Sapiens'in Post-Modern Çöküşü: Yuval Noah Harari

0 yorum

Mustafa Çölkesen

Popüler kitaplar hiçbir zaman ilgimizi çekmemekle birlikte, özellikle insan ırkıyla ilgili bir incelemenin dünyada ve son yıllarda Türkiye’de “en çok satanlar” listesinden inmiyor olmasını (sadece kitapyurdu isimli sitede bile satış istatistikleri 40.000 adet olarak veriliyor) hayli dikkat çekici bulup, kitabı edinerek belirli bir sayfaya (170. sayfa) kadar okumaya koyulduk.

Öncelikle konu, bir biyolojik, toplumsal, siyasi varlık olarak insan olduğundan ve son dönemde, özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyada “dinsel dogmacılık” yeniden zuhur ettiğinden, Harari’nin kitabında kullandığı “evrimci yöntemi” olumlu bulduğumu belirtmeliyim, Harari, daha kitabın ilk sayfalarında, insanın yeryüzü sahnesine ilk adımını atışını tasvir ederken evrimci yöntemi (bilimi) çok net bir şekilde savlıyor:

“..İnsanlar ilk olarak 2.5 milyon önce Doğu Afrika’da “Güney Maymunu” anlamına gelen Australopithecus adı verilen bir maymun cinsinden evrimleşti..” 

Harari, ilerleyen kısımlarda, bilimin son bulguları eşliğinde, yeryüzüne yayılmış çeşitli “paralel” Adem ırklarından bahseder, Homo Neandertalensis, Homo Soloensis, Homo Floresiensis v.s. Ancak “düşünmenin bedeli” başlıklı alt-bölümün son satırlarında, Homo Sapiens’in geçirdiği “düşünebilme evrimi” sayesinde besin zincirinde yukarıya sıçrama yaptığını belirtip, şunları ekliyor:

“..Daha yakın zamana kadar savanada orta halli yaratıklar olduğumuz için hala korku ve endişelerle doluyuz ve bu da bizi fazlasıyla zalim ve endişeli kılıyor. Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor..”

Harari, kitabının ilerleyen bölümlerinde Neolitik Devrim’in “insanlığın kazancı gibi gözüken bir kaybı olduğunu” vurgulamasına rağmen, buradaki yorumuyla sonraki ifadelerinden bir anda kopup, Homo Sapiens’in tüm tarihsel suçlarını akıl vasıtasıyla doğaya egemen olmaktan kaynaklanan bir “tedirginlik” olarak sunuyor, Harari ne kadar uzak bir tarihten bahsetmektedir bilemiyoruz, ancak yaban topluluklar hakkında son dönemlerde yapılan antropolojik çalışmalar bu toplulukların bilakis “barışçıl topluluklar” olduğuna işaret etmektedir, ancak çok sonraları, rahip-krallar, usta savaşçılar, aristokrat saraylılar, imparatorlar, surlar, hendekler, savaş tanrıları, kaleler, savaş arabaları, yerleşik hayata geçmiş ilk neolitik toplulukların olmazsa olmaz figürleri haline gelir.  Her ne kadar Harari, sonraki kısımlarda, insanın temas ettiği tüm coğrafyaların eko-sisteminde hızla bir bozulma meydana geldiğini belirtse de, çevre felaketleri bizce tarihsel değil, nispeten modern zamanlara ait bir olgudur. Avlanma ya da neolitik, eko-sistemde sınırlı değişimlere neden olan doğaya müdahale olsa bile, hala doğal araçlarla yapılan müdahalelerdir, bizce tam da (uzun zaman sonra ticarileşerek “sentetik maddeyi” keşfedecek kimya haline gelecek olan) Simyanın keşfedildiği gün Harari’nin Sapiens’i için çevre felaketlerinin o tarihsel kapısı aralanmıştır.. 

Harari’nin bilişsel devrim olarak adlandırdığı soyut düşünce mutasyonunun Sapiens’e diğer canlılarda bulunmayan muazzam bir iletişim becerisi kazandırmasını “dedikodu”yla açıklama girişimi ise, kitabın devamında da rastlayacağımız, onun yer yer spekülatif yaklaşımının bir parçası. Bize göre, kolektif hayatın zorlamasıyla ortaya çıkan, sembolik düşüncenin bir uzantısı olan dil, canlı bir organizmadır ve farklı coğrafyalardaki insan topluluklarında, zaman içinde karmaşıklaşan gereksinimler ve organizasyonlara paralel olarak, özgün kalıplarını korumak suretiyle dallanıp budaklanarak hala evrimini sürdürmektedir. Bizim merak ya da iletişim edimlerinden birisi olarak gördüğümüz Harari’nin “dedikodusu”nun hangi yeni gereksinimlere neden olup, dilde bir zenginleşmeye yolaçtığı ise bu bağlamda belirsizdir.

İnsanın hikayesini evrimsel bir bakış açısıyla çözümlemeye çalışan Harari, büyük dönüşümlerden bahsederken bildik spekülatif tutumunu sürdürüyor, insan topluklarının ortak mitler olmadan sosyal organizasyonları gerçekleştiremeyeceğini belirten Harari, konu Fransız devrimine geldiğinde ise şu yorumu yapıyor:

“..Mitler uygun koşullarda hızlı bir şekilde değişebilir, 1789’da Fransız nüfusu neredeyse bir gecede  kralların tanrısal gücü mitine inanmayı bırakıp, halkın egemenliği mitine inanmaya başladı..”

Tüm devrimler, tarihlerindeki birikimlerin, atılımlar ve gerilemelerin, devlet zoruyla halkın bilinçaltına bastırdığı arzularının patlamalı sonuçlarıdır, Fransız devriminde halkın bir gecede kralların tanrısal gücü mitine inanmayı bırakması Harari’nin kendi spekülatif mitidir, feodal dönem Avrupa’sında köylü, halk isyanlarının yüzlerce yıla yayılan bir tarihi vardır, 10. yy’daki Fransa’daki büyük ayaklanmayı 1325 Flanders, 1358 kuzey Fransa ve 1381 İngiliz köylü ayaklanması izler, Almanya’da protestan reformu, Luthercilik, 1525 büyük köylü isyanı, Calvinci hareketler Fransa’daki devrime varan yolun o uzun zigzaglı basamaklarıdır.

Daha sonra, Harari’nin, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni evrimci biyolojinin mihenk taşında sınayan tuhaf yorumlarına şahit olmaktayız, Harari “evrimde bir amaç yoktur, evrim, duygulara, hakkaniyete, özgürlük arayışına bakmaz, insan, evrimin bu körü körüne işleyişinin çaresiz bir nesnesidir..” savlarıyla soyut düşünme becerisine sahip, doğa karşısında zaferini ilan etmiş Sapiens’in ihtiyaçlar hiyerarşisinin bir parçası olan “psikolojik boyutunu” görmezlikten görmektedir, oysa yazılı tarihten beri tüm kadim toplulukların mitlerinde bir “kahramanlık”, fedakarlık öyküsüne, mutlu ve uyumlu kolektif bir hayata, toplumlara huzur getirmiş, “adaleti” tesis etmiş peygamberi kişiliklere yapılan göndermelere, kitabelere, dağlara taşlara kazınmış çeşitli destanlara rastlarız. Evrimci biyolojinin sınırlı kalıplarına işlevinin ötesinde bir otorite atfetmek, doğadaki salt içgüdüsel “orman yasası”nı insan hayatına yansıtmak, güçlülerin toplumun geride kalanlarını ezmek suretiyle hiyerarşik, zorba tarihsel iktidarlarının yanı sıra faşizmin ana argümanı olan “daha üstün insan ırkları” tezini de meşrulaştırma tehlikesini içerir.

Harari, eşitlik konusunda kendisine gelebilecek eleştirileri farkedip, hızlı bir manevrayla “benim buna bir itirazım yok, benim de “hayali düzenle” kastettiğim bu..”, “önce davaya inanmamız lazım ki etkin işbirliği yapalım” diyor, biz Harari’nin yukarıdaki kafa karışıklığının yanı sıra, “hayali düzenle” maddi tarihe yeni bir muğlaklık eklediğine inanıyoruz. Evet, Harari’ninde savladığı gibi, bugüne kadarki tarihimizde adalet yoktur, ama eğer “adalet” çağrısı binlerce yıldır tarihte çeşitli biçimlerde yankılanıyorsa, o insanlığın somut bir “toplumsal denge”, “güvenlik gereksinimi” olarak hayali filan değil, nesnel bir gerçekliktir. İhtiyaçlar tarihsel, toplumsal evrimin motorudur, evrimin asıl önceliği “canlının hayatta kalması” ve nesillerinin bekası ise, şimdi modern dünyada dahi tanık olduğumuz eksik tüketim, tarımsal kriz, 3.dünyada işsizlik oranının büyümesi, salgın hastalıklar; taşeronculuk, uzun çalışma süreleri, evsizlik, sağlık hizmetindeki yetersizlik, intiharlar, çocuk ölümleri v.b hep insan yaşamını tehdit eden risklerdir, bunlar yerel ve küresel eşitsizlik üreten bir ekonomik model olan kapitalizmin sonuçlarıdır, halkların insan gibi yaşama hakları için verecekleri mücadelenin “hayali bir düzenle” alakası nedir?

Harari insanlığın hikayesi konusunda tarifler geliştirmeye çalışmakta, ancak dünya düzeninin nedenleri konusunda tatmin edici bir açıklama geliştirememektedir, onun kavramsal dünyasında bir maddi dünya sistemi olarak meta ekonomisi, kör piyasa, yabancılaşma, tekelcileşme, finansal spekülasyon, dünya kaynaklarının % 7’lik zümre çıkarlarına tabi olması, yıkıcı rekabet, silahlanma yarışı, ekolojik tahribat, 3. Dünyadan göç, artan nevrozlar, ekonomik krizler, emperyalizm ve dünya savaşı olasılığı bulunmuyor, nedenler anlaşılmadığında ise bulunduğumuz yer bir karmaşa ve spekülasyon alanıdır:

dünyanın dört bir yanındaki insanlar Fransız devriminden bu yana eşitlik ve bireysel özgürlüğü temel değerler olarak görmeye başladılar, ki bu iki değer bile aslında birbiriyle çelişir, eşitlik ancak daha iyi durumdakilerin özgürlüklerini kısıtlayarak gerçekleştirilebilir. Her bireyin tamamen istediği gibi davranabileceğinin güvencesini vermek kaçınılmaz olarak eşitliğe zarar verecektir. Buna bağlı olarak 1789’dan beri tüm dünyanın siyasi tarihi bu çelişkiyi giderme çabaları olarak görülebilir..”

Harari, bu liberal esintileri, büyük bir aymazlıkla, Bill Gates’in, Warren Buffet’ın, Papa’nın, Türkiye’den Koç grubunun kapitalizme itirazlarını dile getirdikleri, onun reforme edilmesi zamanının geldiğini vurguladıkları dönemden birkaç yıl önce yazıyor.. Bir sosyalist olarak biz ise, dünya halklarının refahı ve insanca yaşama hakkını, dünya gelirinin % 93’ünün üzerine çökmüş dünya burjuvazisinin özgürlüğünü kısıtlamak uğruna almak istediğimizi söylemekle yetinelim.

Harari’nin kitabını, neden hep olduğu üzere roman, fantastik kurgu ya da başka türden bir kitap değil de insanın tarihini anlatan bir kitap “best seller” haline geldi diye düşünürken edinip, okumaya başlamıştık, eserde ilerlerken post-modernist bir vizyonun imalarını hissetmeye başlamıştık, hatta bazen yazarın, Matrix, Game of Thrones ya da adını bilmediğimiz post-modern Hollywood kurgularından da esinlenmiş olabileceğini de düşünmüştük, kitap zaman zaman bir tarih eseri vizyonunu yitirip adeta bir “kişisel gelişim kitabı” edasına bürünüyordu, dünya tarihi konusunda tarihsel maddeci vizyonu benimsemediğini anladığımız yazarın eserini liberal ideolojinin savunusunu yaparak bitireceğini tahmin ediyorduk, ancak tesadüfen baktığımız aşağıdaki satırlarda Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezine nispet yaparcasına tespitler görüyoruz, bizce asıl tarihin sonu, yani “Sapiens’in Post-Modern Çöküşü” işte budur:

“.. Tek bir anlamlı tarihsel gelişme vardır. Bugün nihayet mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika ve sosyal reformlarla, siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakıp, bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: Biyokimyamızı manipüle etmek. Eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri geliştirmek için milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmalarını sağlayabiliriz, böylelikle devrimlere de ihtiyacımız kalmaz..”

 22.10.2018  

Bir Enternasyonalistin İflası- Sungur Savran

0 yorum

Mustafa Çölkesen

Eski 1402’lik öğretim görevlisi, marksist iktisatçı Sungur Savran, onyıllar önce, 1980’lerin sonlarına doğru Ernest Mandel’le tanışmamızın hemen akabinde, biri akademik, diğeri politik 2 dergi vasıtasıyla tanıdığımız bir troçkist büyüğümüzdür, o dergilerden birisi olan, belki de Türkiye solunun en önemli teorik dergisi olarak anabileceğimiz “Sınıf Bilinci”ni, yayın hayatına son verdiği dönemin bir süre öncesine kadar zaman zaman takip ettik, Ortodoks marksizmle göbek bağımızı kesmeye çalıştığımız 90’lı yılların sonu itibariyle o çevreye olan ilgimizde azalmış oldu, daha sonra bir vesileyle “Devrimci İşçi Partisi” adı altında bir oluşum haline geldiklerini ve Gerçek Gazetesi ismiyle internet sayfalarının bulunduğunu öğrendik, Türkiye solunun yeni yönelimlerinden haberdar olmak üzere zaman zaman sayfalarını izlemekteyiz.

Sungur Savran, sayfasındaki son yazısında, Birgün gazetesine yazdığı bir makaleye gelen 2 ayrı eleştiriye cevap veriyor, biz Birgün gazetesine yazdığı makaleye ulaşamadık, ancak Savran’ın söylemek istediklerini eleştirilere verdiği cevaptan çıkarmaya çalışıyoruz, kaldı ki Savran, cevap yazısının hemen başında, Leon Troçki’nin bir makalesine yaptığı atıf ve vurguyla söylemek istediklerinin özünü net bir biçimde ortaya koyuyor: “Bu dönem milliyetçi, İslamcı dalganın kabardığı bir dönem ve biz emekçilerle aynı dili konuşamıyor, onların ana hassasiyetlerini anlamıyor ve o nedenle onları saflarımıza katmakta zorlanıyoruz, kendimize – Troçki’nin belirttiği gibi- yine Lenin’i örnek alalım, o aynı zamanda ulusal(cı) birisiydi, o halde bizim de ulusal, yerel olana dönmemiz lazım.."

Bir polemik uzmanı olan Savran elbette bizim özetlediğimiz kavramları kullanarak konuşmuyor, konuyu daha üst bir politik kavram olarak “emekçi halkın anti-emperyalist duyarlılıkları” olarak itinayla yuvarlıyor, biz Kurtuluş Savaşı’ndaki fiziksel işgal dışında emekçi halkın anti-emperyalist duyarlılıklarına bu zamana kadar hiç şahit olmadık, bazı küçük politik gruplar olarak örgütlenmiş sendikal hareketlerin cılız seslerinin dışında, kendiliğinden İncirlik Üssü’nün kapatılması, bankaların millileştirilmesi, telekomünikasyon, teknoloji benzeri ulusal stratejik sektörlerin tamamen milli hale getirilmesi, özelleştirmeler v.b hassasiyetlerin mevcut olduğunu da hiç zannetmiyoruz. Bunlar ancak --dünya konjonktüründeki gelişmelere de bağlı olarak- sosyalist çevrelerin uzun soluklu çabalarıyla ortaya çıkarılmaya çalışılabilecek hassasiyetler olabilir.

Büyük Laik ve Modern dönüşümden, Cumhuriyet’in kuruluşundan uzun yıllar sonra toplumsal hayatın önemli bir kısmı dinsel/milliyetçi bir söylemle ele geçirilmiş, özellikle de emekçi kitleler bu akım tarafından fethedilmişken, tüm siyasi hayatını enternasyonalist gelenek içinde geçirmiş, hatip bir marksistin kariyerinin son yıllarında bir anda “yerlileşmeyi” hatırlaması bize örtülü bir “iflas beyanı” gibi gözükmektedir, Savran, bu yeni söylemini toplumsal hayata hızla nüfuz eden teknolojik devrimin dünya halklarını tarihte olmayacak denli "evrensel" hale getirdiği, ulus-devletlerin ise giderek tarihin antik surları gibi bu globalleşme eğilimine set çekmeye çalıştığı, küresel kriz ve radikal İslamcı grupların şiddet eylemleri nedeniyle Batı ülkelerinde de milliyetçi akımların büyüme eğiliminde olduğu, Ortadoğu’nun dinsel/mezhepçi bir boğazlaşma batağı içerisinde olduğu korkunç bir dünya panoraması ortamında dillendirmektedir. Savran, dünyanın, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, Laik-Modern Dünya ile dinsel/milliyetçi/mezhepçi yönelimler arasında bölünmüş olduğu gerçekliğini görmezlikten gelmekte ya da bir nedenle görememektedir.

Anti-emperyalizm konusunda çok uzağa bakmamıza da gerek yok, Gezi protestolarında sokaktaki laik, Kemalistler ellerinde Türk bayraklarının yanısıra, yıllar içinde anti-emperyalizmin sembolü olarak anılan Deniz Gezmiş’in posterlerini de taşımışlardır, Savran’ın şimdiki “yerlileşme projesi” için Deniz Gezmiş’in yanına örneğin Kurtuluş savaşından MHP’lilerin yücelttiği Topal Osman gibi bir figürde mi eklemeliydi gençler?

Savran’ın bu yaklaşımı bize çaresiz bir hastalığa yakalanmış bir kişinin devayı eskilerin tabiriyle “koca karı ilaçlarında”, üfürükçü hocalarda araması gibi gözükmektedir, dünya gerçeğini sadece Rus tarihinde olup bitenler üzerinden anlamayı düstur bellemiş Ortodoks birisi yeni yönelimine illaki putlaştırdığı liderlerinin (Troçki) bir söylevinden gerekçe bulacaktır.

Kaldı ki Sungur Savran’ın kafa karışıklığı sadece bu son yazısı değildir, birkaç ay önce dünyadaki demokratik sokak hareketlerini ele alan bir yazısında, 15 Temmuz’da şu hayli ilginç (!) darbe girişiminde sokağa çıkan siyasal islamcı kesimleri de o demokratik hareketlerin bir parçası olarak saymıştır. Burada, hocası Ernest Mandel’in de, yine hayatının son dönemlerinde en büyük siyasi gafının, yozlaşmış işçi devletlerinde Perestroika’yla Rus devrimini tamamen yıkmak üzere sokağa çıkan kitleleri alkışlaması olduğunu hatırlatalım.

Sosyalizm yüzlerce yıllık bilim ve aydınlanma atılımının evrensel bir çocuğudur, tam da bu nedenle “Evrensellik”, “Adalet”, “Laiklik”, “Eşitlik” çağrısı onun olmazsa olmazlarıdır, emekçilerin dünya tarihininin büyük gelgit dalgaları içerisinde dinsel/etnik/mezhepçi eğilimleri hızla benimsemesi karşısında sosyalistlerin “onları kazanabilmek adına” onlarla ağız birliği yapması insanlığın bölünmüşlüğüne el vermekten başka bir anlam ifade etmemektedir.

Ağabeyini sosyalist mücadele içinde yitirmiş, kendisi bir ömrü sosyalist mücadeleye adamış, hatip bir marksistin- bizim yıllar önce Evrensel Kişiler Çağı’nın açılmakta olduğunu ilan ettiğimiz bir küresel geçiş döneminde- günün birinde adından bile huylandığımız Doğu Perinçek söylemlerine yarım ağızla bile olsa yaklaşması ne büyük bir talihsizliktir?

09.09.2018