Duyuru: Göktuğ Halis "Medeniyetler Beşiği Mezopotamya Sempozyumu"na katılıyor

0 yorum


Duyuru: Yazar Göktuğ Halis, Türk Dünyası Vakfı tarafından 08.12.2017 tarihinde Şanlıurfa’da düzenlenecek “MEDENİYETLER BEŞİĞİ MEZOPOTAMYA SEMPOZYUMU”nun saat 16:00’da gerçekleştirilecek 2. günkü oturumuna konuk konuşmacı olarak katılacaktır.

Hıristiyanlık ve İslamiyette Merkezi Kutsal Sorunu ve Yozlaşma Dinamiği

1 yorum
Göktuğ Halis

Hıristiyanlığın "merkezi kutsalı" İsa ve sözleriydi. Onun söylediklerinin günümüze dek nasıl kaldığı ise tartışmalı. 

Tümü Yunanca yazılmış resmi İncillerinden sadece birinin yazarı, Yuhanna, doğrudan İsa’nın yaşadığının tanığıydı ve kitabını İ.S. 65-90 gibi geç bir tarihte, Efes’te kaleme almıştı. Diğer kitaplardan en erken tarihlisi, İ.S. 60’lı yıllara tarihlenen Markos ise 12 havariden birisi değildi ve yine İsa’yı hiç görmeden “ani bir esinle onun yoluna giren” Paulus’un yardımcısıydı. Bununla birlikte Markos’un anlatısı, İsa’yı bizzat tanıyan bir havarinin, Petrus’un anlatılarına dayanıyor olmalıdır.  Diğer taraftan Matta ve Luka İncil'lerinin temel kaynağının Markos İncili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunuyor. Yine Luka İncil’inin yazarının da Paulus ile yakın arkadaşlık ilişkisi vardı ve hepsinden önemlisi, Yahudi bile değildi.  Son olarak Filistinli bir Hıristiyan olan Matta’nın yazıları, yine İ.S. 70 gibi, göreli olarak geç bir dönemin ürünüydü.

İnanışa göre Kutsal Ruh'un izleyici olarak hazır bulunduğu bir konsilde çok sayıda İncil - Müjde yazını arasında gerçeğe uygun bulunanlar bunlardı. Diğerleri elendi. Günümüzde egemen görüş, gündemdeki çok sayıda İncil'in sayısının dörde indirilmesi kararında, havarilerin ve ilk Hıristiyanların kabullerinin etkin olduğunu iddia ediyor. Hıristiyan akademisyen ve ilahiyatçı Prof. T. Michel, "diğer İncillerin" belki de İsa hakkında, Kanonik İncillerde olmayan bilgiler içermiş olsa dahi, kabul görmeyişinin nedenini, benzer bir gerekçeyle açıklıyor. Bu mantıklıdır, zira İsa'nın ölümünün ardından Havariler, İsa'nın dirilişine tanık olmuş ve bunu müjdelemiş, onun sözlerini sıklıkla tekrarlamış, son akşam yemeği gibi ritüelleri sürekli canlandırmıştı. Bu ise, Kur'an-ı Kerim'in yazıya geçirilişine benzer bir kutsallık iddiasının geçerli olduğunu gösteriyor.  Başlangıçta, söz ile aktarılan İsa'nın yaşamı, sözleri ve mesajı aradan geçen zamanla, tahrifata uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Böylesi bir durumda ise, ilk mü'minlerin uygulamalarının göz önünde bulundurulduğu bir "deneyim" büyük önem kazandı. 

Umberto Eco'nun dediği gibi orijinal belgenin olmadığı hallerde, ilk kopya orijinal sayılır...

Hıristiyanlığın yozlaşması ise merkezdeki kutsalın değişiminden kaynaklandı. Tüm Ortaçağ boyunca İsa'nın sözlerinin aksine zenginlik ve  ihtişamlı babaların yönettiği "Kilise" İsa'nın sözlerinin yerini almıştı. Dinin kurucusunun sözlerini uygulayanlar ise sapkın-heretik ilan edildi. Çok sayıda Hıristiyan yorumcusu, yalnızca Havariler gibi yaşamak istediği, tüm mal ve mülklerini sattıkları, İsa'dan aldıkları yetki ile vaat verdiği, günah çıkardığı ve Tanrı dışındaki hiç bir otoriteye boyun eğmediği için yargılandı.  

Merkezdeki yeni kutsal Kilise ile orijinal "kutsal" İsa arasındaki mesafe bu dönemde açıldı. Bizzat yoksulluk vaazında  kişilerin yargılanma ve suçlu bulunma metinleriyle doludur engizisyon tarihi. Yalnızca yoksulluk değil, İsa'nın barış öğüdü de çiğnendi bu dönemde. Bizzat Papa'lar Haçlı Seferleri ile doruk noktasına ulaşan bir savaşçı kültünü destekledi. Tanrı adına savaşanlara, üzerlerinde "haç" işareti bulunan kıyafetler giydirildi. Ölmeleri halinde bu işaret onlara cennet vaat ediyordu. Bu ordulardan bazıları, yalnızca Müslümanları ve Yahudileri değil, kendilerini İsa Mesih'in gerçek takipçileri olarak tanımlayan Hıristiyanları katletmekte kullanıldı.

İslamiyetin merkezi kutsalı ise Kur'andı. İnanç Tanrı'nın sözlerinin bir vahiy meleği-Cebrail aracılığıyla elçi Muhammed'e aktarıldığı kabulü üzerinde yükseldi. Peygamber, Cebrail'i ilk gördüğünde orta yaşlardaydı. Buhari ilk karşılaşmayı şu şekilde anlatıyor: 

"Melek beni tuttu, takatim kesilinceye kadar sıktı, sonra bırakıp “Oku!” dedi. “Ben okumak bilmem” dedim, İkinci kez beni tuttu, takatim kesilinceye kadar sıktı, bıraktı, yine “Oku” dedi. “Ben okumak bilmem” dedim. Yine beni tuttu, üçüncü defa sıktı, bıraktı ve “Yaratan Rab’bin adıyla oku, O insanı kan pıhtısından yarattı (…)”

İslam inancına göre Kur'an bu kutsal aracı ile Peygamber'e vahyedilmişti. Vahiy, fısıldamak, gizli konuşmak anlamına geliyor. Cebrail'in geldiği anları başka kimse fark etmezdi. Bazı zamanlarda arı kovanına benzer sesler duyan olmuştu. Ancak bunar belli belirsiz şeylerdi. Peygamber açıkça sessizleşir, beşeri duygularından geçer ve neredeyse kendini bilmez bir hale gelirdi. Çünkü meleğin sözlerini dinlerdi ve bu sözler onun hafızasına asla unutmasına olanak tanımayacak şekilde yerleşirdi. 

Vahiy alma süreci sancılıydı ve eninde sonunda bir insan olan Peygamber Muhammed için çok zordu. O melekle temas halindeyken büyük sarsıntılar yaşadı, yüzü sarardı ve soğuk kış günleri de dahi yüzünde ter taneleri belirirdi. Bir keresinde Cebrail, Peygamber devenin sırtındayken gelmişti. Deve bu ağırlığı kaldıramadı ve arka ayakları üzerinde çöküverdi. 

İslamiyetin yozlaşması da tıpkı Hıristiyanlık gibi "merkezi kutsalın" değişiminden kaynaklandı. Hıristiyanlığın aksine, bir ruhban sınıfına sahip olmamakla övünen Kur'an yorumcuları aracılığıyla, Kur'an, merkezi rolünü "ritüel"e bıraktı. İyi Müslüman olmanın ölçüsü "namaz", oruç ve haccın mutlaklaştığı hareket ve tutumlar silsilesine indirgendi. Anlam unutuldu, sosyal hareket ve ortaklaşa uygulamalar tekrar edildi durdu. Kur'anın asal mesajları, zayıfın ve düşkünün korunması, mütevazi ve ihtiyaçlara yeter ölçüde varlık edinerek yaşam, paylaşım ve kulu her yerde gören Allah'ın öz benlikle özdeşleşmiş kapsayıcı bakışı hiçe indirgendi. Allah yolunda savaşma ve "seninle savaşanla savaş" emri pek az umursandı. 

Çok daha önemlisi, tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi, orijinal öğretiyi savunanlar yahut İslam'ı otoritelerden farklı şekilde yorumlayan nicelerine yönelik katliam tarihi oluştu. İslam adına iktidarı kullananlar diğerlerini sapkın olarak ilan etti. Hallac-ı Mansur'dan Nesimi'ye dek uzanan tartışmalı bir geçmiştir bu... 

Ve yine Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslamiyet'te de batıni kolların temel karakteristiği Allah ve Kur'an dışında dünyevi bir otoriteye boyun eğmeme eğilimiydi. Nesimi'nin "Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken/Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem" dediği de buydu. Sonrası malum, boynu vuruldu, derisi yüzüldü. Halep'te 7 günlük teşhirinin ardından parçalara ayrılan cesedi kendisine inananlara gönderildi.

Hıristiyan ülkeler Kilise'nin baskısından insan aklını öne çıkararak kurtuldu. Gelişen yüzyıllarda Kilise, seküler dünyadaki otoritesini ve bilim üzerindeki hakimiyetini yitirdi. Pozitif akıl ekseninde örgütlenen yeni dünyanın kurumları Kilise'ye naçizane bir pay biçti ve hatta dünyanın geri kalanıyla kurduğu sömürgeci ilişkide onu kullandı. Şayet varsa, orijinal İsa imgesi ve Hıristiyanlığın merkezi kutsalı, iki ezeli düşmanı "akıl" ve "ortodoksi" tarafından ezildi

İsa artık, ulaşılamayacak uzaktır.

Müslüman toplumları ise merkezi kutsalın ışığını çoktan yitirdi. Helikopterle gerçekleşen hac ziyaretinden, hayvan kanı akıtmak olarak anlaşılan kurban bayramlarına, içeriği anlaşılmayan kutsal seslerden ibaret namazdan, 12 saatlik açlığın ardından zengin iftar sofralarına uzanan oruç ritüeline dek çarpıklık, inananların temel karakteristiği oldu. Bizim ülkemizde de gelen her yeni gün, yolsuzluk ve rüşvet, kadın cinayetleri, hayvanlara kötü muamele, doğa talanı, çocuk tecavüzleri para ve servetin giderek güçlenen merkezi rolü  ile dindarlık arasındaki bağın güçlendiği algısını bu nedenle besledi. Çok daha önemlisi, yoksulun yoksul, zenginin zengin olarak kalmasına olanak tanıyan sosyal dinamiklerin sağlamlaştırılmasıydı.

Dinlerdeki yozlaşma tarihin her döneminde bir karşı koyuşu beraberinde getirmiştir. İktidarın bu kalkışmaları "sapkınlık" olarak nitelediğini biliyoruz. Türkiye'de de bu tip çıkışlara tanıklık ediyoruz. Ortaçağ'dan çıkış sürecinde Hıristiyanlarda olduğu gibi Türkiye'nin dindarların elinde yozlaşmaya başladığını gören "modernist" ilahiyatçılar da "sapkınlık" suçlamalarına karşın mücadele etmeyi sürdürüyor. 

Bu çabaların ortodoksi üzerinde rahatsızlık yarattığını görebiliyoruz. Çünkü modernist ilahiyatçılar her şeyden önce açıkça politik alandaki rakiplerdir. Bunlardan bazıları Kur'an-ı Kerim'i aklın ve bilimin ışığında yeniden okumaya davet ederken, kimileri tarihsel gelişimi içinde sosyal eşitlik vaat eden kuramlarla paralellikler sunmaya çalışmakta.

Söz konusu itirazlar ülkemizin daha iyi bir yer haline gelmesinde fayda sağlar mı bilinmez. Ancak kesin olan "din ile akıl" arasında uzlaşma çabalarının dinin bütünüyle işlevsiz hale gelmesi ve orijinal değerini bütünüyle yitirmesiyle sonuçlanmasıdır. Zira ilkel dünyadan modern tek tanrılı dinlere kadar tüm inanç sistemleri, mistik-aşkın semboller, coşkunluk veren bilinç dışı zenginlik, aklı aşan bir alanla ilişkilidir ve bunlardan soyutlanmış mesajlar, yalnızca toplumu düzenleyen, aklı merkeze alan önerileriyle Peygamberler açıkça özelliksizdir.  

"Dinlerin sosyal bir adalet" ve "eşitlik" vurgusu vardır elbette, ancak "Kur'an’ın" merkezdeki rolünü yitirmesine paralel biçimde bunlar gücünü zaten bütünüyle yitirmiş durumdadır. 

Kur'an ve kutsal mesajları artık, ulaşılamayacak kadar uzaktır. 



Aydınlanmadan Bağnazlığa: Orhan Gökdemir’e Açık Mektup..!

0 yorum
Mustafa Çölkesen

Dünyanın hali gereği, koca bir ülkede yaşasanız bile, sosyalistler bir bakıma aynı mahallenin çocukları gibidir, tıpkı onlar gibi, geçtiğiniz sokakları, mekanları değiştirseniz bile, günün birinde bir anda yüzyüze gelmekten kaçamazsınız.. O halde, pek istekli olmasanız bile, “akacak kan damarda durmaz” misali, bir hesaplaşma da kaçınılmazdır.

Daha önce hakkında bir veda yazısı yazdığımız eski yazarımız Orhan Gökdemir, yakınlarda, Gezi döneminden bu yana haklarında bilgi sahibi olduğumuz sıra dışı bir hareket olan Anti-Kapitalist Müslümanlar hakkında “kibirli bir eleştiri” yazısı kaleme aldı, bütünü itibariyle yazı, anti-kapitalist müslümanların çıkış noktasını ve ilham kaynağı olan figürleri ayrıntılı bir şekilde tasvir ediyordu, buraya kadar bir itirazımız yok, hatta Gökdemir, makalesinde, anti-kapitalist islami hareketin ideolojik dayanaklarını, o satırları ilk kez okuyan bir sosyalistin şaşıracağı, hatta etkisinde kalabileceği kadar tarafsız yansıtmıştı:

Ali Şeriati’nin islam geleneği içindeki devrimci duruşunu tarif ederken Orhan Gökdemir şunları yazıyordu: “Arkasında bıraktığı inanca göre Muhammed yalnızca bir din değil, aynı zamanda sınıfsız ütopyaya doğru sürekli bir devrim yaşayan dinamik bir toplum kurmak için gönderilmişti. İmam Ali’nin ilk halifelere karşı çıkmasının nedeni, onların otoriteyi gasp etmelerinin yanı sıra, kodamanlarla uzlaşarak asıl davalarını satmalarıydı. Öyleyse aydınlara düşen görev devrimci İslam’ın temel niteliğini yeniden keşfetmek ve diriltmekti…” (1)

Buradaki objektif tasvirine karşılık, yazının hemen devamında, kapitalizmin bu anlayışı pazar ilişkileriyle silip süpürdüğünü ve değerli ilahiyatçı İhsan Eliaçık’ın, Ayetullah’ın Türkiye versiyonu, vekil Eren Erdem’in ise Ali Şeriati’nin bir tür enkarnesi olduğunu söyleyerek “sizin tuttuğunuz yol, yol değildir..” diyecek kadar şımarık bir hadsizlikten, karşılıksız bir kibirden kendini alamıyor yazar.

Peki Orhan Gökdemir o eleştirdiği kesimi hangi saflara davet ediyor ya da yazar sosyalist gelenek içinde hangi siyasi anlayışı temsil ediyor? İşte burası, bize göre, aslında yazarınen savunmasız olduğu” yer, ve zaten yazar, sosyalizm gibi bir “üst başlıkla” sözü  de yuvarlıyor orada..

Orhan Gökdemir, Anti-kapitalist Müslümanlara “sizin savunduğunuz değerler piyasa koşulları altında sonunda yozlaşmaya, şimdiki Emevi islam anlayışına mahkumdur” derken, bir süre önce şemsiyesi altına girdiği TKP’nin dünya çapında, fiilen, yozlaşarak yıkılmış bir despot rejimin, Stalinist Sovyet bürokrasisinin ideolojik enkarnesi olduğunu unutuyor, unutturmak istiyor. Kaldıki, eğer Gökdemir dünya tarihini objektif bir şekilde kavramış olabilseydi, haklarında eleştiri yazısı yazdığı Anti-Kapitalist Müslümanlara varıncaya dek, şimdi şahit olduğumuz her türden siyasi islam dalgasının bir zamanlar sosyalizm etiketi taşımış, ama hızla kendi ideolojisine ihanet etmiş bir ucube rejim olan Sovyet bürokrasisinin çökmesinden kaynaklanan ideolojik, manevi boşlukta yeşerdiğini de akledebilirdi...

Peki asıl olarak bu çağrı kimedir? Lenin’den hemen sonra onun en yakın mücadele arkadaşlarını, SBKP’nin Merkez Komitesi’nin yarısından fazlasını kurbanlıklar gibi boğazlayan ya da Sibirya’da ölüm sürgününe yollayan, köylülerin elinden silah zoruyla zulmederek toprak alan, “burjuva ve proleter dogmasıyla” halkın en temel hak ve özgürlüklerini, bilimi, felsefeyi, sanatı, sol muhalefeti kısıtlayan, ülkenin tüm yaratıcı enerjisini bir yasaklar, devlet fetişizmi ve istihbarat takipleriyle boğan, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş bir bürokratik komuta ekonomisi ve ayrıcalıklı sınıfların (Nomenklatura) gözetiminde dev bir karaborsa piyasasının eşlik ettiği korkunç bir kıtlık dünyası oluşturan, 3. Enternasyoneli kapatıp, “tek ülkede sosyalizm” doktriniyle kendi ideolojik memuru haline getirdiği ülkeleri topla, tankla, işgalle hükmetmeye çalışan  o milliyetçi, asker üniformalı diktatörlüğe mi?

Orhan Gökdemir, kendince çıkmaz sokak olarak nitelendirdiği Anti-Kapitalist Müslümanları, tüm insanlığın başka bir dünya özlemini yıkmış olan, ideolojik taraftarı olduğu işte bu Stalinist diktatörlüğe çağırmaktadır.

Hikayeyi birde 20. yüzyılın tarihi konusunda bir başyapıt, eşsiz bir eser kaleme almış ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’ın kendi sözlerinden dinleyelim:

“..SSCB’nin bu dönemi ardından gelen Demir Çağı’na hükmeden Stalin, denebilir ki benzersiz, vahşi, acımasız ve hiçbir şeyden çekinmeyen, olağanüstü bir otokrattı. Pek az adam bu kadar yaygın bir terörü tek başına yönlendirmiştir..” (2).

“..Bu noktada sistem, Stalin’in yönetimi altında bir otokrasi, yurttaşlarının hayat ve düşüncelerinin bütün yönleri üzerinde tam bir denetim kurmaya çalışan, onların bütün varlıklarını, yüksek otorite tarafından tanımlanan ve belirlenen hedeflere mümkün olduğu kadar tabi kılan bir sistem haline geldi. Marx ve Engels’in tasarladıkları kesinlikle bu değildi..” (3).

Özetle, yanlış yerde duranın ötekileri “yanlış yerde duruyorsunuz buraya gelin..” diyerek başka bir Muaviye, monarşi rejimine çağırdığı bir saçmalıktır bu (4), (5).

Kaldı ki, Gezi’den beri tüm muhalif girişimlerin içinde yer almış, islami kesimden de olsa ideolojik hatlarını, sosyalizmin dinsel bir ifadesi olan “Mülk Allah’ındır” diyerek,  iktidar, servet ve kapitalizm eleştirisi üzerine kurmuş, dinsel reformcu bir tevhid anlayışına bu bağnaz önyargının gerekçesi nedir?

Bilim yaşlanmayı insan vücudunda zihinsel ve biyolojik süreçlerin tersine çalışması olarak kabul eder, yaşlanmayla birlikte özgür zihinden daha dogmatik bir dünya algısına geçiş tipiktir, Orhan Gökdemir, siyasi bağnazlık yerine, aydın zihinlerin büyük fazileti olan “eleştiri silahını” önce kendisine ve hicret ettiği, bir despotun Türkiye’deki ideolojik enkarnesi TKP çevresine çevirmelidir, yoksa daha öncede söylediğimiz gibi (6), akıbeti, bir siyasi iflas olan hocası Yalçın Küçük ya da yıkıntılarından şimdiki dinci, mezhepçi, ırkçı gericiliğin hortladığı çökmüş Sovyet rejimi gibidir..

03.09.2017


Notlar:


(2) Eric Hobsbawm, Kısa 20.Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı, Sarmal Yayınevi, 1996, sayfa 439.

(3) Eric Hobsbawm, Kısa 20.Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı, Sarmal Yayınevi, 1996, sayfa 446.

(4) Sözcükler insanı sınırlar, daha geniş anlamları gizler ve siyaset, iktidar hırsı adına bazı gerçeklerin perdelenmesidir, Stalin’in bir gerici otokrat olduğunu Orhan Gökdemir’in bizzat kendisinden duymuştuk, ama siyasi sorumlulukları gereği (!) bu konudan ulu orta bahsetmeyecektir.

(5) Rusya’da Stalinist diktatörlük konusunda çok geniş bir kaynakça var, dileyen şu ayrıntılı online kaynağa da bakabilir: http://www.gunzileli.com/2009/12/25/bitmeyen-tarih-ersen-olgac/

(6) Dikine’den ayrılmasını müteakip Gökdemir için şu yazıyı kaleme almıştık: http://dikine.blogspot.ca/2017/07/orhan-gokdemir-icin.html




          

Duyuru: Domain adresimiz

0 yorum

Bu duyuruyu müteakiben sitemize erişim için sadece www.dikine.net adresini kullanmanızı rica ederiz.

Maskelenmiş köprü : Ölüm ve Din

0 yorum

Mustafa Çölkesen

“..Korku tüm tanrıların anasıdır..” Titus Lucretius Carus, M.Ö 70

“…Aslında uydurma olan hiçbir din yoktur, tüm dinler kendilerine göre doğrudurlar, hepsi, kendine has biçimlerde, insan varlığının verili koşullarını yerine getirirler..”
Emile Durkheim  (1)


İnsanı anlamadan ve tarif etmeden onun din, ideoloji, imge ve sembollerini yorumlamamız mümkün değil, din ve inançlar geleneği eğer insanın ezelden beri gelen tamamlayıcı bir parçasıysa kökenleri nedir, nasıl hasıl olmuştur?

İnsan, öncelikle fizyolojik bir varlık olarak, bir bilinmeyenler ve tehditler, riskler ve fırsatlar dünyasına doğmaktadır, geçici sığınağı anne kucağında temel fizyolojik gereksinimlerini karşıladıktan sonra benliğini keşfetme aşaması ve ilerde sorunlarla kendi başına başa çıkmak anlamına gelecek bireysel bağımsızlık evresinde ise, topluma uyum zorunluluğu olan “eğitim evresi” eşlik edecektir ona, demekki toplum, bireysel bağımsızlığının önündeki ilk ve en önemli engeldir birey için.. Eğer bir cangılda doğanın tüm vaat ve tehditleri ile başbaşa kalmayı değil de, nispi güvenlik sağlayan toplum içinde yaşamaya karar vermişse, kendisine haz veren tüm edimleri, dürtülerini belirli sınırlarda karşılayabilecek şekilde, tüm yaşamı boyunca uyulması gereken ayrıntılı bir kurallar bütününe uyması gerekecektir. Bu sadece uygarlıklar için değil, günümüzde çok az kalmış yaban topluluklar için de geçerlidir.. Topluma eşsiz kişiliği ve yaratıcı potansiyeli ile güç taşıyabilecek birey, daha ona dahil olduğu anda onun gücüyle sınırlanmakta, fethedilmektedir.. (2)

Karnını doyurma, barınma, giyinme, cinsellik, uyku, bedensel sağlığını koruma, hayatta kalma gibi ana fizyolojik gereksinimler karşılandığında toplum içinde bir denge algısı oluşur evrensel bireyde, bu istikrarlı bir varlık duygusudur, ancak karmaşık hayatın akışı içinde belalar, beklenmedik ve istenmeyen durumlar, hastalık, afet, savaş ve ölüm riski her zaman olasıdır ve sezinsel olarak bu riskleri hissetmekte ve bu riskler tüm o tatmin duygusunun “geçici bir denge” olduğu hissiyatını yaratmaktadır, bir afet, savaş ya da krizde aç veya susuz kalabilir, kıtlıkta beslenme kaynakları tükenebilir, bir hastalık ya da kaza,  yaşam koşullarını işlevsiz kılabilir ya da ölümle sonuçlanabilir..

Ancak insanın ezelden beri, en ilkel topluklardan neolitiğe oradan uygarlığa varana değin, en büyük korkusu ölümdür, yüzbinlerce yıldır insan ırkı olarak, sel, tufan, afet, iklimsel değişiklikler, vahşi hayvan saldırıları, salgın hastalıklar gibi doğanın meydan okumalarına ve yıllarca süren savaş ve katliamlara direnebilmiş ve aklın güdümündeki icatlarıyla mucizevi uygarlık kuruluşlarını gerçekleştirebilmiş insanlık, ilkel topluluklardan uygar insana ölüm karşısında hep yıkılmıştır. Henüz yaban topluluklarda ölüm, sadece toplumdaki bir bireyin kaybı değil, o toplumun tüm bireylerinde yarattığı acı, hüzün ve acizlik duygusuyla toplumun birlik temellerini de sarsan bir felakettir..

Ancak toplum, sahip olduğu Akıl sayesinde fizyolojik olarak çözüm bulamadığı ölüme bir savunma mekanizması olarak içgüdüsel ve ivedi bir çözüm geliştirmek zorundadır, yoksa her ölümde yaşanan hayatın geçiciliği ve anlamsızlığı duygusu, o güne değin töre, inanç, ahlak ve yasaklar sistemiyle örgütlediği bireylerde bir dağılma ve tedrici itaatsizliğe yol açabilecek, toplum ilerde giderek bir kaos ortamına dönüşebilecektir.. O halde ölüm, o toplumun ileri gelenleri tarafından manevi olarak dıştalanmalı ve yadsınmalıdır, ölen sadece bedensel olarak ölmekte ve insanın görünmez yanı olan ruhu aslında başka alemlerde yaşamaktadır, işte burası, dinin, insan toplumları varolduğundan beri, onun almış olduğu toplum biçiminden bağımsız olarak varolduğu, insana ölümü yadsıtarak bir toplum ve tarih tesellisi sunduğu yerdir.. (3)

Herşey “insanın ağız tadını bozan” ölüm (4) karşısında ruhçuluk, animizm ile başladı, yabanıllarda ölen ataların ruhu bir tapınç nesnesi haline getirildi (5); şamanlar hastalıklara çare bulmak, kayıp ruhları aramak için yeraltı dünyasına seyahat ettiler, yabanıllar topluluklarına kabul edeceği bireyleri sembolik olarak öldürüp yeniden doğmalarını (6) sağlamak için çeşitli kült ayinleri düzenlediler, neolitik topluluklar kıtlık, afet, hastalık ve ölümden korunmak için tanrılara sunular, kurbanlar sundular, dünyanın bin bir yanında ilahi düzenin kaosa dönmemesi için rahip krallar yaşlandığında öldürüldü ve genç ve yeni krallar tahta çıkarıldı (7), Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı antik Ortadoğu topluluklarının kutsal metni haline geldi, Tevrat’ta ve Gnostik tarikatlarda (8) yaratılmış Adem’e  ruh üflendi, Hindularda ruh enkarne oldu, Mısır’da ölen Osiris, her firavunun öldüğünde onunla özdeşleşeceği yeraltı tanrısı haline getirildi (9), ölüm karşısında ruhçuluk öğretisi Mısır'dan Tibet'e varıncaya değin devasa bir "Ölüler Kitabı" külliyatı haline geldi, Sümer’de ölen ve her yıl baharda bitkilerle birlikte yeniden doğan Dumuzi (Tammuz), tanrıça karısının kıskançlığıyla ölüler dünyasını ziyaret etti (10), İsa öldü ve yeniden dirildi ve azizler, Paulus ve peygamber Muhammed göğe yükseldi, ölümle sonunda toprağa dönecek insan çeşitli dinlerde zaten topraktan yaratılmıştı.. 

Geçtiğimiz binlerce yılda bin bir yaratıcı biçim alarak, Joseph Campbell’in deyişiyle “binbir maske takarak” ölüm karşısında insanın yegane savunma mekanizması işte bu manevi tasarımları üretti..

“..kendilerine yakarılan ve kurbanlar sunulan doğaüstü varlıkların yanısıra toplumda bir de kutsallığın uzmanları vardır..”  diyor ünlü dinler tarihçisi Mircea Eliade “.. ruhları görebilen, göğe çıkıp tanrılarla konuşabilen, yeraltına inebilen, şeytanları ve hastalıkları yenebilen kişiler. Şamanın toplumun psişik bütünlüğünü savunma işindeki temel rolü işte bu noktada belirir: İçlerinden birinin kendilerine yardım etme yeteneğinde olduğundan emindirler. Toplumun üyelerinden birinin ötekilerden saklı ve görünmez şeyleri görebildiğini ve doğaüstü dünyalardan dolaysız ve kesin bilgiler getirdiğini bilmek herkes için rahatlatıcı ve avutucudur..” (Mircea Eliade, Şamanizm, İmge Yayınları, sayfa 554).

Ve bir kez ruhçuluk tasarımı yaratıldığında, insanın yaratıcı imgeler dünyasında hayaletler, kötü ruhlar, melekler, şeytan ve ifritler, kahramanlar ve kurtarıcılar, öte dünyadan haber veren fal, kehanet, büyü gibi araçlar da belirdi, bunların hepsi insanın derin “yaşama içgüdüsü” ile henüz üstesinden gelemediği o kara ölüme karşı bir savaştı..

İnsanlık tarihi bize, çok açık bir şekilde, insanlığın önce kutsallaştırmadan akledemeyeceğini (11) göstermiştir:  bir bebek için baba bir kahraman, anne bir peridir ve yaşam bir masal gibi gözükmektedir, bilimin muazzam ilerlemesinin temelinde gizemcilik, simya ve çeşitli sayı gizemciliğinin olması, ilksel büyü ve otacılıktan hekimliğin, kadim falcılıktan, rahiplerin gezegen ve yıldız gözlemlerinden modern astrolojinin doğması bunun kanıtlarıdır..

Her ne kadar ölüm, dinsel avuntularla toplum için giderilmiş gibi de gözükse, bastırılmış bir tedirginlik olarak insanın şuuraltında yaşamaya devam eder (12), şuuraltı ise dünyanın olağan prensiplerine uymayan özerk bir karanlık alem düzeneğidir, Freud bastırılmış korkuların nevrozlar halinde zıttına atlayabileceğini ve buna saldırganlığın nedeni olan ölüm içgüdüsünün de dahil olduğunu (13) iddia eder.

Dinler, birey ve toplumu derin umutsuzluğa sevkeden yıkıcı ölüme el koyarak onu kutsal alana öteledi, ancak biz teselliyi ölümde değil (14), bizzat “yaşamda” arayan ve onu akıl, vicdan, eşitlik ve adalet ülküsüyle yaşanılır ve değerli kılmak isteyenlerdeniz...

20.08.2017


Notlar:

1) Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Ataç Yayınları, 2005, sayfa 19 (İngilizce baskıdan karşılaştırmayla çeviriyi biraz değiştirdim).
 
2) “.. dinsel öğreti ve törenlerin ana amaçlarından biri, dolayısıyla benlik duygusunun olabildiği kadar bastırılması ve katılım duygusunun geliştirilmesidir.. “.. ve son olarak bütün mistik çabalarda esas hedef,  benlik damlasının Bütün’ün okyanusunda erimesidir..” Joseph Campell, İlkel Mitoloji, İmge Yayınları, 1992, sayfa 89.
3) İlkel topluluklarla 2 yıl birlikte yaşayarak onları yakından gözlemlemiş olan Malinowski bu hususu ünlü eseri “Büyü, Bilim ve Din’de” (Kabalcı Yayınevi, 2000) ayrıntısıyla ele almıştır. “İlkellerin İnanç ve Tapımında Yaşam, Ölüm ve Yazgı” bölümüne bakınız.

4) Mircea Eliade, neolitik öncesi en eski mezar buluntularının (Moustier çağı M.Ö. 70.000 – 50.000) simgesel anlamlarını çözümlerken şunları ifade eder: “en eski çağlardan bu yana ölüm sonrası hayata inanç, kırmızı toprak boya kullanımıyla kanıtlanmış gibidir; bu boya ritüel anlamda kanı ikame eder, yani hayatın simgesidir. Cesetlerin üzerine kırmızı boya serpiştirmek bütün yerkürede zaman ve mekan içinde yaygın bir adettir..” ve devamında, bulunan mezar yönlerinin güneşin doğduğu yöne paralel, yani Doğu’ya bakıyor olmasının da bir yeniden hayat umudunu temsil ettiğini belirtir. Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1, Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 23 ve 25.

5) Yabanıl hayata, vahşi doğadaki riskler ve kaza, hastalık v.b istenmeyen durumlar nedeniyle hep bir tedirginlik ve “korkunun” eşlik ettiği birçok antropoloğun ortak kanısıdır, yabanıl, ölümün doğal nedenlerden değil, büyüden kaynaklandığı inancındadır:  “..ölülerin ruhları, tehlikeli ruhlar olarak görülür, bunlar, öteki dünyaya gönderilmelerine gücenirler ve şimdi kötü durumlarının intikamını almak için yaşayanların peşine düşmektedirler..”, ve yatıştırılmaları gerekir. Joseph Campell, İlkel Mitoloji, İmge Yayınları, 1992, sayfa 131. Ayrıca bakınız: Sigmund Freud, Dinin Kökenleri, Payel Yayınları, 2002, sayfa 110. Campbell, Afrika’daki neolitik topluluklarda, ruhun asıl yaşadığı yer olduğuna inanılan kafatası kültünü Leo Frobenius’dan aktarır: sayfa 132. Tarımla birlikte, bitkilerin ölüm ve yaşam çevrimi, “bereket tapımı” ve “ölüler tapımını” birbirine yakınlaştırır: (Anadolu’da) “…kafatası tapımı Hacılar’da (M.Ö 7.000) yaygın bir biçimde doğrulanmaktadır. Çatalhöyük’te iskeletler ev tabanlarının altına, cenaze armağanlarıyla birlikte gömülmüştü..” Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1, Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 63.

6) Sir James Frazer, dinin totemcilik aşamasında olan ilkel toplumlarda erginlenme ayinlerinin toteme aktarmak üzere gencin ruhunun çıkarılması olduğunu savunur: “..öyleyse bu ayinlerin rolü, insan veya totemi arasında yaşam ve ruhların takas edilmesidir.. “.. genç insan olarak ölür ve yaşama hayvan olarak döner, hayvanın ruhu artık bedenindedir ve onun ruhu ise hayvanın [totemin] bedenindedir…”  James George Frazer, İnsan, Tanrı, Ölümsüzlük, Altınbilek Yayınları, 2014, sayfa 492.

7) Antropolog Frazer’in ünlü eseri “Altın Dal” bu tema ile başlar ve eserinin sonraki sayfaları buna tarihten çokça örnek verir, Sir James Frazer, Altın Dal, Payel Yayınevi, 1990.

8) Gnostik Nag Hammadi metinlerinde Demiurge veya kötücül güçler tarafından yaratıldıktan sonra Adem’in cansız bedeni günlerce ortada kalır, sonra Gizli tanrı Nur aleminden melek göndererek Adem’in bedenine hayat (ruh) üfler. Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Gnostik Mitoloji’de Düşük Motifi, 19 Mayıs İlahiyat Fakültesi Dergisi.

9) Plutark ünlü eseri “Isis ve Osiris” de, Osiris’in sadece Mısır değil, dünyaya medeniyet taşıyan insan biçimli bir tanrı olduğunu yazar, ancak Seth tarafından öldürülür ve cesedi parçalara ayrılır.. Plutark, Isis ve Osiris, Ruh ve Madde Yayınları, 2006; Frazer ise Altın Dal’da antik dönem boyunca Ortadoğu’da her yıl Osiris için yas düzenlendiğinden bahseder.

10) Ortadoğu’da çeşitli isimler (Adonis, Attis, Dionysos vs.) altında ve sıkça görülen ölen ve yeniden dirilen bir tanrı figürü olan Dumuzi ya da Tammuz, Sümer ve Babil aşk ve savaş tanrıçası İnanna’nın kocasıdır, İnanna’nın indiği ölüler dünyasından kurtulması için yer altında tutsak kalır, Samuel Noah Kramer ve Mircea Eliade miti yorumlarken benzer düşüncededir: “Mit Ereşkigal’in krallığını fethe, yani ölümü yok etmeye giden aşk ve bereket tanrıçasını uğradığı bozgunu anlatır..” Bakınız: Mircea Eliade Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1, Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 88, ayrıca bakınız: Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, İmge Yayınları, 2002, sayfa 26.

11) Tevrat’ın yasak bilgi ağacı ile sembolleştirdiği Akıl, doğa ve tarihin şiddetli meydan okumalarıyla sıçramalı bir gelişim izlemiş olmalı, burada önemli olan, önceden icatlar süreciyle doğaya yansıtılmış olan Aklın artık bambaşka bir evrede bulunmasıdır: Bu, Aklın, gen kopyalama ve dahası tehlikeli “yapay zeka” süreci ile “kendini kopyalama (kendi suretini yaratma) evresi”dir, yakınlardaki bir haberde sosyal medya için geliştirilen yapay zeka robotlarının kendi dilini konuşmaya başladıkları duyuruluyordu.!

12) Freud, “Bilinçdışımız dediğimiz şey – ruhsal yapımızın, içgüdüsel dürtülerden oluşan en derin katmanları- negatif hiçbir şeyi,  hiçbir yadsımayı tanımaz, orada karşıtlıklar çatışır..” diyor. Sigmund Freud, Uygarlık, Din ve Toplum,  Öteki Yayınları, Ankara 1995, syf. 84

13) “..Ya da Erich Fromm'un belirttiği gibi, kötülük "yaşamın kendi kendine karşı çıkması" ya da "ölü, çürüyen, yaşamayan ve bütünüyle mekanik şeylere duyulan hayranlıktır..”  Jeffry Burton  Russell, Şeytan, Kabalcı yayınları, 1999, sayfa 19

14) Biyologlar, daha geçtiğimiz yüzyılın başında bile, ölümün nedeni konusunda bir açıklayıcı kuram geliştirmişlerdi, 19. Yüzyıl Alman biyoloğu, ölümün, nüfusu seyreltmek ve insan ırkının genetik yıpranmasını engellemek amacıyla ortaya çıktığını savunmuş, ve çocuk yaşta doğal seçilim kuramını Darwin’den bağımsız olarak keşfettiği belirtilen İngiliz biyoloğu Alfred Russel Wallace’de aynı dönemlerde benzer bir görüşü savunmuştur. James George Frazer, İnsan, Tanrı, Ölümsüzlük, Altınbilek Yayınları, 2014, sayfa 484.




Kurban Kültü ve Arkaik Anlamları üzerine

0 yorum
Göktuğ Halis

Kendini Yahudi-Hıristiyan dizgesinin bir parçası olarak tanımlayan İslam geleneğinde Kurban, imanın temel koşullarından biri olarak kabul edildi.

Kurban ritüelinde İslam geleneği kendini modern tek tanrılı dinlerin kurucu-mitsel atası İbrahim’e dayanan bir söylence-mite dayandırdı. Bu öykünün kökenleri Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin-Yaratılış- bölümüne dek uzanmaktadır. Çokları için tanıdıktır:

Söz konusu anlatıda, yaşamının bu aşamasına dek  "samimi bir imanla" Rab'be bağlılığını ispat etmiş olan İbrahim’in sınamaya tabi tutulduğunu anlarız.  Rab, İbrahim'i sınamak ister; oğlu İshak "Moab diyarında kendisine kurban verilmelidir.

Gerçekten de İbrahim, Rab'bın emrini sorgulamadan yerine getirir. Yanında hizmetçileri ve oğlu İshak olduğu halde Moab'a yönelir. İsa'nın, ölümüne sebep olacak haçı sırtında taşıması gibi İshak da, kurbanın Tanrı'ya adanan kısımlarını yakma işine yarayan "odunlarını" sırtında taşımaktadır.

Mit, İbrahim’in oğlu İshak, Rab'be tam kurban verileceği sırada göksel bir müdahalenin yaşandığını aktarır. Gökyüzünden inen bir melek onu engeller. (1)  Allah yolunda kalan tek oğlunu kurbana hazır olan bir peygamberin içten imanı, ödüllendirilmeye layıktır.

Hıristiyanlık dışında, modern tek tanrılı dinlerin kurban kültünün dayandığı bu öyküde dikkate değer birkaç mesaj bulunuyor.

Bu mesajlara geçmeden önce genel bir ilkeye değinmeliyim: Zerdüşt'ün yaşam öyküsünde de göreceğimiz gibi (2),  bir kutsal törene karşı çıkış yalnızca uygulamaya ya da kareografiye karşı çıkış değildir. Bu kalkışma simgesel bir değer taşır ve çok daha geniş bir kabulün, o ritüeli zorunlu koyan "dinin" reddedildiğini gösterir. En azından bir reform yaşandığı gerçektir.

İbrahim örneğinde bu ilke şu anlama gelir: 

İshak'ın kurban edilişi öyküsü, yalnızca İbraniler için geçerli bir "ritüelin" çağları aşan yaygınlığının kökenini açıklama gayesi taşımaz. Aynı zamanda, özellikle “Çıkış” sonrasında karşı karşıya gelinen Kenan inanışının "çocuk kurbanına" dayanan geleneksel "kutsal törenlerine" karşı bir tavır niteliği taşır (3)

Bereket ve verimlilik amaçlı kurban ritüelinin, Kenan illerinde insan, özellikle çocuk kurbanına varan aşırılıklara vardığı bugün kesin olarak bilinmektedir. Özellikle neolitik topluluklarda, mevsimsel döngülerde ya da verimlilik kaygısının yoğun olduğu sembolik tekrarlarda gerçekleştirilen insan kurbanı uygulaması Avustralya’dan Amerika kıtasına dek uzanan yaygınlığa sahiptir. Neolitik dönem inancının bu belirgin niteliği, J. Campbell’in deyimiyle medeniyetin bir katliamla başladığını gösteren mitolojilerce de doğrulanmıştı (4)

Elbette bu inanç, öldürülen kişilerin Tanrı haline geleceği-ya da öldükten sonra dirileceği-yönündeki bir başka inanç biçimiyle katmanlaşmıştır. Bu İsa’nın ölümü ve dirilişiyle ilişkili çok daha kadim bir izleğin parçasıdır.

Diğer taraftan insan kurbanı göçebe topluluklar için işlevsizdir. Bu toplulukların etkin bir nüfus kontrolü uyguladıkları biliniyor. Bu mücadele ve savaşlar içerisinde yaşayan bir kavmin duyduğu insan ihtiyacı bağlamında da işlevsiz bir uygulamadır. Elbette İbrani öğretisinde Her şeyden önce "çocuk" kurbanı, Tanrı'nın "semereli olun" ve "çoğalın" gibi otantik emirlerine de aykırılık teşkil eder (5)

İnsan ve Tanrı’yı buluşturan ritüelin unutulan anlamı: Eşitlik

Kuşkusuz İshak’ın kurbanı mitosunda geçen iki kurban biçimi -insan ya da hayvan-ne olursa olsun, bizlere bir gerçeği daha hatırlatır. Dini inancın en ilkel biçimlerine dek kurban uygulamasının izlerini sürebiliyoruz ve nerede bu ritüele rastlasak insan ile Tanrı’nın buluştuğu bir anlam dağarcığına temas etmiş oluruz.

E. Durkheim tarafından insanoğlunun ilk dini olarak betimlenen bu dinin kökeni “totem” sözcüğünün  ilk kez 1791 yılında J. Long isimli bir İngiliz tarafından K. Amerika yerlilerinden öğrenildiğini aktarır Freud (6). Kural olarak yenebilen "zararsız ya da tehlikeli olabilen bir hayvan, ender olarak da bir doğa unsuru ya da bitki” olarak tanımlanabilir. 

Türün bütün üyelerinde (örneğin hayvansa, tek bir hayvanda değil) gizli bir güç olarak totem, klanı gözeten varlık, bir nevi atadır.

Yukarıdaki tanımda geçen yenilebilirlik hususu tartışmalıdır. Zira kimi topluluklarda totem etinin yenmesi kesinlikle yasaklanır.

Uzmanlar bu çelişki hususunda kesin bir netliğe ulaşamadı. Bu kabulün toplumdan topluma farklılık gösterdiği açıktır ve bir genelleme yapabilmek oldukça zordur. Türk-Moğol geleneğinde “ata-hayvan” kurbanının bulunmadığı görüşünde olan Roux, buna karşın, kül rengi öküz ve beyaz atın kurbanı ile ilgili bilgiler karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Ulaştığı sonuç ise tatmin edici olmaktan uzaktır: “Büyük  bir karışıklık buna yol açmış olabilir. Atlar ve öküzler, gök ve yere kurban edilir. Gök ve yer atalarla karıştırılmıştır. At ve öküzler ise atalar olduğu için ataların kurban edildiği sanılmıştır (7).

En doğru çözümlemenin şu şekilde yapılabileceği kanaatindeyim:

Totem, belli dönemler-özel günler-dışında eti yenmesi kesinlikle yasak olan-bir soy bağının ilk örneğini-ata’yı temsil etmektedir.

Yemek yiyen ve eti yenilen Tanrı sembolizmi

Totemin “yenilebilirliği” konusunda ilerledikçe tüm toplumun katıldığı kutsal ayinlerde, totem hayvanının yeme amacıyla kurban edildiğini saptamak mümkün hale gelir. Totem” dininin dinamikleri tüm toplumun katılmasının şart olduğu törenlerle söz konusu ilahın kurbanıyla ilgili varyasyonlar içerir. 

Freud’un da belirttiği gibi, totem hayvanının kanı, eti ve kemikleri çiğ olarak tüketilirken, klan üyeleri, kutsal hayvana benzer biçimde giyinir; onun gibi hareket eder. Toplumun hiçbir ferdi yeme eyleminden kaçamaz; bu törenlerin amacı, ikilidir. Hem, öldürülen hayvanın kutsallığını özümseme hem de öldürmenin sorumluluğunun reddedilişiyle ilintilidir bu durum. Yani tüm toplumun sevap ve günah ikiliğini ortaklaşa karşıladığı bir eylem olarak gözüküyor

Totem dininde kurban uygulamasına ilişkin analitik çözümlemenin bir boyutunda herhangi bir hayvanın yenebilirliği, yaşam özünün insana aktarılması anlamını içerdiğini de bu aşamada belirtmeliyiz. Uygulamada ilkel inancın, kendini bağladığı ve yaşam gücü sunduğu ilksel atanın gücünün bedene transferi gerçekleşmiş olur.

Herkesin eşit olduğu bir sosyal buluşma: Kutsal yemek kültü

Söz konusu tanım, bu haliyle “ilkel” avcıların hayvanı “baba”-soyun başlatıcısı- olarak görme eğilimi Freud’un ilk kurban olarak baba düşüncesini etkilemiş olabilir.

Bu “yemek kültürü ekseninde” insan türünün, kendi ilahıyla buluşma merasimi; onun gücünün özümsenmesi, arkadaşlığın paylaştırılması sürecidir.

Kurban yemeği sayesinde Tanrı, ona tapanların “sofra arkadaşı” olur. Roux’un aktardığı gibi  “Robertson Smith’den beri kurbanın Tanrı’nın eşlik ettiği bir yemek olduğu bilinmektedir…” Aynı kaynakta “Tanrı’ya sunulan yemek tanrıyla aynı anda yeniden Tanrının sofra arkadaşı oluruz…”  (8).

Totemizm bağlamında kurban, uzmanların da sıklıkla değerlendirdiği gibi eninde sonunda “Tanrı ile kulu”-“Ata ile onun soyundan geleni” yahut “doğanın güçlü ruhları-modern tek tanrılı dinlerde Melek inancına evrilecek güçleri-insan ile aynı sofrada buluşturan bir uygulama olarak tanımlanabilir.

Hiç kuşkusuz bu yemek-sofra-şölen gibi olguların dinler tarihindeki kutsal yeri ve bağlamıyla ilgili farklı bir konuya yönelik analizle desteklenmelidir. Ancak bu noktada şu önemli husus belirtmeliyim: Totem, açık biçimde bir topluluk temsilidir. Topluluğun, kurucu ata miti ve onun gücünün aktarımı, kelime anlamıyla tanrının katıldığı bir sofra edimi bir metafordur. Gerçek anlam ve sembollerde gizli güç, tüm topluluğun, “eşit ve hiyerarşisiz bir biçimde” aynı sofrada buluşmasını öngörmektedir.

Durkheim’in “Tanrı toplumdur” dediği, budur (9).

İsa’ya giden yol

Elbette Neolitik inanç biçimlerine giden yolda Şamanizm’in kurban uygulamalarına da tek cümle ile de olsa değinme zorunluluğumuz bulunuyor:

“Bir av töreni öncesinde, bir hastalığın tedavisinde (10), kayıp ruhun çağrılmasında ya da mevsimsel döngülerin eşiğinde, toprağın ürünlerinde verimlilik sağlamak isteyen topluluklarda kurban, doğanın güçlerini (11),  evrensel ya da lokal doğa ruhlarını insana yardımcı hale getirebilir.

Neolitik döneme özgü kurban ritüelinde anahtar kavramın “verimlilik” olduğunu belirterek ilerleyebiliriz. Yukarıda da kimi yerlerde değindiğim için şimdilik, verimliliğin sağlanması için topluluğun kurban ettiği genç insanların yeniden dirileceğine duyulan inancın asal bir yapı oluşturduğunu tekrarlamakla yetineceğim.

Yeniden dirilen Tanrı motifinin bizler için bilinen en yaygın örneği İsa’dır. Hıristiyan teolojisinde İsa’nın kendini kurban olarak sunduğunu ve tanımladığını biliyoruz. Elbette bu öyküde İsa, ilk günah temasıyla ilişkili bir karakter olarak biçimlenmektedir.

İsa, ilk günah için kendisini kurban seçerken, tüm insanlık adına küskün Baba’yla barışmanın anahtarını sağlamak üzere kendini feda edecek mitsel kahraman rolüne bürünür

Bir diğer deyişle İsa kendisini kurban olarak sunarken, artık babanın yerine geçmek arzusundan vazgeçildiğinin sözünü vermiş olur.

SONUÇ: Yitirilen anlam ve eşitlik ideali

Bu açıklamalar ışığında, modern tek tanrılı dinlerin kurban tanımının bu kurucu ilkeye yönelik ilksel tanımlardan bir kopuş ve geç dönem bozulmalarını içeren bir uzantı olduğunu söyleyebilecek noktadayız artık.

Mitsel anlatılardaki sembolizmin çözümlemesinden uzak yorumcuların, “Tanrı’nın bir sofrada oturup yemek yemesi ya da yaratıcının etinin yenmesi gibi olguları “sapkın-heretik” ya da “pagan” öğeler olarak nitelediğini biliyoruz. Elbette bu yorumların ortodoksi açısından acil bir önem taşıdığı gerçektir. Özellikle İslam gibi, geçmiş dinleri, bozulmuş, kendini de sahih olarak niteleyen bir dini ideoloji için bu tip çıkışların yaşamsal olduğunu biliyoruz. Ancak bu yorumlardaki temel hata, dinin bilinç dışı kökenlerinde yer alan kimi unsurların, dinin temel öğelerini meydana getirdiğini görmezden gelmesidir.

Doğaldır ki, İbrahim’e Lut’un yok edileceğini haber veren üç göksel varlığın inişi ve gerekse Yeni Ahit’te yer alan son yemek sahnesinde görüldüğü gibi, dini ideolojilerin zamansal evrimi, kendini arkaik anlamlardan yeterince kurtaramaz ve bilinç dışı kökenlerin varlığına işaret etmeyi sürdürür.

Bir örnek olarak İsa’nın son yemeğini verebiliriz. Arketipsel bir kaynak olarak Tanrı ile kulların yemeği olgusu, İsa’nın “son yemeği” sahnesinde başarıyla canlandırılır. İnsan türünün türediği düşünülen ilksel varlığın-ilk Ata’nın “törenler” eşliğinde yenmesini ön gören arkaik anlamla temas çok güçlüdür. İncil’in sözleri, Tanrı ile insanı aynı masada buluşturan bu gerçeklik alanının en bilindik örneklerindendir:

“Alın, bu benim bedenimdir” diyerek öğrencilerine verdi. Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine verdi. Hepsi bundan içti. “Bu benim kanım” dedi İsa, “Birçokları uğruna akıtılan antlaşma kanıdır.” (12)

Günümüz dinlerinin, kurbanın yorumu hususunda, kendini insanlığın ilk günah yükünden arındırmak için kendini kurban eden İsa’nın anıştırdığı ilksel anlamlardan çok uzağa evirildiğini görmek mümkün.

Yeni yorum, yalnızca dini bir emir olarak hayvanların kanının akıtılmasına indirgenmiştir. Tüm ritüeller gibi, gündelik yaşamla ilişkisinin kopmuş, somut amaçsallığın yitirilmiş olduğunu görürüz. (13)  

Oysaki ilkel kültürlerde kurban, Tanrı ile insanı buluşturan bir anlam, bir eşitlik ve verimlilik ilişkisi sunmuştu.

Böylece “ilerlemecilik” ilkesinin eleştirisi için elverişli bir kaynağa daha ulaşmış oluyoruz.

25.07.2017

Notlar:

1)  Ve İbrahim elini uzattı, ve oğlunu boğazlamak için bıçağı aldı. Ve RABBİN meleği göklerden ona çağırıp dedi: İbrahim, İbrahim; ve işte ben, dedi. Ve dedi: Elini çocuğa uzatma ve ona bir şey yapma. Çünkü şimdi bildim ki sen Allah’tan korkuyorsun, ve kendi biricik oğlunu benden esirgemedin. Bkz. Tekvin 22: 10/12

2) Zerdüşt de kendi döneminde rahipler sınıfının sürdüğü yaşam tarzı ve statüsüne yönelik eleştirisine kanlı kurban törenlerini eleştirerek başlamıştı. Zerdüşt’ün eleştirisinin bir çoban olarak hayvanlarla kurduğu yakın ilişkinin beslediği sevgiden türediği yorumları fazla abartılmamalıdır. Zira kesilen etin yoksullara dağıtıldığı kurban kesimlerini desteklediğini biliyoruz. Bununla birlikte onu temel hedefi sosyal yozlaşmanın nedeni olduğunu düşündüğü din adamları sınıfıdır. İsa’dan yüzlerce yıl önce Zerdüşt, yüksek sınıfın sırtını döndüğü zengin din adamları sınıfına öfkelidir. Bir örnek için bkz. Taroparewela 29-1, s. 116.

3) Batı Samileri  kurban şenliklerinde, hala memede olan yüzlerce çocuğu Baal için ateşe atma ritüelini kuşaklar boyunca sürdürmüştü. Paralel bir yorum için bkz. ÖRS, Hayrullah s. 52.

 4) Campbell, tarımcı topluluklarda insan kurbanının yaygınlığı hususunda doyurucu açıklamalar yapmıştır. Bk. İlkel Mitoloji s.291’de: “bitki egemenliğindeki Ekvator bölgesinde gördüğümüz insan kurbanı insan kaderinin bitki dünyasındaki ölümü, çürümesi ve verimli dönüşümü ritleriyle belirlenmiştir…”

5)  İbrahim’in oğlunu kurban etmek yerine, “hayvan” kurbanına yönelişi, kavminin, yerleşik-tarımcı topluluk geleneklerini sahiplenmediği “göçebe-avcı” yaşam tarzına tabi olduğunu vurgulayan simgesel bir anlatım da olabilir. Zira hayvan kurbanı göçebe topluluklarda daha yaygın bir gelenektir.

6) FREUD, S. Totem ve Tabu. (A.T.K Çevirisi), s. 189-190.

7) ROUX. J. P. Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar s. 330.

8) Roux a.g.e. Roux s. 218.

9) “Çünkü bir toplum yalnızca, kendisini meydana getiren fertler yığınından, onların işgal ettikleri topraktan, kullandıkları şeylerden ve icra ettikleri hareketlerden değil, özellikle de onun kendisi hakkında oluşturduğu idealden meydana gelir..."s. 495... Ayrıca bk: "Tanrı toplumun mecazi bir ifadesinden başka bir şey değildir..." DURKHEIM, E. Dini Hayatın İlkel Biçimleri s. 274

10) Bir hastalığın tedavisinde kurbanın rolü hakkında bkz. KOECHEROWA, L.M. "Şaman Ayini Yeniden Yapılanma Deneyi" s.78,79,80. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/1190/13750.pdf.

11) “Buriyatlarda dağların, nehirlerin, ırmakların, göllerin, ormanları vs’nin uzun zaman önce ölmüş kişilerin ruhları tarafından canlandırıldığı düşünülürdü…” alıntı için bk. Roux s. 33. Şayenlerin, büyük su kütlelerine kurban adama ritüellerini açıklayan bir mit ile ilgili olarak bkz. MARRIOTT, A-RACHLIN;Carol K. Kızılderili Mitolojisi s. 77-83. Bu öyküde bir yılana dönüşen Şayenlinin son isteğinde bahsedilir.

12) Matta: 26 ve sonrası

13) Bunun tek istisnası adak uygulamalarında halen görülmektedir. Bu bir dileği yerine getiren Tanrı’ya sunulan bir armağandır artık.