Göbeklitepe

0 yorum
Göktuğ Halis
Göbeklitepe'nin inanç tarihi içindeki yeri
Nerede bir tapınak varsa orada bir ritüel yaşatılır. Ritüel ise, heyecan veren ilk anlamın yitirilişinden başka bir şey değildir. İlk anlama uzanan kapılar aşılmaz tüllerle örtülmüştür çünkü… Geçen her kuşakla birlikte, ilk anlamın gücü silindikçe, “hareket” ve “kareografi” mutlak anlam haline gelir ve “ilksel duyguyu” hatırlama ereğini yitirir. Artık ritüel “anlamın” kendisidir.  
Çünkü, insanın bilincinin açıklayabileceği davranış modellerinin uzağına düşer ritüel…  Kimse bilmez; mantık ve akıl “neden öyle değil de” böyle sorusunu, “çünkü bu böyledir” yanıtından öteye yanıtlayamaz. Sözle ifade edilemez. Eninde sonunda, “ilk büyük atanın”, peygamberin ya da büyük kurtarıcının eyleminin taklidi, onun emri ve hareketlerinin yinelenişi(tekrarı) açıklamasına sığınır kalırız…
Bilinç düzeyindeki bu silik tabloya rağmen, “evrensel” bir duygu ortaklaşalığı saptayabiliriz elbette. Ritüelin kökenlerine ilişkin- aykırılık ağıyla sistemleşmesi imkansız hale gelen bilinmezlik ağına tezat biçimde- kesin olan bu “davranış modelinin” anlam evrenindeki boşlukta beslenerek taşlaşmış olmasıdır. Topluluğun bu edimin-ritüelin- kendisine yarar sağladığına dair inancı sorgulanamaz düzeydedir. Ritüel “tekil ayinlerden” doğar ve tekil ayinleri amaçlar ve gündelik kaygıların yerini “inanca” dair dogmatik-sorgulanamaz kabullerin aldığı görülür. Daha açık ifadeyle, sembol olarak ritüel, unutulmuş, küle dönmüş anlam ve heyecan ateşini canlı tutmaya, onu anımsamaya yönelik öneridir; ama ironik biçimde onun unutuluş gerçeğidir de. Anlam silindikçe “kutsiyet” ağırlığı artar, dinler böylece kemikleşir ve hatta yozlaşır. Ritüele dayanan her din, ilksel heyecanların yitirilişinin temsilidir.
Ritüelde tekil “ayinin” ruhu, ilksel uygulayıcının hatırası can çekişmektedir o halde… Bireyin ve doğanın yaşamsal-doğrudan güçleriyle bağı çoktan yitirilmiştir. Küle dönüşmüş hüzünlü bir bilinç “mutlak” hale getirilmiş hareket ritminden “selamet” umar. İlkel ayinin ruha esenlik veren gücü yitirilince dogma, onu öte dünyaya, bu gerçeklik algısıyla ulaşamayacağımız, tadamayacağımız zaman ve diyarlara gönderir. Modern toplumlarda cenaze törenlerinin “yaşam heyecanında” yitime neden olması bundandır; dogmatik dinin öte dünya vaadi, içeride bir yerde kuşkuyla karşılanır. Cenaze törenlerinin şölenlerle, ölen kişinin Tanrı’nın çayırlarında ilahi mutluluğa gönderilişi gerçeğinin coşkusuyla kutlanışının üzerinden çok zaman geçmiştir. Ve artık cenaze törenleri, yargılanma gününe dek sürecek sıkıntılı bir bekleyiştir. Sonrasında “yargılama” ve tüm taşlaşmış dinlerin öte dünyaya özgü cennet ve cehennem olasılığı…
Dogma, ritüel, tapınak
Dogmatik din “ritüeli” baş tacı eder; ve bu ritüel için görkemli yapıların inşasına girişir. Nerede bir cami, kilise, havra ya da Budist tapınağı varsa, orada ritüel vardır ve kült yapılar, “ritüelin” ölümü anımsatan donukluğunun karşısına görsel bir heyecan sunar insan ruhuna. Anlam, resim, mozaik, müzik ve mimarinin ton, resim ve şekilden oluşan formlarına dönüşür. Evrensel simgeler otantik anlamlarıyla canlandırılır ki, aslında olan gerçek dini anlamın-ilksel duygu yoğunluğunun ölümünü engellemeye çalışmaktır. Taklit eyleminin “büyüsel” anlamlarına öfkeli olan dogmatik din, “saygılı bir tekrar” öğüdü verir. Ancak tehlike çok yakındır, burası İbrahim’in inşa ettiği ilk evdir; burada İsa vaftiz edilmiş, ekmek ve şarap ayinini burada yapmıştır. Tapınağa giren her kişinin, “kurucu”nun eylemini taklit etmekten çıkarak bizzat kurucu kişi haline geldiği “ilksel taklidin” anlamını öldürmeye çalışır  dogma dini. Zira tarihsel bir bağlam kurulmuştur ve iktidar ilişkileri, “gerçek dini düşüncenin” ölümü olmadan  Dogma dininin yaşayamayacağını gösterir. Dini eylem, koyulan kurallara saygı istedikçe, din taşlaşır.
Yine de ritüel “bu taş yapılara” can verir; o varsa din de vardır. Aksi halde cesede dönüşür ve gömülmesi gerekir. Göbeklitepe Tapınaklarındaki gömülmeyi bu bakış açısıyla açıklamak yalnızca hüzünlüdür. Zira onlar, gömme işlemlerini gerçekleştirenler sonsuz yaşam umudunun militanlarıydı ve gömme eylemlerinin “yaşamsal bir sınırsızlık-devamlılık” sunacağını düşünmüştü.  
Belki de umdukları gerçek oldu; dünya nüfusunun böylesine yozlaşacağını ve uzay teknolojilerinin, doğayı yıkıma götürmeye ant içmiş atom teknolojilerinin “şeytani” gerçekliğine ilişkin en küçük bir fikirleri olmamasına rağmen, “ölçüm ve denetleme araçlarını” koltuk altlarına sıkıştırmış bilim insanları binlerce yıl sonra onların inşa ettiği muhteşem cesede ulaştı. Bu toprakların en azından modern insanların sahip olduğu inançlar kadar kutsal ve korunmaya değer olduğunu düşünmeden “kazmaya”  başladı bilim adamları… Kutsal alana “saygı”, düşüncesizce adına bilim denen bilgi tapıcılığına kurban edildi.
Bir zamanlar bu cesede hareket veren ve onu parlatan ruhtan günümüze ise günümüz dinlerine de silik spekülasyonlar kaldı. Acaba onlardan ne aldık? Dinde evrim diye bir şey var mı? Tapınç nesnelerimizle onlar arasında bir ilişki var mı? Onlar bizim inancımızı etkiledi mi? Ve çok daha önemlisi, onlar tevhid inancına sahip miydi? 
Dinlerin evrimi ve etkileşimi
Göbeklipe Tapınaklarıyla ilişki kurmak suretiyle dile getirebildiğimiz bu soruların yanıtlanması adına, Freud’un çocukluk gerilimleri ya da Jung’un arketiplerinin betimlemeye çalıştığı bir “aşkın” güç, binlerce hatta on binlerce yıla rağmen, görünür dinlerin yerel kabuğu soyulduğunda, inanç alanının şaşırtıcı ortaklaşalığında açığa çıktı, ruhbilim çalışmalarıyla. Bu ekol, dini duyguyu yaratan “psikolojik” olgular ya da dini düşüncenin nedenini tüm dünya için geçerli “din dışı”(pratik ya da ruhbilimsel) kaygılarla açıklayan modellerden yalnızca biriydi. Buna ek olarak, bu statik dinlerin yaratıcısı olarak bir alımlama, etkilenme ve sentez olasılığı bulunuyordu. Psikolojik-antropolojik açıklama sistemleriyle neredeyse hiç ilgilenmeyen modern dinler etkileşim olasılığını, ancak Tanrı-Allah tebliğinin tarih öncesi insanlara yönelik kısmı ile açıklamaya razı oldu. Zira bir evrim ya da etkileşim varsa, dinsizliğe ve sapkınlığa örtük de olsa çağrıdır. Çok daha önemlisi evimerizasyon ve alımlama ile diğerleriyle ortak özellikler, içinde kimi doğrular barındıran ama sapkınca hareketlerle kutsal bildirimden kopan insanların sapkınlığını vermiyorsa, “otantik din meşruiyetini” yitirir. 
Diğer taraftan “Tapınakların”, duvarların içine yerleşmiş insan ya da hayvan fertlerinin ritüelik kareografilerinin bitimiyle taşa dönüşümünde ürkünç bir yan bulunmadığını belirtmeliyim.  Bundan çok daha vahimi, evrensel bir yaygınlık olarak “yok olması gereken” dinlerin, yaşamaya dair inadının dünya coğrafyasına yaşattığı acılardadır. Dinler tarihinin katletmeyle ilişkili yüzüdür bu… Adil olan belki de, ona inanan insanların ihtiyaçlarına yanıt veremeyen bir dinin yok olmasıydı. 
Ancak dinler yok olmaz, en sancılı anlarda dahi “diğerlerinden” yardım alır. 
Buradaki “diğerleri”  ifadesi, şayet “coşkusunu” koruyorsa, “başka” bir dindir. Öyle bir sentez oluşur ki; bu ne biri ne de ötekidir. Bir Latin Amerika Hıristiyanlığı çıkar ortaya örneğin. Ancak hiçbir topluluk, böylesi bir dönüşümden sonra Tapınaklarını ve kutsal merkezlerini yıkmaz ya da toprağın altına gömmez. Yeni biçimler kazanan ritüele uygun şekilde düzenlenen yeni tapınak, “sentetik” dinin ya da “dindeki” evrimin gereklerine uygun olarak dizayn edilir. Yıkım ya da gömülme ancak “kutsal” ile ilişki kurulursa açıklanır; ilkinde bir istila-Tanrı adına katletme- ikincisinde ise bir “ritüel” vardır. Gömme olgusunun “yitirilen” bir dinin işlevsizleşmesiyle açıklama çabası nafiledir; zira uygun olan kaderine terk edip gitmedir. Hiçbir topluluk, “anlamını yitirmiş”, doğal olarak silik hatıralarla temsil edilen “yığına” dönmüş merkezi gömmek için böylesine uzun zaman ve emek harcamaz... 
Çok daha önemlisi, ölmekte olan bir din-topluluğunun sorunlarına çare olamayan bir inanç-alımlama yapacağı coşkun bir din bulamazsa, arketipsel alanlara yönelir. Şamanik İslamın uygulayıcısı olarak Alevilere ve Yahudi Mistisizmine uzanan sentez, orijinal dinin yeniden, yeniden ve yeniden dönüştüğünü gösterir. Bu ise “coşkun” referansların Şamanca rolle temsil edilen “en eski” dinden devşirildiğini gösterir; dini evrimin “ileriye” dönük “yüksek” basamaklarından değil. 
Sapkınlık ve dindarlık
Çünkü, arketipsel sesleniş, yozlaşmış dini kurtarır; zira bu kanal otantik dinin kuruluşunda tüm peygamberlerin de beslendiği, ölümsüz inanç akışından beslenir. Süleyman Tapınağı’nın bir daha dikilmeyeceğini anlayan Yahudi Rabbi’lerin, bir kurtuluş bulmak amacıyla “Kutsal Kitap”ın sayfalarına yöneldiğini hatırlayalım. Yeni bir okuma biçimi doğar buradan. Sözcükler yer değiştirir, gizli anlamlar bulunur ve yeni bir okuma biçimi ortaya çıkar. Gizlide kalmış mesajlarda örülü bu yeni din, yok olmanın eşiğine gelmiş bir sürgün toplumunu ayakta tutmaya yarayan heyecanı salar etrafa… Ve coşkulu bir inanç, toplumlara, yeni yaşam enerjileri sunar. 
Böylesi dönüşümlerin öte yanında dogmatik din, tüm handikaplarına rağmen kendini korumak ister. Taşlaşmış din, dönüşmek istemez; ortaya çıkan bu ucubelere nefretle bakar. İroniktir, inancın olmazsa olmaz gereği olarak öte dünyaya yoğunlaşması gereken bakışı, bu dünyaya, iktidar ilişkilerine, siyaset, ekonomi ve imar faaliyetlerinin ayrıntılarına gömülmüştür. Buradan çıkamaz; bu mutlaklaştıkça benzer şekilde hareket eden diğerleriyle ilişki Vatikan’ı verir ve Halifeliği… Ruhban sınıfı var oldukça, onun hükmetme arzusu, “devlet yönetimine” pek uygun hale gelir. Bu nedenle “öteki” ile olan ilişki hiçbir zaman düşmanca değildir. Ve bu durumda da “öteki” asla “öteki” değildir… 
Gerçek öteki, aslında taşlaşmış dinlerin özünde durmaktadır ve sofu dindarların, Şeytanın kutsanışı gibi aşırı eğilimlerden, dehşet ve korkuyla kaçmak için kendilerine çektirdiği acıların uç-aşırı durumlar olmadığını gösterir. Çünkü “gerçek öteki” dogmatik dini yeniden okuyanlar; sapkınlardır ve ne acıdır ki, Ortodoksi aslında, “kendisinin bozulmuş” olduğunu görebileceği kapıların tümünü kapatmıştır. Çok daha önemlisi iktidarı ele geçirmeden hemen önce, “sapık ilan edip” katlettiği, kazıklara bağlayıp yaktıklarıyla ortaklaşa, o zamanın hakim dini ortodoksisine karşı “özgürlük” için ortaklaşa bir savaşım yürüttüğünü, aynı kaptan yemek yediğini unutmasıdır.
Taşlaşmadan önce, tüm dinlerin beslendiği ortak kaynak saptamasının olgular arası geçerliliği var. Dağ ve tepe kutsallığından, mağara mistisizmine, Tanrı ile görüşmeden, çarmıh, göksel atlarla olgunlaşan “hayvan” tapıcılığına ve Kabe ya da Süleyman Tapınağı ya da Hacer-ül Esved gibi kutsal yapı ve taş tapıcılığına kadar uzanan, bakire ve kurban törenlerine kadar genişleyen izler ancak dogmayla bastırılabilir. Ancak modern psikiyatri, zorla bastırılan her eğilimin  ve ölçülü de olsa kendine bir çıkış bulamayan çocukluk eğilimlerin, bu kez tahribatla dışarıya çıkmaya çalıştığını ispatladı. Her dinin çocukluk dönemlerinde yaşadığı coşkunluk anlarına geri dönme eğilimi azımsanamaz; zira bu o dinin bireyselliğini aşan bir kanala temas eder.
Buradan iktidarı ele geçiren ve siyasi güç olarak dini iktidar için işlevsel bir davranış modeli doğar. En iyi ifadesiyle dünya meselelerine güvenmek ve ortodoksinin taşlaşan katmanlarından sızan “arketipik” güçlere düşmanca saldırmaktır. Bu “heretizmin” tarihine götürür bizi… Cadılar, puta taparlar, Şeytancılar, gnostikler, falcılar, astrologlar, büyücüler, Aleviler, simyacılar ve Kabalacılar… 
Sosyal dinin “ötekini” tanımlarken kullandığı ifadeler değişir ama anlam hep aynıdır. Bunlar, bir iktidar aracı haline gelişine hem rasyonel hem de içgüdüsel düzeyde karşıtlık geliştiren, kişileri tanımlamak için kullanılır. Her biri “Şeytani”dir ve şeytani olan, iyiliğe dönüşmeyen saf kötülüğün ötesinde, “asla bana dönüşmeyendir”.
Göbeklitepe, şaman, rahip
Dinin sosyal boyutu, Şaman’ın dini faaliyet içindeki otoritesinin, “neolitik” döneme özgü ekonomik model ve ortaya çıkan yeni dini algı karşısında değerini yitirmesinden kaynaklandı. Bir katılım ve ortak davranış hali olarak yeni din, “gnostik” dünya görüşünün ilk örneklerinin “kendine biçtiği” seçkin rolün sosyal bağlar içerisinde yitirilmesi yolunda baskı oluşturdu. Maske giydirilen “soytarılar” haline geldi Şamanlar ve kozmik dengede rol oynayan “çevrim ayinlerinin” yalnızca bir parçası olmaya zorlandılar. Prof. Schmidt bu açıdan iyimserdir; zira o “şamanların” din adamlarına dönüştüğünü düşünen yaygın kesimin içindedir. Gerçekte olan ise “şamanın” ve “kendini toplumun üzerinde gören egosunun” aşağılanışıdır. 
Bu dönüşüm, Paleolitik’ten Neolitiğe dönüşümün temel göstergesidir.
Neolitik dinin ilk kült yapılarından biri olduğunu düşündüğümüz Göbeklitepe’de gördük Şaman’ı. Tören alanına sırtını dönme saygısızlığını göstermiştir ve literatüre uygun biçimde bir kuşla-olasılıkla akbaba-ile birlikte canlandırılmıştır. Ancak bunların çok ötesinde “kafası” yoktur ve kalkık fallusuyla “ilkel içgüdülere” dair abartılı bir eğilimi temsil eder… 
Ritüel alanı içerisindeki bu küçücük çizim, onun değerini yitirdiğini gösterir artık ve yaşamsal bağlamda diğerlerine benzer bir role razı olmuştur. Prof. Schmidt’in “T” ya da “M” kafalı figürlerin resmediliş yaygınlığından ve bunun avcı topluluklara özgüllüğüne ilişkin açıklamaları, “tarım” ve bitki kültürünün hassasiyetiyle gelişen yeni dini algının gözden kaçırılmasına yol açabilir. Bunlar “tören alanına” düzenli ve kurallara riayet eder şekilde sıralanır; işlevsel rolleriyle bizler için artık bulunamaz yöneticinin açıklayabileceği hareket ve ritmin parçası haline gelir. Bunlar belki Şaman’dır; belki onların hatıralarının eğretilemeleri olarak Tanrı-ya da Tanrısal varlıklar-, belki de “kurban edilen hayvan ya da insan bedenlerinin taşıyıcısı-kozmik bir ağaç, arketipsel bir haç figürüdür. Tüm bunlar arasında pek fark yoktur; zira eninde sonunda tümü, “ölen ve yeniden” doğan Tanrı mitleriyle ilişkili bir yön taşır. Tıpkı bitkiler gibi yeniden dirilecek, verimliliği yöneten kutsal coğrafyaya adanmış sunuların avcı topluluklara özgü, özgür ve kuralsızlık ritmi yitirilmiştir. Her bir figür yönetici rahip-ler-in kontrolündedir.
Neolitik toplumun bitkiler, kozmos, evren ve gök cisimleri gibi çok daha geniş perspektife yayılan dini algısının, hayvanlar ve sınırlı doğa güçleriyle açıklanan dini hassasiyete özgü güç odaklarına tapınç göstermesi beklenemezdi… 
Göstermedi de. Şaman hayvanı-en azından insanın hayvana dönüşümünün olanaklarını-simgelemekteydi çünkü… Ancak yeni din “insanı” merkeze alıyor ve ona büyük roller veriyordu. Çok daha önemlisi doğa ile uyumlu yaşayan, kan dökme ediminde pişmanlık duyan ve acı çeken Şaman’ın tiyatral sahnelerinin komikliği ve işe yaramazlığından dem vurdu. Yeni dünya, doğanın ve evrenin merkezinde insanın bulunduğu ve dünyanın tüm nimetlerinin insana hediye edildiğini söyleyen kitabi dinlere doğru yol almıştı. 
Göbeklitepe’nin önemi de buradadır; bu kült mekan yalnızca bu yaşam görüşünün değil, bireyin “sosyal organizasyon” karşısındaki Şamanca güç iddiasının yerle bir edildiği tarihsel ilk örnektir. Dolayısıyla, bireysel karşı koyuşun arketipsel temellerine düşmanca bakışı tertipleyen ve heretizmin doğuşunu simgeleyen ilk örnektir…
Yeni bir yaşam biçimi doğmuştur artık… Yerleşik hayatın sunduğu olanaklardan büyük medeniyetlere giden yol, insanın yüzbinlerce yıldır sürdürdüğü göçerlik olgusunu, yaygın olarak sonlandırdığını gösterir.  Göbeklitepe, yeni bir yaşam sisteminin ve dini algının sembollerinden biridir…