Evrensel kalıpların gölgesinde saklı bir öykü: AŞIK

0 yorum

 Göktuğ Halis 

 “Âşık”(Arapça: âşik), “aşk” sözcüğündün türüyor. Köken Arapçadır… Türk Dil Kurumu bu sözcüğü “aşırı” sevgi ve bağlılık durumu olarak tanımlıyor.

Kurumun resmi internet sitesinde sözcüğe yönelik aramalar ise komik zorluklar içeriyor. Çünkü sözcüğü “Âşık” değil de “aşık” olarak aratırsanız anatomik bir ifadeye ulaşıyorsunuz: Aşık kemiği gibi… Âşık kimsenin, kaskatı kesilmiş ruh halinin bir eğretilemesi olarak bu da doğrudur elbette…

Âşık sözcüğü ise TDK tarafından birkaç madde ile açıklanıyor. İlki pek doğal olarak yukarıdaki “aşk” tanımından türeyen bir anlam: Aşırı sevgi ve bağlılık durumunu yaşayan kişi… Elbette “vurgun” ve “tutkun”… TDK’nın sunduğu ikinci anlam ise biraz tartışmalı, çünkü kültür ve sanat tarihinin pek etkileyici teması olarak “âşık” olma durumunu “kadına oranla erkeğe” yakıştırıyor.

Türk Dil Kurumu’nun 5 maddelik “âşık” açıklamasının üçüncüsü “halk ozanı” ibaresi içeriyor. Bu durumda bir “cins isimdir”.  Geleneksel kültürde anlam bulan bir statü olarak “cins” oluşturacak genel şemsiyenin altında toplanan kişilerin tümünü karşılar. Antik dünyadan bu yana özel bir önem taşıyan söz söyleme ve anlatma sanatını yaygın olarak “şiir” biçiminde ve Anadolu’daki haliyle “saz” (elbette musiki) eşliğinde icra eden kimseleri…

Elbette bu tanım eksik; özellikle sözcüğün çağrışımlardan çok ilk anlamını mutlaklaştıran-literal anlama özel önem veren-moderniteye özgü “tanımlama” eğilimini baz alacaksak. Tanımın tamamlanabilmesi için “gizemli alanlara” bulaşmak gerekiyor; zira “Âşık”a ait niteliklerin açığa serilmesi için bu zorunlu… Bir diğer deyişle “âşık” kişiyi besleyen “akıl dışı” kaynakların analizine ihtiyaç var.

Pek tabiidir ki bilim insanının, bilim insanı tavrıyla davrandığı sürece beceremeyeceği bir iştir bu; hissiyatın ötesinde bırakın “pozitif tutumu” “aklın” hiçleştirildiği bir parantezdeyizdir artık… Sözcüklerin görünenin ardındaki –gizli- anlamlarının, “çağrışımlarda” ve “alt anlamlarda” bulunması gereken bir düzeydir bu…

Aşık ve Veysel

Bilal Babaoğlu’nun, 30 Aralık’ta vizyona girecek ilk sinema filmi “Âşık”ın senaryosu, Cumhuriyet sonrasında Anadolu insanı için “ozan” ya da “âşık” denince akla gelen ilk isim olan Veysel’in gençlik yıllarının yorumundan hareketle oluşturulmuş. “Âşık”ın yaratıcısı, basın toplantısında filmin bir “kurgu” olduğunun altını çizdi. Böylesi iyidir kuşkusuz, “tarihsel bir dönem” ya da karakteri bire bir yansıtma iddiasını “belgesel” taşıyabilir ancak. Öbür taraftan bu işe girişen nicelerinin “kurgu” sözcüğünü önsel bir savunma aracı olarak kullandığını biliyoruz. Bu sayede tarihsel aykırılıklara vurgu yapan bilim insanlarının saldırılarına da direnmiş olursunuz ve bir sanat eserini icra ederken sanatçının yapmayı istediği şeyin ötesinde-pek gereksiz olarak tanımlayabilme olasılığının bulunduğu alanlarda da-söz yığının sarf edilmesinin önüne geçmiş olursunuz… “Çok saçma olmuş; Kanuni hiç de böyle birisi değildi…”gibi…

Diğer taraftan Âşık Veysel, “popülaritesiyle” göz alıcıdır. Bilal Babaoğlu’nu film henüz proje aşamasındayken “Veysel”i seçerek kolaycı davranmakla tenkit ettiğimi hatırlıyorum. Temel mesele Veysel’in “popüler kültür” ürünü olarak-olabilecek olan diğerlerine kıyasla-en elverişlisi ve akla ilk gelen olmasından kaynaklanıyordu. Bu durumda da “Aşık Veysel”in merkezde yer aldığı bir film çalışmasına yönelen kişinin olması gerekenin çok altında “yaratıcılık” örneği gösterdiğini iddia etmiş oluyorsunuz. 

Ancak bu eleştirileri dile getirirken “Âşık Veysel”den esinlenen bir film çalışmasını göze alan kişi için oluşturduğu “tehdidi” hiç hesaba katmadığımı itiraf etmeliyim. İnternet üzerinden “Âşık” filminin fragmanlarının altına yazılan yorumları okuyana kadar da aklıma gelmemişti. Bu yorumlara temas ettiğimde şunu fark ettim: Böylesine bilindik bir örneği beyaz perdeye taşıma gayesi “kolaycılığı” ölçüsünde “riskliydi” de… Zira herkes “bu karakteri” biliyor ve tanıyordu. Bu durumda da anlatı, herkesin bildiği bir “karakteri”, hangi izlenmeye değer niteliğiyle işleyecekti? Bir diğer ifadeyle sanatçı, kimsenin görmeyi başaramadığı bir gerçekliği “nasıl anlatacaktı”? 

Aşık ve mit

Karşılaştırmalı mitoloji çalışmalarının tüm dünyaca tanınan otoritelerinden J. Campbell, dini alanın kültürel ifadelerinin “dinin orijinal bağlamından kopması” olarak değerlendirdi. Campbell’in ifadeleri, C. G. Jung’un “arketipler” fikrinden besleniyordu; kurama göre dinin özü “coşkunluk” yaratan ilk an’daydı. Dinin sosyal bağlamı ise bu anın ötekilere anlatılması ve aktarılması sürecinde kullanılan araçların-çoğunlukla sembollerin-bu coşkunluğu aktarmasındaki güçsüzlüğünden oluştu. Bu durum kalıtlaştıkça, ortodoksi doğdu ve ritüel mutlaklaştı. Semboller ise ilk anlamı koruma ve kollama olarak tanımlanan işleve ek olarak yeni bir işlev üstlendi; “katmanlaşmanın” ve statikleşmenin aracı haline geldi.

Campbell’in kuramı açısından “o ya da bu zamanda” “o ya da bu coğrafyada” oluşan dini bir sistemin-dinin orijinal bağlamı açısından-pek değeri yoktu. Zira dini alan “evrensel” bir çağrışımın-her bir bireyi harekete geçiren ve coşkunluk yaratan gücüne temas eden-olasılıkla ezoterik yönleri- dışında yalnızca “yerel” ve “kültüreldir”. Erich From’un da sıklıkla vurguladığı gibi kültürel ve dolayısıyla yetersiz anlam ise “ancak” sembollerin derinleştirilmesiyle aşılabilirdi. Bir diğer ifadeyle “her dinde gözüken ortak sembollerden” hareketle kesintisiz bir bağ kurulabilir ve “kültürel iddiaların yozlaşmış belirtilerinin ötesine geçebilir…

Bilal Babağoğlu’nun “öyküsü”, “kutsal” alanla ilişkisi kurulmadan açıklanamayacak tarihsel bir karakteri ele alıyordu. Ancak “evrensel bir mesaj” ve “kozmik tekrar içeren bir yol öyküsü için” hikayenin merkezine “Veysel”i oturtmama inceliğini gösteriyordu; merkezdeki açıkça “Aşık”tı, Ama Veysel kılığındaydı... Daha açık bir ifadeyle kurgu, “yerel bir öyküden”, kültürel bir biçimden, evrensel “bağlama” erişme ve bu bağlamı yakalama denemesiydi. Bu durumda ise Bilal Babaoğlu “popüler kültür” çerçevesinin pek uzağına düşen ikinci bir sınamanın altındaydı: Sembollerin kurgudaki kullanımı ve bunların karşılaştırmalı mitolojiden bilinç dışının karanlık dehlizlerinde yatan çağrışımlarının-arketipsel karşılıklarının-bilinç düzeyine nasıl çıkacağı sorunu…

“Aşık” filminin senaryosunun ilk versiyonları-ki defalarca değiştirilmiş, üzerinde düşünülmüş ve kimi zaman çok önemli addedilen sahneler ertesi gün değersiz sayılmıştır-sembolizmin kullanımı ve felsefi bağlam açısından çok daha güçlüydü. Filmin senaryosunda İslam’ın ezoterik yorumundan beslenen bir tarikat ferdi olarak Veysel’in yaşamını olduğu kadar “beslendiği derin mi derin kaynağa-en azından nüfuz etme adına da hatırı sayılır bir çaba sarf eden Babaoğlu, senaryonun sembolizmi ön plana çıkaran versiyonlarından kısa sürede vazgeçti. Zira bu haliyle yapıt, sinema seyircisi için uygunluğunu belli ölçülerde yitiriyordu.

Bir denge gözetmeye çalışmıştı Aşık filminin yaratıcısı. Bunu başarıp başaramadığına seyirci karar verecek. Benim kanaatime göre senaryo, bu kararla değer yitirmişti. Ancak senaryodaki değişiklik sonrasında kurulan dengenin, kahramanın açıkça dini alan ile ilgili bir düzey olan bir “Aşık”lığa ulaşacağı bir yol kurgusuna dayanan senaryosunun “soyut” bağlamdan koparılması adına önemli bir avantaja kavuştuğu da bir gerçek. En azından karşımızda, felsefi düzeyi tüketilebilir hale indirgenmiş bir sinema filmi belirmişti.

Aşık ve Aşık

Aşık filmi, dünyevi-tensel bir aşkın peşinden giden kişinin “uhrevi” bir mertebeye ulaşması öncesindeki “mayalanma” aşamasını mesele ediyor. Böylesi bir hedefi “bilinç” düzeyine indirgemenin zorluklarından bahsetmeye bile gerek yok. Neyse ki ilkel kültürlerden günümüze dek kullanılan kimi kalıplar-anlatılardaki ortaklıklar-modern anlamda sanat anlayışının yardımına yetişti. Bilal Babaoğlu anlatısını bu kalıpların içine yerleştirme gerekliliğinin, en başından beri farkındaydı. Ortaya “bir arayış”, “kahramanın yolculuğu” ve “yol” öyküsü çıktı. İzleğin, toplayıcı-avcılardan modern dünyaya ait inanç biçimlerine uzanan “arkaik” ve evrensel tekrarlardan oluşması gerekiyordu.

Peki, Bilal Babaoğlu bunu yeterince başardı mı? Yanıt: Kesinlikle hayır…

Ancak merkezi kutsalın “piyasaya sürülen metanın tüketimi” ve inkar edilemez biçimde “para” merkezinde örgütlenmiş kurumlarca oluşturulduğu bir dünyanın “sanatçı” üzerinde oluşturduğu baskıyı hiçe sayarak hiçbir yere ulaşamayız.  Kesin bir karar verebilmek için yönetmenin bundan sonraki çalışmalarının izlenmesi gerekecek…

Kesin olan Bilal Babaoğlu’nun “kahramanının” yolculuğunun sonunda mertebe kazandığıdır. Modern dünyada buna “itibar” denmektedir. Budunbilim araştırmacılarının tercihi ise “erginlenme”dir. Ben ise ilkel kültürlerin tanımını tercih ediyorum: Kozmik güç…

 Veysel öyküsünde bu “kozmik güç” “âşıklıktır.” Avare ve aklı bir karış havada kişilere yöneltilmiş küçümseyici seslenişlerle karıştırmayalım bunu; zira Tanrısal bir esinin alanıdır bu…

Bir kutsal söz söyleme sanatıdır artık onun imtiyazı; bir kişinin söylediği sözün uçmadan, hiçliğe karışmadan kuşaklara ve yüz yıllara direnmesi nasıl mümkün olabilir ki? Hangimizin sözleri, diğerlerini aydınlatan bir ışığa dönüşebilir?

 Veysel değersizdir artık. Yol onu kutsal-esin dolu bir tarihin-parçası haline getirmiştir. Veysel gitse de sazı kalır artık…


26.12.2016

twitter: @goktughalis