Dindarlık mı iyi, sapkınlık mı?

0 yorum
Göktuğ Halis


İnanç tarihinin belki de en ilgi çekici konularından biri, Heretizm. Sözcük, Türkçe’ye “dini bağlamı” merkeze alan bir bozulmayı alarak geçiyor.

Bu açıkça “sapkınlık” demektir.

Günümüzün “dinler arası hoşgörü” temasının pek uğramadığı sularda dolanır Heretizmin tarihi. Zira yasal dinlerin birbirlerine belli dönemlerde de olsa gösterdiği uzlaşmacı ve görünüşte yaşadığı saygı, bu sapkınlara hiçbir zaman gösterilmemiştir.

Oysaki bunu bekleyebilirdik; onlara yönelmiş öfke ve katliam arzusu ve olgusu ile tezat biçimde heretikler, kendilerini, “katleden” kişilerle aynı dinin mensubu olduklarını söyleyerek ölmüşlerdi. Aleviler Müslüman olarak, Catharlar ve Gnostikler ise “iyi Hıristiyanlar” olarak…

Ortodoksi’nin “katletme” fermanı, onların “ortak” din savunularını umursamadı. Tarihin ilk jenosidinin (soykırımının) yaşandığı topraklarda, Fransa’nın güneyinde, XIII. Yüzyılın hemen başında onları yok etmek için bir Haçlı ordusu tertip edildiğinde bu gerçeklik, kanımızı donduran kayıtlar bıraktı tarihe.

Haçlı Ordusu’nu engellemeye çalışan Katolik bir din adamının, katledilecek olan Catharları “çok iyi birer Hıristiyan” ve katledecek olanların temsilcisi din adamlarını ise “düzenbaz ve sahtekar” olarak nitelemesi bir şeyi engellemedi. Üzerinde kendisine cennette mevki sağlayacak Papalık haçını taşıyan komutan, seferin dini liderine, burada herkesin “Baba, oğul ve Kutsal Ruha” iman ettiğini, kimin gerçekten dindar olduğuna karar veremediğini belirterek yardım istedi. Liderin yanıtı, tarihsel örnek olarak hafızalara kazındı:

Hepsini öldürün; kimi sapkın, kimin iyi Hıristiyan olduğuna Tanrı karar versin…”

2- Bu çatışma, inancın iki kaynağı arasındaki ilişkiden doğdu: Birey ve toplum. Her iki ekolün de “Tanrı” imgesi, kendine has tarihsel bir çizgi ortaya çıkardı. Bireyci ekol, Tanrı algısını kendi içinde (benlik) buldu. Ancak sosyal ekol, bunun tehlikesinin-hem birey hem de toplum için- farkına vardı. Tanrı’lık sanısı bireyin içinden çekilip alınmalıydı.

Tanrı, tarihsel olarak bir kez “insanın içinden” çıktığında ve ona dışsal hale geldiğinde, temsilini önce toplumun bütününde buldu. Bu totemizmdir. Sonrasında doğa güçlerine -Şamanizm- ve en nihayetinde de “kadir-i mutlak Tanrı” algısına uzanan soyut ve aşkın bir yaratıcı yaratımına -modern Tek tanrılı dinlere- vardı. 

Bu bayağı şablon aynı zamanda “Tanrı’nın evrimini de veriyor” bize.

Toplumun başta “ritüel” olmak üzere bireye vaat ettiği coşkunluk gibi, bireyden alınan Tanrısallık sanısını başka alanlara kanalize etme eğilimlerine rağmen, bir şeyler yolunda gitmedi. Birey yaşamını toplum olmadan sürdüremeyeceğini bilse dahi, içgüdüsel baskılarla, sosyal alanın gösterdiği öneri ve yolun dışına çıkma eğilimi taşıdı.

İşte dinler tarihinin en dikkat çekici kavramlarından biri olan heretizmin özünde, bastırılamayan bu güdüler ile onu düşmanca gören sosyal kalıtlaşmanın çatışkıları yatıyor.

Toplumlar farklılaştıkça, ekonomik modeller sistemleştikçe, bilim ve teknolojinin tahakkümü arttıkça, dinler tarihindeki bu çatışma, farklı kılıflara bürünerek ortaya çıkabiliyor. Katarlara yöneltilmiş Haçlı Seferleri de, “En-el Hak”çı bağlama yönelmiş kıyımcı şeri hükmün uygulayıcıları da bu çatışmanın parçaları aslında.

Sosyal din, reflektif bir biçimde Tanrı ile ilişkisini kurum, kitap ya da kişiler üzerinden yürütmeyi reddeden bu ekolü yaygın biçimde dini sistem içinde özümsemeye eğilim gösteriyor elbette. Ancak heretizmi kıyım tarihi haline getiren, bu özümsemenin mümkün olmadığı; özellikle “yaygın iktidar ilişkilerinin” reddi halleriydi.

Bu nedenle Alevilerin katledilmesi ile Gnostiklerinki arasında pek az ayrım vardır.

Dinin sosyal bağlamı, sapkınların “dini” tehdit ettiğini düşünüyordu. Onlara göre bu yıkıcı etki toplum üzerinde olumsuz bir şeylere neden oluyordu. Bu nedenle onların ortadan kaldırılması gerekiyordu.

Yozlaşan din karşısında sapkınlar

Oysaki bu ekoller “aynı eleştiriyi” sosyal hiyerarşiye yöneltti. Heretiklere-Alevilere-Gnostiklere ve diğer sapkınlara(!) göre- gerçekte yozlaşan ve dinin özünü saptıran ekol “hiyerarşik” rahip-imam ya da mutlaklaştırılan ritüel ekseninde toplumu örgütleme eğilimi gösteren “dünyevi din” idi.

Heretiklerin eleştirilerine göre “dünyevi din”-dini örgütlenme, dinin özündeki kaygıyı; yani “bireyi incitmeden, onu koruma altına alarak” birliği koruma fikrini yitirmişti.

Toplum bölünmüş, yoksullar ve varsıllar kendilerine ait dünyanın kabuğu içinde, diğerlerine öfke duyarak, açıkça ötekileşerek ve düşmanlaşarak yaşamaya başlamıştı. Bu durumda dinin bireysel yönünün, sosyal bağlamın önerisini kabul etmesi anlamsızdı.

Din adamlarının lüks içinde yaşadığı, iktidardan ve kuvvetten yana tavır aldığı yerde bir “yozlaşma” görüyordu Heretikler. Bizde olduğu gibi, toplumun bütününe eşit biçimde paylaştırılamayan zenginlik ilkesinin yarattığı tiksinti, kaçınılmaz itirazları beraberinde getiriyordu. Heretiklere göre “sapkın” olanlar kendileri değil, “dinin kurucusu kişinin” Peygamberin ve vahiy ilkesinin en önemli ilkesini; eşit paylaşım ve bölüşüm emrini çiğneyenlerdi.

İsa’nın zenginin cennete gitmesinin, devenin iğnenin deliğinden geçmesinden zor olduğunu söylerken, anlatmak istediği şeyi hiçe sayanlardı.

Onlar, ibadeti mutlak hale getirenler ve tüm işlenen günahların, ritüeli uygulamak koşuluyla bir gün affedileceğini savunanlardı.

Müslüman olmanın temel koşulunu “dürüstlük”, “paylaşmak”, “doğaya ve düşkünlere koruma duygusuyla yaklaşmak”, “kul hakkı yememek”, “çalmamak” gibi temel ilkelerle ilişkilendirmeye razı olmayanlardı.

Onlar, gözlerini “öte dünya esenliğine” tamamen kapatmış; kendisinden olmayanları hiçleştirmeye yönelik dünya adamlarıydı… 

21.04.2017