinde köyler yerlerini hızla şehirlere bırakmamıştı, İstanbul başta ülkenin 4 büyük metropolünde bile, nüfusun çoğunluğunu, köylerinden bağlarını tam koparmamış, işçi, geçici işçi, hizmetli vb alt-gelir grupları oluşturuyordu. Kapitalizmin ortaya çıkardığı sınıf yapısı, toplumu sosyolojik olarak kutuplaştıran Çan eğrisi modelinden başka bir alternatif sunmuyor, dünya çapında emperyalist, küresel güç olamamış kapitalizmde, orta ve yüksek gelir grubundan Laik ve modernler, en büyük şehirlerde bile ancak bir azınlık olabiliyordu.

Peki toplumun en alt ve eğitimsiz kesimlerinin, toplumda sayısal bir çoğunluk oluşturarak, seçimler vasıtasıyla Laik ve Modern bir siyasi rejimi eski islamcı köklerine restore edebileceği Mustafa Kemal'in aklından geçmişmiydi, bunu bilemiyoruz, Mustafa Kemal bambaşka tarihsel koşullar altında yaşamıştı, dışarıda emperyal rejimini sağlamlaştırarak, talan ettikleri 3. dünyanın varlığını kendi sınıfları ile paylaşıp göreceli bir demokratik düzen kuran Batı'ya Jön Türklerin hayranlığını referans almıştı, ancak kurucu ilkelerindeki "Halkçılık" ve "Devletçilik" (3) in, kurmak istediği modern toplumda, geleceğin kapitalistlerine karşı yoksulların korumasını üstlenecek, gelir paylaşımını da düzenleyecek ilkelere sahip bir devlete atıfta bulunduğu varsayılabilir, önemli bir coğrafyada 700 yıllık bir doğu skolastisizmi hikayesi olan Osmanlı'nın yıkıntılarından Laik ve Modern bir devletin kuruluşunun son derece zor, savaş ve mahrumiyet koşulları altında gerçekleştiği unutulmamalıdır. Mustafa Kemal bir siyasi mimar ve dönüştürücüdür, ülkenin temellerini atmış, kaba gövdesini oluşturmuş ve ardıllarına sonraki adımları konusunda apaçık yol gösterici ilkeler bırakmıştır.

Kapitalizm sadece bir zümreyi zengin eder, ama bir bütün olarak ülkenin, toplumun zenginliğini hedefleyen bir lider, ekonomisini, ulusal önceliklerini, dış pazarlardaki rolünü "planlamak" zorundadır, Mustafa Kemal zamanında, toplumda tüm değerleri üreten işçi sınıfı henüz güdük bir durumdaydı, ve sınıfın bu çelimsizliği, siyasi iktidarın gelecekte bürokratik bir rejim haline dönüşmesinin nedenlerinden biriydi, Doğu illerimiz ve Anadolu'daki bölgesel geri kalmışlık, kalkınmada bölgesel farklar, ancak ekonomi ve kaynakların ülke çapında planlanması ile mümkündü, bu amaçla sağcı Menderes'in askeri darbeyle yıkılmasını müteakip "Devlet Planlama Teşkilatı" kurulmuştu. Sorun sadece kalkınmada farklılık değil, o kalkınma farklılığının geniş kitleler üzerinde yarattığı cehaletti ve Laik ve Modern Türkiye amacına ulaşmak için, tüm Türkiye'nin köy ve kasabalarındaki halka çağdaş eğitim verecek bir kurum olan "Köy Enstitüleri" kuruluş yıllarını müteakiben 1940'da ve Halkevleri ise 1930'larda kurulmuştu.

Henüz bağımsızlığını kazanmış bir ülkenin eğitimsel, endüstriyel ve askeri bilimsel çalışmalarını yürütecek bir devlet kurumu olan Tübitak, yine 1960 darbesi sonrası, devrimci hükümet tarafından kurulmuştu. Mustafa Kemal'in sancılı kuruluş döneminden hemen sonra iktidar olarak, ABD'nin Eisenhower doktrini ile bir tarım ülkesi olarak sınırlanmasına razı gelen, ülkeyi Kore savaşına sokup, ardından NATO emperyalizminin üyesi yapan, ülkede sivil bir OHAL ilan eden sağcı işbirlikçi Menderes'i (4) yıkan darbe sonrası Türkiye, 10 yıl süreyle Cumhuriyet'in adeta 2. baharını yaşamış, hem ülkenin kalkınmasında kritik rol üstlenecek DPT, Köy Enstitüleri, Tübitak gibi kurumları oluşturmuş, hem de en geniş kesimlerin [nispi] demokratik haklarını anayasal bir temelde halka iade etmiştir, Mustafa Kemal'in "inkilapçılık" dediği şey budur ve Türkiye siyasi tarihinde geleceğe devrimci, aydınlanmacı bir miras bırakan ne varsa işte o 7-8 yıl içinde yaşanmıştır.

Ancak işbirlikçi Menderes döneminde, Sovyetler'le soğuk savaş yaşayan ABD'nin güdüme girmiş Türkiye'nin göreceli bir Aydınlanma ve Ulusal kalkınma hamlesine girmesi Batı'nın hazmedeceği bir şey değildi, bunun tüm 3. dünyaya örnek teşkil etme ve gelişmelerin "gerçek bir halk demokrasisi"ne dönüşme riski vardı, siyasi ajanları, istihbarat örgütlenmesini, ırkçı milliyetçi silahlı sokak çetelerini aydınların, işçi sendikalarının, öğrenci örgütlerinin, sivil toplum derneklerinin üzerine sürerek bir "toplumsal kargaşa" senaryosunu devreye aldılar, 1970 ve 1980 faşist darbelerine zemin kolayca hazırlanmış oldu.

12 Eylül Faşist darbesi, Cumhuriyetin 2. atılımı olan 1960'lı yıllar demokrasisinin tüm kurum ve öncülerini yıkmayı amaçladı, binlerce aydın öldürüldü, on binlercesi hapse tıkıldı, ağır işkencelerden geçirildi, bir kısmı sürgün edildi, bu faşist baskılar karşısında sinmiş halka aceleyle cunta rejiminin gerici anayasası onaylatıldı, tıpkı bugünkü gibi, sendikalar, bağımsız gazeteler, sivil toplum örgütleri, öğretim görevlileri, aydın dernekleri, partiler, dergiler, Cumhuriyete ait ne varsa, halkçı Mustafa Kemal'in 55 yıl önceki şanlı ordusu üzerlerine sürülerek (!) kapatıldı, amaçlanan şey, tarihte eşi benzeri az bulunur bir zulümle Türkiye'yi sermaye oligarşisinin eline teslim ederek, serbest piyasaya uyumlu hale getirmekti, bedeli ise bağımsız kalkınma yolundaki Aydınlık, Özgür Türkiye idealinin yitirilmesiydi..

Türkiye 12 Eylül'den sonraki onlarca yıl boyunca susacak, ancak adalet arayışının susmayacağını bilen emperyalistler ve onların işbirlikçileri özgürlüğün panzehiri olarak "siyasi islamcılığın" devlet eliyle teşvikini devreye alacaklardı, market raflarını dolduran yabancı menşeli ürünler, ya da hızla yükselen plazalardaki modern kıyafetli çalışanlar yeni sağcı rejimin vitrini olurken, toplumsal hayatın asıl dokusunu, köylerden kentlere hızlanmış göçle nüfusu süratle artan ve büyük şehirlerde kendisine bir kimlik arayan, geleneksel, "demokrasi ve bilime tövbeli" cami cemaatinin toplulukları çevrelemeye başlamıştı, zamanla bunlara fonlar akıtıldı, devlet kurumlarında yer açıldı ve bunlar güçlendikçe siyasete teşvik edildi, 12 Eylül'ün korkusu çok geçmeden gelecekteki başka bir korkunun zeminini döşenmeye başlamıştı.

İşte AKP,  büyük şehirlerin kıyısında ve Anadolu'da devlet destekli cemaatleşmeyle palazlandırılan bir karşı-devrimci Emevi İslam (5) anlayışıyla, buradan doğdu, AKP'nin iktidar olmasında Türkiye'de hiç bir siyasi gelişmeyi doğru okuyamayarak, Orduyu tarihsel günah keçisi ilan eden lümpen liberaller kadar, dönemin jeopolitik çıkarları gereği "Türkiye'yi Laik bir islam ülkesi " modeli olarak pazarlamaya çalışan emperyal Batı'nın da büyük katkıları var.

Ancak Batı'nın, yeraltı kaynaklarının ele geçirilmesine dayalı Ortadoğu'ya özel planı, Laik Suriye Devleti'nin emperyalizme boyun eğmemesi, Rusya ve İran'ın yardımına koşması sayesinde ters yüz olarak politik İslam krizini daha da derinleştirdi,  dönemin Batı destekli Başbakanı Erdoğan ise İslam aleminin lideri edasıyla Mustafa Kemal'in "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesinden vazgeçerek Sünni politik islam'ı Ortadoğu'ya ihraç etme girişimlerine başlamıştı bile, sınırın dibinde yaşlı, kadın, çocuk Kürtleri boğazlayan İşid'e sesini çıkarmıyor, AKP'nin önde gelenleri onları "Ortadoğu'nun asi çocukları" diye yuvarlıyor ve yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği, son zamanların en dramatik iç savaşının yaşandığı  "Şam'da namaz kılma arzusunu" dünyaya ilan ediyordu..

Dünyada hava bozup, politik islamcı işid küresel bir ağa dönüşerek laik Batı dünyası için ciddi bir tehdit oluşturmaya başlarken, Türkiye'de Osmanlıcı, Sünni-Emevi zihniyette bir Körfez İslamcılığının restorasyonunu tamamlamak aşamasında olan AKP'nin bir kaç sorunu vardı 1) Türkiye'de gelir dağılımı hızla zenginler lehine bozulmuş, ve iddialara göre, Türkiye o kriterlerde dünyanın en eşitsiz önde gelen ülkesi olmuştu 2) İki faşist askeri darbe ve çoklukla bürokratik sağcı siyasi rejim altında yaşamış olsalar da kuşak kuşak Mustafa Kemal'in kurucu değerleriyle büyümüş ülkenin % 50'si toplumu ayrıştıran bu politik islamcı söylem ve gelişmelerden son derece rahatsızdı 3) AKP yukarıda bahsettiğimiz 12 Eylül'ün islamizasyon politikasının meyvesi, Cemaat denen yaygın bir organizasyondan doğmuştu ve o zamana değin o cemaatin desteğini almış ve onlarla projelerini sürdürmüştü, ama şimdi devlet üzerine bir paylaşım kavgası riski büyümüştü 4) AKP'nin, geçtiğimiz 40 yıl içinde siyasi olarak olgunlaşan Kürtlere yaklaşımı hep kısa vadeli değişen dengeler üzerine kurulmuştu, ayrıntısı halkla paylaşılmayan bir çözüm masası kurulmuştu, ama ayrıntıları ve akıbeti belirsizdi.

Küresel açık dünyanın doğa sevgisiyle dolu, aydın barışçıl gençlerinin en ön saflarda olduğu Gezi Parkı isyanı kanlı şekilde bastırıldı, Türkiye tarihinde ilk kez 13 yaşında bir çocuğun cenazesi terörist damgasıyla yuhalatıldı, tıpkı 12 Eylül öncesi gibi, silahlı sopalı sokak çeteleri halka saldırtıldı, Türkiye tarihinde ilk kez demokrasinin öncü nüvesi olacak "Mahalle Forumları" baskılara dayanamayarak tasfiye oldu, 9 genç öldürüldü ve onlarcası gözünü kaybetti, bu olaylar AB'ye başvuru süreci devam eden bir ülkenin barışçıl halka saldırısı olarak tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmişti.

Artık olaylar hızlanmaya başlamıştı ve devleti paylaşan islamcı Cemaat, AKP'nin 17-25 Aralık'ta kasetlerini ve MİT tırlarını ifşa ederek "benim ortağım yolsuz ve suçludur" mesajını halka vermişti, ama en yoksulların gözünde, politik islamcılığın bir gereği olarak Erdoğan'ı putlaştırmış bu cami partisi, ilginç bir şekilde yolsuzluğu bir mağduriyet ve mahremiyet edebiyatıyla kendi lehine çevirmeyi başardı, Gezi'de devlet baskısına dayanamayan Laikler, CHP'nin yolsuzluk protesto kampanyaları karşısında sessiz kalmayı tercih ederek, AKP'nin ileri atılımına el vermiş oldular. İkinci destek de, içeriği ne olursa olsun, devletin çıkarlarını halkın çıkarlarının önüne koyan sabık komando MHP'nin, Kürtleri bahane edip koalisyona karşı çıkarak, AKP'nin bekasını sağlama kararıydı.

AKP, bir yandan Laikler karşısında, önceleri mağdur şimdilerde egemen güç olarak "ümmetçi" ideolojiyi öne çıkarırken, öte yandan aniden savaş başlattıkları Kürt hareketi karşısında MHP'nin klasik "tek dil, tek bayrak, tek devlet" ideolojik söylemine başvurmaya başladı ve uluslararası itibari tamamen sarsılmış partinin  büyük ani manevraları, bir ayakta kalma taktiği hale geldi, Suriye'deki cihatçı terör örgütü el Kaide'nin kolu El Nusra "Türkiye'nin dostudur" dan, hızlı bir Rusya manevrası ile "Nusra Halep'ten çıkmalıdır"a gelindi ve Mısır'daki Rabia, Müslüman kardeşler, Mavi Marmara dramı bir gecede bir yana konularak, malum israil diplomatik yakınlaşması başlatıldı.

AKP'nin hikayesi, hem bir kaç sayfaya sığmayacak kadar dolambaçlı, hem de ana hatları bir kaç paragrafta özetlenecek kadar yalındır.

1923'den yaklaşık doksan kusur yıl sonra, ayrıntılarını kabaca bahsettiğimiz darbeler ve sağcı bürokratik siyasi rejimlerin arasında geçen uzun ve yıpratıcı yıllardan sonra, artık Mustafa Kemal'in Laik, Modern kurucu değerlerinden geriye sadece sözcükler ve tarihsel hatırası kaldı, Meclis fiilen tasfiye olmuş, Türk Ordusu sünni islamcı siyasi rejimin vesayetine girmiş, Suriye savaşı bir yandan ülkeye sirayet ederken, diğer yandan islamcı gruplara karşı ülkesini koruyan Suriye toprağını o gruplarla işgal etmiş durumdayız, demokrasi ve barışı savunan yüzlerce seçkin akademisyen meslekten ihraç edilirken, şimdi yıkılmış Kürt illerinin ezici oylarla "seçilmişleri" peşpeşe hapsi boylamakta ve meşru makamlarına devlet buyruğuyla kayyumlar atanmaktadır, elbette AKP darbe girişimini de bahane ederek ilan ettiği OHAL hızıyla orada durmayacak ve kendisine muhalif, özgürlük ve demokrasi yanlısı tüm kişi ve kuruluşlara kadar elini uzatacaktı, artık İslamcıların "ya taraf olursun ya da bertaraf" zihniyeti Cumhuriyet Gazetesi'nin kapısındadır..

Hızla çürümüş ve bir şiddet/ kaos eğilimine girmiş küresel dünyada "büyük sözler" anlamını ve güçlerini kaybedeli uzun zaman oldu.  O halde temel soruya ve sonrasına odaklanalım: Peki artık büyük ölçüde kaybedilen Cumhuriyet ve Laiklik, olayların kendi kendini örmesiyle yeniden kazanılabilir mi? Zannetmiyoruz, ülkenin kaderi, hızla kendisini ören bir ekonomik kriz ve bir bölge savaşının eşiğine kadar gelmiştir, bundan böyle fiilen susturulmuş, paralize edilmiş partilerden medet ummak yerine, Mustafa Kemal'in kurucu değerlerinden ilham alan, ama onu gerçek bir halk demokrasisine taşıyacak "Yeni bir Sosyalist Cumhuriyet" için herkesin onun bir neferi olması gerekir, aksi taktirde şahit olacağımız bir felaketler dönemidir..

02.11.2016

(1) Gezi isyanı hakkında daha önce yazdığım bir makale burada bulunuyor  http://dikine.blogspot.de/2014/06/serbest-bir-gezi-yazs.html
(2) Mustafa Kemal'in amaçları konusunda Türkiye tarihçileri de bu kanıdadır, Feroz Ahmad, "Bir Kimlik Peşinde Türkiye" Bilgi Ünv. Yayınları
(3) Kuruluş yıllarından sonra halkçılığın sınıf mücadelesini gizleyen bir söylem olması ve devletçiliğin "devletçi bir kapitalizmin" ötesinde devletin kutsanması olabileceği hususları bu yazının kapsamı dışındadır.
(4) Tamamen dini karaktere bürünen "İmam Hatip Okulları" Menderes Hükümeti döneminde açılmış ve ülke çapında yaygınlaştırılmıştır
(5) Emevi İslam anlayışı, Peygamber Muhammed'in eşitlikçi geleneğine karşı servet, baskı, sefahat ve ötekileştirme politikası izlemek anlamına gelmektedir.