Tarihsel TKP’li Mustafa Sarıbaş ağabeyin ardından..

0 yorum

 

Mustafa Çölkesen

"Suların sesini dinle şimdi, Ormanın fısıldayışlarını, Yarılıyor dağların göğsü Bir aşkı dinlendirmek için.. "

Zaman hem gençlik hem de yaşlılık evresinde hızlanır, birinde yaşama, diğerinde sona doğrudur bu, sona doğru ama, tıpkı ilk kez, gençliğinde yola çıkar gibi bir hayatı yaşamak, hayatın cenderesinde yıpratılmış yaşlıların pek çoğunun altından kalkamayacağı bir iştir bu..

Sanırım bir kaç yıl önce, pandeminin öncesinde, oturduğum semtte “Laiklik” başlıklı bir etkinlik düzenlendiği haberini almıştım. Bu semtte 20 yıldan fazla bir zamandır oturmama rağmen bu tür etkinlik düzenleyecek bir çevrenin varlığından hiç haberim olmamıştı, kim bunlar derken, TKP’den bir süre önce ayrılmış “Türkiye Komünist Hareketi” isimli bir parti çevresi olduğunu öğrenip, etkinliğe katıldım, iyi bir konuşmacıyla son derece akıcı bir etkinlik gerçekleştirdiklerini hatırlıyorum.

Birkaç gün sonra telim çaldı, her zamanki nazik sesiyle “Mustafacığım, etkinlikte bir aradaydık, ama yıllardır burada oturmamıza rağmen tanışmamışız, müsaitsen bir çay içelim..” demişti Mustafa Sarıbaş ağbi, eh bizde artık eski tüfekler sayılırız ve ağabeyliğin bizde hep hatırı vardır, kısa süre sonra buluştuk Mustafa ağbi ile..

Emekli öğretmenmiş Mustafa ağabey, onun eğitimci temeli, konuşmasının tonundan, “anlayışlı, yumuşak yaklaşımından” hemen anlaşılıyordu, ama aynı zamanda eski yılların insan profilinden aşina olduğum “sıcakkanlılığını” hemen farketmiştim, hemen ağabey-kardeş hukuku oluştu aramızda..

Mustafa ağbiyle haftada 2 kez buluşup, kısa metrajlı yürüyüşler yapıyorduk, kalp hastasıydı, kalbinde pil bulunuyordu ve ansızın kazandığım ve çok değer verdiğim eski kuşak sosyalist bir ağbim için, gelecek için bir tedirginlik duyuyordum.

Genellikle bir kafetaryada çay molası ile sonlanan yürüyüşlerimizde 80’den önce tarihsel TKP’nin bir üyesi olarak hem eski Öğretmenler Sendikası’ndaki, hemde TKP’nin “Atılım dönemi” (1974) zarfındaki faaliyetleri hakkında konuşuyorduk; tesadüf o ki, bende o zamanlar, tarihsel TKP’nin ilk kadroları arasında eşsiz bir yeri olan Hikmet Kıvılcımlı ve onun 1960’lara kadar TKP içindeki çileli mücadelesi hakkında yazılmış, zaman zaman bana “adeta o yıllardaymışım hissini” veren şahane bir kitabı ( TKP ve Hikmet Kıvılcımlı) okuyordum, zaten daha ilk tanışmamızda “ağbi ben troçkizm geleneğinden geliyorum, aramızda sıkıntılı mevzular olabilir..” diye uyarmıştım onu, ancak temelimiz dostluk olduğundan olabilir, beni cevapsız bırakmıştı Mustafa ağbi, bizim gençlik dönemimizde TKP, 2 hain tarafından TBKP adını alarak tasfiye edildiğinden,  TKP tarihi hakkında çok da ilgili değildim o zamana kadar, ancak hem Mustafa ağbi ile tanışmam hem de o konuyla ilgili bir kitabı okuyor olmam, sürecin ana hatları hakkında bilgi edinmemi sağladı, Mustafa ağbi ise verdiği canlı örneklerle bilgimi pekiştirmiş oldu.

Pandeminin en sıkıntılı günlerinde -ben onun sağlığını riske etmek istemediğimden- tedirgin olsamda bir süre yürüyüş-sohbetlerimizde devam ettik, o günlerde bile Mustafa ağbi “20’li yaşlarda bir partizan gibi” partinin “Manifesto” isimli 3 aylık dergisini semtte tanıdıklara dağıtıyor, Yeni Ülke Dergisi’nin çıkış haberlerini paylaşıyor, Gazete Manifesto’da yayınlanan çeşitli yazıları da cep telinden gönderiyordu, arada zoom üzerinden yeni eğitimciler sendikasının toplantılarını yapıyordu, açıkçası 2000’lerden bu yana -yaşına rağmen-  bu denli aktif ve iletişim içinde bulunduğu çevreler üzerinde bu denli etkili ve saygın bir kişiye hiç rastlamamıştım..

Ama hastalığı hep beni tedirgin ettiğinden, zaman zaman söyleşilerle aktardığı anılarını toparlayıp, arşivlemesini önermiştim, planları arasında olduğunu öğrendim ama sendikal çalışma konusunda gündelik pratiği bu çalışmayı hep engelliyordu sanırım.

Bir gün WhatsApp’dan gelen mesajlarda kesinti olması dikkatimi çekti, aradım ve rahatsızlandığını öğrendim, bir enfeksiyon nedeniyle 8 kez kalp krizi geçirmişti, kaldırıldığı hastanede bir süre sonra yeniden toparladı, iyileştiğini (o zaman öyle sanıyordum) cep telime gelen WhatsApp mesajlarından  anladım,  yürüyebilir olduğunda görüştük, doktor tavsiyesiyle Balıkesir civarına gitmesi gerekiyordu, derginin son sayısını bana ve diğer semt sakinlerine temin etmişti, “dönüşte görüşürüz Mustafa” dedi..

Ama olmadı, 1 ay sonra yeniden mesajlar kesildi ve 70 yaşını göremeden 21 Ağustos’ta aramızdan ayrıldığını öğrendim.

Mustafa Sarıbaş, ülkenin dramatik, fırtınalı, aydın güçlerin “bir atılım, bir düşüş” kaderini yaşarken devletin o aydınların sırtından sopasını esirgemediği, önde gelen yoldaşlarının ya infaz edildiği ya da tutuklandığı, sürgün edildiği tarihsel bir dönemin ilk elden şahidiydi, böylesi bir çağın üyesi olmanın tüm izlerini taşıyordu, hayat, “zamanı eskitmiş ama onun bir insanlık davasının kararlı bir üyesi olduğu bilincine” dokunamamıştı,  tıpkı Hikmet Kıvılcımlı, Nazım, Şefik Hüsnü gibi hayatının büyük kısmını komünist mücaledeye adamış bir sosyalistti, az sayıda insandan sınırlı şeyler öğrenebildim, samimiyetimle söylemek isterim: Mustafa ağbinin yaşam duruşundan, zekasından, iletişim kabiliyetinden, yumuşak ama kararlı tutumundan çok şeyler öğrendim.

Ülkemiz, emekçi sınıflar, çalkantılı bir dönemin çok değerli bir belleğini, tarihsel TKP’nin emektar bir sosyalistini kaybetti, başımız sağolsun..

22.08.2021


twitter: https://twitter.com/clksnme 

Hayati Özen'in ardından

0 yorum

 


"Çok şey vardı anlatılacak,

O yüzden sustum,

Birini söylesem, diğeri yarım kalacaktı,

Sen duydun mu sustuklarımı?.." 

(Tutunamayanlar, Oğuz Atay)


Sevgili Hayati,

Bu çok geç bir veda mektubu ve bu mektubun sana ulaşmayacağını bilerek yazıyorum, yazmazsam derin bir yara olarak içimde kalacak ve olan bitenden sonra belki kendimce “keşke”lerin bir telafisi olacak bu sözcükler..

Ama sadece kendimi düşündüğümü sanarak bana kızma lütfen, yoldaşça geçirdiğimiz günlerin yazılı bir anması bu satırlar..

Eskiler “kötü haber çabuk gelir” derlerdi, hayat, sosyal medya denen, bizim zamanımızda bulunmayan bir büyük imkanı önümüze koyduğu bir zamanda dahi bu kez öyle olmadı dostum.. Ben tekerrürleri hiç sevemedim hayatımda ve o sosyal platformlardan da bir süredir soğuyup, senden haber alabileceğim yegane ortama, yani face’e uzun bir süredir ara vermiştim, bu, sanırım üniversite mezuniyetinden 25 yıl kadar sonra, seninle yaptığımız o ilk ve son telefon görüşmesinden sonra, seni yeniden arama fırsatını bulamadığım için kendime ne denli kızmamı gerektirir? Bunu bilmiyorum..

Neredeyse 2.5 sene sonra, üniversitede benim kadar yakın bir arkadaşından, Sevtap’dan öğrendim bu dünyaya veda ettiğini, o an ise aklıma seninle ilk tanıştığımız gün geldi, Bursa’dan Uludağ Üniversitesi Görükle kampüsüne giden öğrenci servis otobüsünde tanışmıştık seninle, o zamanlar, yani 1988 yılı olsa gerek, onların ifadesiyle sırf “üstü başı düzgün olduğu için” bile solcu öğrencilere polis, ajan yakıştırmaları yapıldığı bir dönemdi, eğer doğru hatırlıyorsam sıra bana da gelmişti ve keyfim fena halde kaçıktı, o gün sende çok keyifli gözükmüyordun, yani iki keyifsiz adam ağır bir edayla konuşmuştuk, Anadolu Üniversitesi’nden yatay geçiş yaptığını söylemiştin, belki sende yeni bir ortamın stresini yaşıyordun o gün, ama herhalde o 40 dakikalık yolculuğa kolunun altında ve yeşil bez çantandaki dergilerinle yine edebiyatı, tiyatroyu sığdırmıştın, farketmiştim, benden ve sonradan senin de yoldaşların olacak arkadaş gruplarımızdan farklıydın.. Seni daha ilk günden bir sanat adamı olarak tanımıştım Hayati..

Biliyorsun, bir siyasi grubun parçası olmak çabuk kaynaşmak demekti, solcuyduk ama nedense kantinin süs havuzuyla bölünmüş sağ kısmında otururduk farklı gruplar olarak, işte aramıza katıldın, ama o her zamanki sakin, efendi üslubunla.. Sonra biz neredeysek sende oradaydın, kah kantinde, kah yemekhanede, kah gezmek için gittiğimiz Bursa’nın öğrenci kafeleri ya da evlerinde.. Eylem programlarımızın aralarında bazen, keyfi bir şekilde kaçık olan arkadaşların da yanında görürdüm seni, hep anlatırdın, bazen çantandan çıkarttığın antoloji, şiir kitabı veya edebiyat dergisini tutuştururdun konuştuğun kişinin eline, ya da oradan bir pasaj okurdun, insanların seni sevmesi için özel bir çabaya gerek yoktu yani, dersini iyi çalışmış bir öğrenci gibi felsefe, mantık, diyalektikle bezerdin sözlerini,  bir sol dalganın içindeydik, o solcu arkadaş gruplarının içinde bile bir başka aidiyet, bir fraksiyon bulmak için sanki acelemiz vardı ve senin meramın olan büyük düşüncelere zamanımız kalmıyor gibiydi..

Uludağ Üniversitesi’ne o yıllarda Arnavutlukçu’lar olarak bilinen siyasi çevreyle olan ilişkilerinle mi gelmiştin ya da bizlerleyken mi onlarla tanışmıştın hatırlayamadım, ama bir süre sonra o çevrenin düzenlediği eylemlere katıldığını ve bildirilerini dağıttığını hatırlıyorum, artık daha özgüvenliydin, ama sanırım sonradan Çavuşevsku’nun yıkılışını izledikten sonra, tıpkı bizler gibi, hayatında hayal kırıklıklarının eşlik ettiği yeni bir dönem açılacaktı..

İşin kötüsü, ben bir süre sonra katıldığım bir öğrenci eyleminden ötürü ceza alarak 1 yıl okuldan uzaklaştırılmıştım, döndüğümde arkadaşlarımızın çoğu mezun olmuştu ve kalanlarla da aramızda bir boşluk olmuştu, okula açtığımız dava lehimize sonuçlandığı için 2 ay içinde onlarca dersten sınava girip mezun olmamız gerekiyordu, sadece çalışıp, sınavlara girdiğimi ve sonra korkunç bir yorgunlukla mezun olarak arkama bakmadan İstanbul’a döndüğümü hatırlıyorum, işte ilk kopuşumuz ta o zamandı…

İnsanların birbirleriyle hala ev telefonu ve mektupla haberleştiği zamanlardı onlar, bende hiçbir dostun ne adresi ne de telefonu bulunmuyordu,  bir de başka bir şey vardı: Ben, henüz Sovyetler çökmeden önce, bir sahafın tozlu raflarının arasında bulduğum Ernest Mandel’in eserleriyle tanışarak oradan Troçkist geleneğin varlığından haberdar olmuştum. İşte uzaklaştırıldıktan sonra üniversitemize geri dönerken eski Stalinist gelenekle bağları koparmıştım, Sovyetleri çökmeye yazgılı bir bürokratik işçi devleti olarak görüyordum, yine de sosyalist olduğu varsayılan bir devin çökmesi herkes gibi beni de bir süre sarsmıştı, ama asıl vurgunu senin de bir dönem mensubu olduğun eski Stalinist çevrelerin yediğini tahmin edebiliyorum, uzun süre herkes sessizliğe büründü, ama Sovyetler çöktü diye elden kitaplarımızı düşürecek değildik, sen o travmatik dönemi nasıl geçirmiştin, burası çok önemliydi, bunu bilmiyorum, olasılıkla “elde var şiir, edebiyat, tiyatro ve felsefe” demişsindir, hayat devam ediyordu, elden kitap düşürmeyenlerin tutunacak elbet bir dalı vardı ama senin alanın hep yalnız entelektüellerin bir uğraşıydı..

Bunları yazarken aklıma hayatımızın en güzel yıllarını yaşadığımız kenti terk edişimiz geldi, 4 yıllık anılarımızı bir yerlere sıkıştırıp biz yuvalarımıza dönerken, sen Bursa’da kaldığın için o güzel insanlar bir anlamda seni terkediyordu.. 1990’ların sonlarına doğru bir işim için Bursa’yı geçerken ziyaret etmiş ve oradan üşenmeyip üniversite kampüsüne kadar uğramıştım, fakültenin içine dahi girdim, binalar, o güzelim yemyeşil kampüs oradaydı ama ben büsbütün yıkılmıştım.. Bizim dönemimizde ayın ortasını binbir güçlükle getiren yoksul gençliğin yerini, babalarının aldığı son model arabalarla şımartılmış, fikirsiz, ruhsuz bir gençlik almıştı, sahi bir 10 yıl içinde varlık, yani para, önceki ruhu nasıl yoketmişti? Biz yerimizi bunlara, bir de sayıları hızla artan gerici- faşist bir kesime bırakmıştık, sen artık daha da yalnızdın..

Ama benliğini yaşamak uğruna, iktisat diplomanı bir kenara koyarak, kariyerden vazgeçecek kadar cesur birisiydin sen Hayati, sonradan tiyatroda karar kıldığını ve devlet sanatçısı olduğunu öğrendim, aynı yetenekleri, aynı sanatçı ruhu taşıyan meslektaşlarınla mutlu bir dönem geçirmişsindir, ama bundan 30 yıl önce dev bir dağın eteklerinde, tarih izleriyle bezenmiş o kendine özgü şehir de sermayenin genişleyen saldırısına uğramış, koca koca fabrikalar, plansız yerleşimler, AVM’ler, plazalar ve feci bir trafikle çirkinleşmiş durumdaydı, bu o kadar öyleydi ki, ne zaman İzmir tarafına yolum düşse şehrin o bitmiş halini görmemek için de kestirme otobanı kullanıyordum, sahi iyiden kötüye, çevre katliamına uğramış o şehire bizden sonra nasıl katlanmıştın Hayati?

Başka bahtsızlıklarımız da vardı dostum:  Espriler ve kahkahalarla dolu sabahlara kadar yaptığımız siyasi sohbetlerimizle meşhur, güzelim Setbaşı’ndaki anonim öğrenci evimizin ev sahibi Burhan’ı 1997’de Ankara’da gözaltında kaybettiğimizi sen benden önce duymuşsundur, zaten onlarca devrimci öğrencinin arasında bir sen ve bir de Burhan vardı sanatla, şiirle yaşayan; aslında Burhan günün 24 saatini mizahla tiyatral yaşıyordu, onun yanında olup da gülememek ne mümkündü? Ama o kesintisiz neşenin ardında inanılmaz bir irade de vardı, onu hissediyordum, gözaltında dik durmuştur Burhan, intihar deyip hesabına uydurmuşlardır.. Topu topu kaç kişiydi ki bizim yakın çevre? Bir de yanımda görmüşsündür ama, arkadaşlığın varmıydı bilmiyorum, bizim zeka küpü Kırşehirli İrfan vardı, sınıfın birincisiydi, bir sınav öncesi 40 sayfalık bir ders notunu ilk kez okumasına rağmen derhal aklına kaydedebildiğine hayretler içinde şahit olmuştum, kolay işti okul onun için, herhalde uyumanın dışındaki saatleri “devrimi hayal etmekle” geçiyordu, bir çeşit devrimini bulamamış Lenin gibiydi, ama  doğru anlamamıştı Lenin’i, hızlı gitmek istiyordu, ben bir türlü Mahircilikten vazgeçiremedim onu, o ise bizlerden vazgeçip yoluna yalnız devam etti, 10 yıl sonra öğrendim, 1994’de bir çatışmada hayatını kaybetmişti

Kapitalist medeniyetin elinde kırbaç tutan düzeneği, gündelik sıkıntı ve elemlere kısa sevinçlerin eşlik ettiği o tarihsel zigzaglı yollarına bizi alıştırmaya çalışıyordu; bu, gamsızlar, kariyeristler, sıradan insanlar için değil ama bizim gibi insanlar için çok yorucuydu Hayati.. Hep fırtınalı havada seyir halindeki bir balıkçı teknesi gibi defalarca alt üst olduğum yıllardan sonra, bir fırsatını bulup seni aramıştım, hafızama pek güvenmem ama hiç de coşkusu olmayan kısa bir görüşme oldu bu, “artık eskisi gibi düşünmüyorum..” demiştin, bu, uzun yıllardan sonra aramızdaki mesafeyi mi anlatıyordu? O zaman hemen başa dönmüştüm ben: Sovyet çöküşü, bizim seni o kentte bırakıp evlerimize dönüşümüz, kaybettiğimiz yoldaşlarımız, senin Almanya’nın hayranlık duyulacak şehirlerinden olan Berlin’de geçirdiğin 9 yıl, o dönemde doğu gizemciliği, felsefesi, belki Platonculuk, Batini akımları araştırman v.s. Bunları zaten internette bulunan tek videonda, bir etkinlik açılış konuşmasında “kitapları eskittim, kendimi yeniledim..” diyerek anlatıyorsun. Hangi yıllar olduğunu söylemiyorsun, tıpkı benim gibi sıfırlanma ihtiyacını duyduğun 40’lı yaşlarınmıydı?

Ya da tıpkı sayılar gibi isimler de bir kadermiydi Hayati? Sırf adın “hayatla ilgili” diye, hayatın, tarihin sorgusundan kaçınmak elinde değilmiydi örneğin, yani isimler efsunlanmış içgüdülerimizmiydi, buradan manalı sırların, logosun, kelamın gizemli kapılarına mı açılıyordu yollar? Yol, bizi yenileyip, zamanı hızla eskitirken hangi gizemin peşinde mutlu olabilirdik biz?

Biliyorum, bir peygamberin inzivaya çekilip kuramların, kavramların, mantığın, felsefenin, ulaşabildiği kadar bilgi havuzunun içinde meşakkatli bir yolcuğa çıkması gibidir bu, sen yaklaştıkça senden uzaklaşmaya çalışan bir ışık, kavradığını sandığında şekli bozulan kadim bir sembol gibidir, soluksuz gecelerden sonra tan ağardığında, elinde yine “kayıp bir halka” ile başlarsın mucizesi olmayan günlere, tinsel yolculuklardan sonra döneceğimiz yer yine “kendi benliğimiz”dir, evet, büyük erdemdir ama söz hükmünü yitirdiğinde tufanlara kadardır bilgelik..

Bir çağ değişiminin hemen öncesinde, gaddar yüzüyle, entrika ve ihanetleriyle henüz karşılaşmadığımız hayat, ülkenin dört bir yanından bizi, masum gençliğimizi bir araya getirmişti, birbirimizi tanıdık, öğrendik, etkilendik, değiştirdik, hep birlikte, coşkuyla, mutlulukla mührümüzü vurduk zamanın geçiciliğine…

Bizden sonra bir tiyatrocu olarak hangi oyunları oynadın bilmiyorum, ama sanırım biz senin en güzel sahneni, en içten ve sevimli rolünü izledik Hayati, özbenliğinle hepimize kendini sevdirmiştin, sen olmasan o eşsiz dostluk sahnesi eksik kalırdı..

Geçmişi kurtarmak elimden gelmedi, hoşçakal Hayati..

Mustafa Çölkesen

08.12.2020


twitter: https://twitter.com/clksnme 

Göbeklitepe ve Tapınak olgusallığı tartışmaları hakkında bir analiz

0 yorum

Göktuğ Halis 

Göbeklitepe ve Tapınak olgusallığı arasındaki paralellikler son dönemlerde, özellikle çalışmaları yönlendiren bilim insanları tarafından temkinli bir biçimde reddedilmeye başlandı.

Bu reddiyeye karşın, Göbeklitepe’nin tapınak olgusallığı içinde ele alınması önerisini dile getiren benim gibi araştırmacılar için kavramların doğru biçimde ortaya koyulması zorunluluk olarak doğmuş gözüküyor.

Bunun için önce Tapınak kavramının kullanımı ve anlam dağarcığına göz gezdirmeyi öneriyorum. Bu araştırmada disiplinlerin kendine özgün tanımları ve literatüre uygunluğun hesaba katılacağını belirtmek isterim

Önce genel tanımdan başlayalım. Türk Dil Kurumu ‘Tapınak’ sözcüğünü ‘ibadet edilen, tapınılan yapı” olarak tanımlıyor. Bugünkü anlamıyla ibadethane ve ibadetgah gibi karşılıkları da bulunuyor.[1] Ancak gündelik kullanımdaki asal değer bir mabet vurgusu içeriyor. Açıkçası “yüce bir varlığa tapınılan” ve bazı diğer dini ritüellerin gerçekleştirildiği bir yapı olarak gözüküyor.[2]

Arkeoloji Sözlüğü ise Tapınak sözcüğünü ‘Tanrı Ya da Tanrılar için inşa edilmiş yapı olarak tanımlıyor.[3] Anlaşıldığı kadarıyla bunların en eski örneklerinin üstü açıktı.[4] Bu kaynakta bilinen en eski tapınakların Mezopotamyalılar tarafından inşa edildiği gibi hatalı bir vurgu bulunuyor. Ancak bu arkeolojinin ve belki de bilimciliğin temel handikaplarından biri. Zira bir yapının Tanrı ya da Tanrılar Için yapılmış olduğunu kesinleştirmek için yazı ya da somut kalıntılar gibi kesinlik sunan araçlara ihtiyaç duyuyor.

Oysaki bu ihtiyaç olmazsa olmaz değildir. En azından tapınak olgusallığının çözümlenmesine bu kadar yaklaşmışken. Paragrafın hemen başındaki “kutsal alan” vurgusunu derinleştirerek dahi bir sonuca ulaşmak mümkündü.

İnsanoğlu için kutsal varlıklara inancın ve dinin, dolayısıyla ritüelin kökenlerini tahmin dahi edemiyoruz. Böylesine eski bir tarih üzerine konuşurken de bilim dışına çıkma tehlikesi yanı başımızda bekliyor. Bu tehlikeye karşın insanın kutsal” algısı ve bu kutsal algısının kalıtlaşmasının sembolü olarak ‘ritüel alanı’nın izlerini sürmek için kimi olanaklara sahibiz.

Ancak bu olanaklar bilim insanları tarafından ikincil ya da daha alt düzeyde önemsiz görülmüş olmalı. Kazılarda önemli bir rol üstlenen Dr. Lee Clare Göbeklitepe’nin Tapınak olarak yorumlanışının “problemli” olduğunu vurgulamaktadır.[5] Ek olarak Tapınak olgusallığının eklerini-elbette hatalı biçimde-aktarmaktadır:

“Bu terim mevcut haliyle Tanrıların ve eğitimli ruhban sınıfının varlığını varsayar. Ayrıca tapınakların bir tür ekonomik güç olarak kullanıldığı anlamına gelir. Bu yorum İ.Ö. 10. Ve 9. Bin yıllarında yaşayan Taş Devri toplulukları için tamamen gerçek dışıdır.”

Çok daha önemlisi Dr Clare, kendi tanımları ölçüsünde Tapınak olgusallığının Kalkolitik/Bronz Çağı’na kadar ortaya çıkmadığını bildiriyor.

Dr. Clare’nin Tapınak tanımı ya da Tapınak için gerekli olan eklere yönelik eğilimi “inanç tarihi” açısından ciddi problemler barındırıyor. İlk olarak “Tanrı-Tanrılar inancı” ya da “eğitimli ruhban sınıfı” ve “ekonomik ilişkinin parçası olarak” Tapınak tanımı sonsal örnekler üzerinden yürütülen bir yargı niteliği taşıyor. Açıkçası bir yapıyı ya da buna benzer nitelikli bir merkezi Tapınak olarak nitelendirebilmek için yukarıda sayılan bağlamlar hiç de zorunlu değil. Öyleyse “Tapınak olgusallığı için gerekli olan iki şeyi aktararak devam edebiliriz

-     Kutsalın tezahürü-İnsan tarafından algılanan ve dinsel coşkunluk kaynağı olarak gördüğümüz ilksel temas-ile oluşan “kutsal yer” deki öncül deneyimin temsili yenilenmesi. (Anlam aktarımı-Coşkunluğun korunması)
-     İlksel deneyimden doğan dini düşüncenin merkezi figürü-insanı aşan coşkunluk deneyiminin yeniden canlandırılması-Ritüel Merkezi.

Bu iki maddenin sonul önerisi şudur: “Kutsal ile ilişki kurmuş insan tarafından-kutsalı anma-yüceltme ya da kutsal ile kurulan bağın kazanımını sürdürme-devam ettirme adına/ilksel ayinin tekrarlandığı(ritüel) bir merkez inşası. Kutsal Yer olarak doğa unsurunun temsili tekrarı-İnşa sanatı.(Burada kastedilen İlk Tapınak’lar olarak ‘doğa unsurları’nın yeniden kurulumu)[6]

Göbeklitepe kazılarını sürdüren kişilerin karşılaştıkları verileri nasıl yorumlayacakları hususunda kimi belirsizlikler yaşadıklarını gösteren bu ifadelerin devamında daha da sorunlu bir noktaya ulaşıyoruz. Tapınak olarak Göbeklitepe’nin problemli yapısı karşısında bilim insanlarının önerisi “buluşma noktası” olarak Göbeklitepe idi. Dr Clare burayı inşa eden toplayıcı-avcıların yılın hangi döneminde burada buluştukları şeklindeki soruya net bir yanıt veremese de “bu sorunun araştırma sürecinin önemli parçalarından biri olduğunu” vurguluyor. Ancak buradaki esas problem “buluşma” ya da “toplanma” eylemini motive eden gerçekliği-insanları toplanmaya iten sebebin arka planına ilişkin spekülasyondan kaçınmasıydı. İnanç tarihinin ilk ritüellerinden birinin toplanma-buluşma-topluluk oluşturma gibi güveneceğimiz etnolojik veriler bulunuyorken-ticaret ve evlenme-gibi dünyevi hedeflerle buluşmakta olan bir topluluk imgesinin dayanakları zayıftır. Elbette nüfusun böylesine yükseldiği bir dönemde etnolojik çalışmaların muhatabı olan modern ilk insan topluluklarının referans alınamayacağı açık. Ancak buluşmayı yönlendiren motivasyon şayet dini değilse boşluğun çok zor dolacağı da öyle…[7]

Tapınak olgusu acaba ‘kutsal yer’ olgusunun evriminden mi doğmuştu? Dinler Tarihi uzmanı Prof. Dr. Ömer Faruk Harman ‘kutsal yer”i, kutsalın tecelli ettiği mekan  olarak tanımlamaktadır. Kudüs sözcüğünün etimolojisine ilişkin değerlendirmesinde “kutsal” karşılığını kullanan Prof. Harman[8] Kuran-ı Kerim literatürüne ilişkin değerlendirmesinde -tek-kutsal varlık olarak Allah, “ilahi kelamın” geldiği kişi yani vahyi alan kişi ve vahyin geldiği mekanın kutsallığına değinmektedir. Prof. Harman bu konuşmasında mekanın kutsiyet kazanmasına ilişkin açıklamasının örneği olarak da Musa’nın ayakkabılarını çıkardığı sahneyi örnek gösterir. Şöyle söylüyor Prof. Harman:

“Musa’ya ilk vahiy geldiğinde, Kur’an Taha süresi, Ayakkabılarını çıkar, çünkü sen Tuva adlı mukaddes vadidesin”[9]


Kutsal yer ve tapınak ilişkisinin anlaşılması açısından kritik öneme sahip bu ifadelerinin devamında Prof. Harman:

“Bakın burası bir ev değil. Dağ, vadide, yamaçta. Ama burası kutsal. Neden? Çünkü burada ilahi hitaba mahzar olduğu için… Demek ki kutsiyetin kaynağı, ilahi kelam, ya da Dinler Tarihi açısından uluhiyetin tecelli ve tezahür ettiği yer, mekan ve zaman kutsaldır.”[10]

Kudüs’te Kral Süleyman döneminde inşası tamamlanan Tapınak’ın toplum muhayyilesindeki sabit imgesi açık biçimde ‘kutsal olan ile kurulan bu bağın” devamı, temsili ve tekrarı niteliğiyle mümkün olmuştu. Zira bundan böyle bu topraklardaki herkes Rab ile ilişkisini bu yapı aracılığıyla sağlamaya devam edecektir. Kesin emir bundan böyle Tanrı’ya yakaracak her insanın Tapınak denen statikleşmenin kapılarından içeri girmesini dayatmaktaydı.

Kutsal yer-kutsal mekan ile Tapınak arasındaki ilişki kesin çizgilere sahiptir. Bu bağıntıya karşın kutsal aktivitenin merkezi role bürünmesi ve ilksel heyecanların statikleşmesi gibi burada ele alması olanaksız bir inceleme alanına tabidir

Göbeklitepe’de Tapınak olgusallığı bizzat Klaus Schmidt tarafından da ele alınmıştı. Kitabını “En Eski Tapınağı Yapanlar” başlığı altında hazırlayan Schmidt buna karşın “literal” bir Tapınak kavramı üzerinde kimi çekincelere sahipti. O da ‘tapınak’ sözcüğünün tartışılabilir niteliğine vurgu yapmıştı. Şöyle söylüyor Schmidt:

“Tapınak kavramının bütünüyle dini bir yer olma işlevi ile ilgili yönünü bir yana bıraksak bile-alışıldığı üzere-en azından bir bölümü yukarı doğru kapatılmış bir bina için geçerli olduğu gerçektir…” [11]                                                                                                                                                                                                                                  Klaus Schmidt’in bu temkinli yaklaşımı biraz ileride ‘Tapınak’ kavramı için “en azından” bir bölümü yukarı doğru kapatılmış bir bina için kullanımına yönelik vurgusu benzer karmaşanın yaşandığını ve Tapınak’ın asal niteliklerinin yok sayıldığını gösteriyor. Biraz daha ileride bu bulanıklık, ‘kutsal alan” ya da tapınak terimlerinin birbirinin yerine geçecek şekilde kullanımıyla daha da büyümüş izlenimi veriyor.

Arkeoloji alanında Tapınak teriminin kullanımı ve anlamı konusunda ‘kalıp yargıların’ bulunduğunu son dönemlerde kamuoyuna yansıyan açıklamalardan anlıyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla ‘tapınak’ sözcüğünün ‘anlamı’ kestirilemeyen yapı ya da yapı gruplarını en azından gerçek yapı kimliği anlaşılıncaya kadar ve geçici nitelikte kullanmak gibi yayın ve statik bir kullanım geleneği bulunuyor ve bu özellik bizzat bu bilimi sürdürenlerce rahatsız edici görülüyor.

Çok daha vahimi belki ‘tapınak’ sözcüğünün arkeoloji literatüründeki anti-patik tasavvuru, belki de ‘arkeoloji bir kan davasıdır’ sözünü -bağlamından kopmuş da olsa- bizlere yeniden anımsatan bir tavır ile Klaus Schmidt’in tezlerine yönelmiş akıl-dışı bir reddiye tepkisinden hareketle, araştırmacıların kimi bulguları çarpıtma eğilimiydi. Clare, Kinzel, Sönmez ve Uludağ tarafından kaleme alınan “Göbekli Tepe: Unesco Dünya Miras Alanı ve Değişen Yaklaşımlar” isimli makalede ‘tapınak’ tanımına ilişkin itirazlar, yine yanı başındaki çok sayıda soru ve bilimci tutuma yakışmayan boşluklarla beklemektedir.[12]

Bu makalenin “Değişen Perspektifler” isimli bölümünde ‘dünyanın ilk tapınakları” nitelemesinin Schmidt ve hocası Hauptmann’a kadar geri gittiği vurgusu ile “eskide kalan” yenilenen bulgular çelişkisinin henüz başlangıçta hak etmediği bir güçle ortaya çıkması istenmiş gibi gözüküyor. Göbeklitepe ve tapınak olgusallığı ile ilgili şu yorum dikkate değer

“Ancak Göbekli Tepe’nin yalnızca ritüel amaçlı kullanıldığına dair yorumlar özellikle son yıllarda gerçekleştirilen kazıların sonuçları ve daha önceki yıllarda kazılmış alanlara dair kayıtların yeniden değerlendirilmesi sonucunda sorgulanmaya başladı.”

 Bu heyecanlı ve pek hızlı girişin ardından yazının ritmindeki kayıp ve tartışmanın odağından kopuş dikkat çekiyor. “Taş Devri Tapınakları” teorisinin iki temel argümanı olan domestik faaliyetlere dair verilerin yokluğu ve “ritüel gömülme” ilkelerinin son buluşlarla yıprandığını anlatmaya çalışan yazarlar özellikle ‘ritüel gömülme’ meselesinde neredeyse evlere şenlik bir değerlendirme sunuyor. Klaus Schmidt tarafından açıklanan ve benim de desteklediğim[13] şekilde yapıların içlerinin ‘ölen bir yakının’ gömülmesi şeklinde bir kapatma eyleminin reddedildiği bu makalede Klaus Schmidt’in  ‘yapı içlerinin doldurulması sürecini” taşınmış, akmış bir dolgunun dolması gibi bir olay yerine “ritüel senaryosu ile açıklamayı tercih ettiği vurgulanıyor. “Tercih etme” ve senaryo gibi küçümseyici ifadelere takılmadan ilerleyebilirsek ‘bilimcilikle pek bağdaşmayan’ şu sonuca ulaşıyoruz:

“Fakat şimdi, bahsi geçen olasılık daha dikkatli bir yeniden değerlendirmeyi gerektiriyor. Yakın çevredeki yamaçlardan buraya toprak ve malzeme akması nihayetinde yapı içlerinin dolması, yapılarının kullanım ömrü sürecinde birden fazla kez yaşanan doğa olayları ile ilişkili olabilir…”


İlk madde ise bu kadar bayağı biçimde kenara itilmiyor makalede. Yazarlar burada domestik faaliyetlere dair verilerin yokluğu meselesinde Schmidt’e yüklenmeye devam ediyor.[14] Schmidt domestik bir yerleşimin varlığına dair gerçekçi bir gösterge tespit edememişti zira burada kalıcı bir yerleşim olma olasılığını en yakın su kaynağının kilometrelerce uzakta olmasına bağlamıştı. Ancak kuzeybatı çukurunda gerçekleştirilen bir sondajda açığa çıkarılan kalıntılar büyük olasılıkla domestik faaliyetleri işaret etmektedir.[15]

Diğer taraftan son dönemlere ait bulgular su ihtiyacının giderilmesine olanak tanıyan hatırı sayılır mimari kalıntılara işaret etmişti. Özellikle kuzeybatı çukurda yer alan büyük ve derin çukur yapı, yağmur suyunun depolanması ile ilgili bir faaliyeti çağrıştırıyordu. Benzer nitelikte bir kaç bulgu daha bulunmuştu.

Aslında Klaus Schmidt bu bulgulardan ‘Tapınak’ fikrini destekleyen veriler olarak faydalanmıştı. Ancak bu teoriyi söz konusu iki ilke üzerine kurmamış olmalı. Klaus Schmidt’in temel vurgusu “ritüel” merkez olarak Göbeklitepe idi ve bu doğrultuda da çok sayıda argüman oluşturmuştu. Onun ritüellerle ilgili incelemelerini hemen aşağıda inceleyeceğim.

Ancak hemen öncesinde Tapınak kavramını Göbeklitepe için rahatlıkla kullanan bir diğer otorite olarak Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’dan faydalanmalıyım. Prof. Özdoğan isminin esas önemi alanında uzman olması bir tarafa kavramların “ilişkili disiplinler”deki karşılığına etkileyici biçimde hakim olması. Kişisel yazışmalarımızdan birinde[16] ‘kutsal yer” ile “kült yapıları” Tapınak’lardan ayrı biçimde ele aldığını dile getirmişti. Prof. Özdoğan’ın başarılı analizinde kült alan-mekan inanç ile ilgili herhangi bir törenin ya da uygulamanın yapıldığı yer olarak tarif edilmişti.[17] Bu durumda Tapınak nedir?

Prof. Özdoğan’ın tapınak tanımı “bu amaç için” inşa edilmiş ‘tanımlı ölçülere uygun” yerler şeklindeydi. Plan tipinin asal olarak öne çıktığı bu analizde Göbeklitepe’nin de içinde bulunduğu geniş bir alanda[18] benzer yapı özellikleri öne çıkıyordu: “Yere gömülmüş, duvarlar paye ve nişlerle bölünmüştür. Taban sıvı geçirmeyecek, dikilitaşlar, duvar boyaları ve sekiler.” Daha Batı’da örneğin Çatalhöyük’te ‘Tapınak’ın bulunmadığı ancak zamanla içinde kutsal işlev kazanıp değişebildiği gibi kritik bir bilgiyi bize aktaran Prof. Dr. Özdoğan: “Göbeklitepe kültürüne ait kült yapıları da bu anlamda bir Tapınak’tır…” ifadelerini kullanıyor.

Tüm bunlardan şu anlaşılmalı: Kutsal yerlerden farklı olarak bu alanlar şekillendirilmiş ve kutsal olanla bağ kurmaya olanak tanıyacak şekilde ve bir plan ölçüsünde dizayn edilmiştir. Bu tanım ise ‘mağara’ların ilksel Tapınaklar olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği şeklinde bir diğer tartışmalara göndermeler taşımaktadır. Özellikle Urfa’da düzenlenen Medeniyetler Beşiği Mezopotamya Sempozyumu’na katılan akademisyenlerle ‘ilk Tapınak olarak Göbeklitepe’ sloganına karşı sunduğum itirazların ana dayanağı da mağaraların “tapınak” olarak görülmesi yönündeki ısrarımdı. Bir diğer yazışmamızda Prof. Mehmet Özdoğan da ‘Tanımlı Tapınak’ kavramının 36 bin yıllık olduğunu belirtmiş ve şu ifadeleri kullanmıştı:

“Kiminde basit ritüeller olarak, kimide de çok tanımlı sutsal alanlar, seçkin sanatkarların betimleri ile yapılmış yerler gibi…”

Ancak bu tartışmayı burada sonlandırmayı düşünüyorum.

Bundan sonra Göbeklitepe’de bir ritüel-inançla ilgili bir uygulama ve tekrarları-aradığımız açık. Zira bu olgu ‘Tapınak’ olgusallığı ile Göbeklitepe arasındaki bağı kuracak ve elbette utangaç akademisyenlerin çekingenliğini giderecektir

Prof. Schmidt Göbeklitepe’nin “kült merkezi” olarak rolüne ısrarlı bir vurgu yapmıştı. Temkinliği ve doyurucu açıklamaları içinde “Ölüler Kültü” ile kurduğu bağlantı dikkate değerdi. Bölgede dikkati çeken ilk unsur ilk Neolitik yerleşkelerde yer alan unsurlardan birine rastlanmamasıydı. “Kadını betimleyen resimler ve kilden yapılmış figürinler”. Bu bulguların noksanlığı ince bir akıl yürütme ile Schmidt’i belirgin bir noktaya doğru sürükledi: “Şayet kadın bereketin sembolü ve yaşam ile ilişkili yan anlamları taşıyor ise, onun yokluğu yaşamın yokluğudur. Bir diğer deyişle “ölüm”. Belki de bu Göbeklitepe” ile ölüler kültü arasındaki bağıntının kurulmasına olanak tanımıştır.[19]

Biraz daha ileride tüm belirsizliklere karşın Schmidt’in elverişli ‘tarihsel’ örneklerden hareketle hiç de azımsanamayacak bir fikir inşa ettiğini görürüz. Batı’da yaygın olmayan bir ölü gömme yöntemlerinden birine İran’da ulaşmıştı.(dakhmah) ismi verilen  bu tip mezarlarda ölen kişinin gökyüzünün altına-doğrudan kayalara bırakılması yöntemi uygulanmaktaydı. Bunu Güneşe Gömme olarak isimlendiren Schmidt böylece, şu sonuca ulaşır:

“Dakhmahlar su ve bitkinin olmadığı yüksek yerlere yapılır… Özellikle leş yiyici kuşlar ve rüzgar ve diğer hava koşulları ölünün çabuk çürüyen bölümlerinin ortadan kaldırılmasını üstlenir. Geriye kalan kemikler ise kayaya oyulmuş çukurlara ya da astodan denilen taş sandukalara konur…”[20]

Kemiklerin ve kafataslarının kutsallığı, ağaçlara asılması ve çürüyen kısımların ayrılmasının ardından kavim tarafından toplanmaya başlaması meselesini “Simgebilim Perspektifinden Göbeklitepe Tapınakları” kitabımda incelediğim için tekrarlamayacağım.[21] Ancak Göbeklitepe’nin “ritüel” amaçlı kullanımı ve Tapınak niteliğinin doğrulanması açısından önem taşıyan bir diğer incelemenin daha analiz edilmesi gerekiyor.

Göbeklitepe’de ele geçirilen ve insan kafataslarına ait olduğu anlaşılan kemik parçaları üzerindeki çalışmalar 2009 yılında antropolog Dr. Julia Gresky tarafından değerlendirilmeye alındı. Gresky çalışmalarını 2018 yılında tamamladı[22] Bu araştırmanın sonuçları dikkate değerdir.

Makaleden anlaşıldığı kadarıyla insan mezarlarının bulunmadığı Göbeklitepe’de çok sayıda parçalanmış insan kemiği bulunmuştu. Toplam 3 kafatasında ait parçalar üzerinde modifikasyonların saptandığına işaret eden makalede, benzerlerine farklı kazı alanlarında da ulaşılan ve sahibine “mistik itibar” bağışlayan renklendirmelerle ilişiklik sağlanmıştı.

Öncelikli olarak Göbeklitepe”de bu zamana dek bilinmeyen bir kafatası modifikasyonu-değişimleri belirlendi. Makaleye göre oyulmuş kafataslarının bulunduğu ilk bölge olarak Göbeklitepede oyuklar sagital yönelimli olarak tanımlanmakyadı. Yani alın boyunca geçen çoklu kesim faaliyetleri kafatasının arkasına kadar uzanıyordu. Özel analiz yöntemleri de oyma ve kesme işlemlerinin litik aletler kullanılarak gerçekleştiğini doğrulamaktaydı.

Makalede Göbeklitepe’de bir ‘kafatası kültü’ uygunluğu için kriter sınaması da sunuluyor. Arkeoloji literatüründe kafatası kültü
-     İnsan kafataslarının kasıtlı motifikasyonu
-     Seçilmiş bağlamlar ile toplanması ve biriktirilmeleri şeklindeki tanıma bağlı kalmıştı.

Ancak Göbeklitepe bu ilkeler itibarıyla kimi noksanlıklar içeriyor. Bu sebeple kafatası kültü için iki veri asal alınmıştı:
-     Dini bir bağlam
-     Kafatasları üzerinde iyileştirme-düzenleme ve çoklu kafataslarında tekrar eden uygulamalar.

Makalede Göbeklitepe”nin bir ritüel merkez olarak görülmesi fikri tekrarlanıyor. Bu hususta da monolitik T şekilli kireçtaşı direkler, kabartmalar, heykeller ve yerel bölgenin belirgin konumunda yer alması gibi unsurlar destekleyici veriler olarak sunulmuştu.

Göbeklitepe ile kafatası kültü arasındaki bağıntı elde edilen heykeller aracılığıyla da güçlenmişti. D Tapınağı’Ndaki başsız insan figürü, kafası kopmuş insan heykeli ve “hediye taşıyıcısı” olarak isimlendirilen ve elinde insan kafasını taşıyan diz çökmüş bir figür bu bağıntıları güçlendirmektedir.

Kafatası bulguları eksik de olsa kimi sonuçlar sergilenme ihtimalini gündeme getirdi. Özellikle 1 numaralı kafatası parçalarındaki sarı izin yerleştirilmesi nesnenin özel önemini vurgulamaktaydı. Kafatası ayrıca sol paryetalde delinmiş bir delik taşıyordu ki bu da kafatasının dik biçimde asılabilmesi ve askıya alındığında öne doğru bakabilmesine olanak tanıyacak şekilde tasarlanmıştı. [23]

Tüm bunlar ne anlama geliyor?

Göbeklitepe’nin bir ritüel merkezi olarak niteliği bu çalışmalar ile öncelikli olarak güçlenmiştir.  Kafatası kültü açık biçimde bağlantı taşıdığı “atalar kültü-ölüler tapınımı” olgusallığıyla bağlantısını daha önce vurgulama olanağı bulmuştum. [24] Julia Gresky’nin makalesinde de paralel sonuçlara ulaşıldı. Kafatasları atalara ait kafataslarının biriktirilmesi ya da düşmanların sergilenmesi gayesiyle yapılmış olabilir. Bu iki tipteki uygulamada amaç negatif ve pozitif cenaze sanatı olarak değerlendirilebilir.

Bu kafatasları ölüm sonrası muameleleri gösteriyor ve toplum için özel statü taşıyan kişilerin kafataslarına uygulanan işlemleri açığa seriyordu. Olumlu cenaze sanatında toplumlar için özel anlam taşıyan önemli kişilerin anılması ve bir tür güç aktivitesi yaratma, olumsuz cenaze sanatında da yine bir güç transferi, prestij ya da düşmanın ruhunun intikam amaçlı geri dönüşlerini engellemeye yönelik girişimle karşı karşıya kalabiliriz. Göbeklitepe özelindeki bu uygulamada da kafatasının bir kordon ile asılması gibi bir işlemle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

Kafatası kültü, cenaze sanatı ve ölülerin gömülmesi gibi olgular yaşayanların kutsal varlıklarla ilişki kurma ve bu ilişkiyi sürdürme adına “kutsal bir merkez” olarak Göbeklitepe”nin şekillenişindeki kuşkuların ana verilerini oluşturdu. Uzmanların gündelik kısır çatışmalar içindeki halleri bir tarafa bırakılırsa dinler tarihinin “kafatası” kültünden “verimlilik” kaygısına, buradan “ata tapınımı” ve sonrasında da “kaya” ve “dağ” gibi doğal unsur sembolizmine uzanan kesintisiz ritmini hissetmemek neredeyse olanaksız. Bundan sonrası ise ROUX’un değindiği gibi “bir ölüden” bir Ata yaratma ilişkisinin kaçınılmazcasına uzandığı kurban ritüeli ile ilişki kurmaktan ibaret

Bu konuya yeterince değindiğim için yinelemeyeceğim. Ancak çok yakın zamanlı buluşların “kurban” ritüeli ile ilgili kesin kanıtlara ulaşacağına dair inancımı yinelemeliyim.


[1] http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5c59a71d53d3c4.89977785
[2] Tapınak sözcüğü Öztürkçe olmalı. Tapınmak sözcüğünden türemişti. http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvVGFwxLFuYWs
[3] TEKÇAM, Tamay. Arkeoloji Sözlüğü, s. 218 ALFA. Kasım 2007.
[4] Açık hava tapınakları bkz. TEKÇAM, s. 218.
[6] Kutsal dağ temasının tekrarı olarak Zigurratlar, Mısır’ın ilksel tepeciğinin temsili olarak Piramitler, ana rahminin temsili ve mezar eğretilemesi olarak mağaralar vb…
[7] Toplanma ve buluşmanın ritüel değeri üzerine Modern Tek Tanrılı Dinler ve mabet algısı açık bir paralellik sunuyor. I. Süleyman Tapınağı’nın buluşma ve toplanma niteliği Kitab-ı Mukaddes’in sayfalarında açıkça izlenebiliyor. Yine “cemaat” olarak Kilise ve Allah’a ibadet için toplantı çağrısının karşılığı olarak cami benzer bir anlam dağarcığında yer almaktadır.
[8] Fatih Altaylı’nın Teke Tek programındaki bu ifadelere 02.00 ‘ıncı dakikadan sonra ulaşmak mümkün. Daha geniş izlenim için. https://www.youtube.com/watch?v=17q0BnnSL3w
[9] Kuran-ı Kerim Taha Suresi 12. Ayet. Karşılaştırmalı tercümeler için http://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=20&ayet=12
[11] Alıntı için bkz . SCHMIDT, Klaus. Göbekli Tepe-En Eski Tapınağı Yapanlar, s. 14. Arkeoloji ve Sanat, İstanbul 2014
[13] Bu konudaki açıklamalarım için bkz. Simgebilim Perspektifinden Göbeklitepe Tapınakları s. 114. Ozan. 2016.
[14] Örneğin bkz: “Platonun batı yamacında keşfedilip belgelenen platodan yağmur suyunun tahliye olduğu ana güzergah üzerinde kayaya oyulmuş sarnıçlar ve ilişkin kanalları varlığı da onu bu düşüncenin aksini düşünmeye yönlendirmemişti…”
[15] Bunlar doğal kireçtaş plato üzerine inşa edilmiş oval planlı yapı gurubunu oluşturuyordu. Kuzey Suriye’de Fırat kenarında yer alan çanak çömleksiz neolitik dönem yerleşmesi Jerf el Ahmar’da kilere benziyordu.
[16] Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, ile “Simgebilim Perspektifinden Göbeklitepe Tapınakları” kitabımın yazım sürecinden bu yana aralıklarla da olsa yazışmalarımız devam ediyor. Bu yazışmalar sırasında öylesine önemli şeyler söylemektedir ki bir kısmını yalnızca bilgiyi yayma amacıyla kullanma girişiminden dolayı affına sığınıyorum.
[17] Doğrudan alıntılıyorum: “Bu bir yatır, kutsal ağaç ya da o amaç ile kullanılan bir mekan olabilir…”
[18] Çayönü, Güsir, Hallan Çemi, Nevali Çori ve Tel Qaramel vs.)
[19] Ayrıntı için bkz. SCHMIDT, s. 123 ve sonrası.
[20] Alıntı için bkz. SCHMIDT s. 133 ve sonrası.
[21] Ayrıca Göbeklitepe ile Altay Türkleri’ndeki uygulamalar, gömme, sergileme ve vahşi hayvanlara bırakma gibi karşılaştırmalar için ROUX Jean Paul. Altay Türklerinde Ölüm s. 217 ve sonrası. Kabalcı Kasım 1999 İstanbul.
[23] varolan alternatif bir delik de dekoratif amaçlı ya da maske giydirme işlevi olarak duyurulmuştu.
[24] Habertürk gazetesinde yayınlanan söyleşinin eksik ve yanlış anlaşılmaya gebe ifadelerinin düzeltilmesi adına hazırladığı kamuoyu duyurusuna http://dikine.blogspot.com/2017/06/goktug-halis-gobeklitepe-basn-acklamas.html linkinden ulaşılabilir.

Sapiens'in Post-Modern Çöküşü: Yuval Noah Harari

0 yorum

Mustafa Çölkesen

Popüler kitaplar hiçbir zaman ilgimizi çekmemekle birlikte, özellikle insan ırkıyla ilgili bir incelemenin dünyada ve son yıllarda Türkiye’de “en çok satanlar” listesinden inmiyor olmasını (sadece kitapyurdu isimli sitede bile satış istatistikleri 40.000 adet olarak veriliyor) hayli dikkat çekici bulup, kitabı edinerek belirli bir sayfaya (170. sayfa) kadar okumaya koyulduk.

Öncelikle konu, bir biyolojik, toplumsal, siyasi varlık olarak insan olduğundan ve son dönemde, özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyada “dinsel dogmacılık” yeniden zuhur ettiğinden, Harari’nin kitabında kullandığı “evrimci yöntemi” olumlu bulduğumu belirtmeliyim, Harari, daha kitabın ilk sayfalarında, insanın yeryüzü sahnesine ilk adımını atışını tasvir ederken evrimci yöntemi (bilimi) çok net bir şekilde savlıyor:

“..İnsanlar ilk olarak 2.5 milyon önce Doğu Afrika’da “Güney Maymunu” anlamına gelen Australopithecus adı verilen bir maymun cinsinden evrimleşti..” 

Harari, ilerleyen kısımlarda, bilimin son bulguları eşliğinde, yeryüzüne yayılmış çeşitli “paralel” Adem ırklarından bahseder, Homo Neandertalensis, Homo Soloensis, Homo Floresiensis v.s. Ancak “düşünmenin bedeli” başlıklı alt-bölümün son satırlarında, Homo Sapiens’in geçirdiği “düşünebilme evrimi” sayesinde besin zincirinde yukarıya sıçrama yaptığını belirtip, şunları ekliyor:

“..Daha yakın zamana kadar savanada orta halli yaratıklar olduğumuz için hala korku ve endişelerle doluyuz ve bu da bizi fazlasıyla zalim ve endişeli kılıyor. Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor..”

Harari, kitabının ilerleyen bölümlerinde Neolitik Devrim’in “insanlığın kazancı gibi gözüken bir kaybı olduğunu” vurgulamasına rağmen, buradaki yorumuyla sonraki ifadelerinden bir anda kopup, Homo Sapiens’in tüm tarihsel suçlarını akıl vasıtasıyla doğaya egemen olmaktan kaynaklanan bir “tedirginlik” olarak sunuyor, Harari ne kadar uzak bir tarihten bahsetmektedir bilemiyoruz, ancak yaban topluluklar hakkında son dönemlerde yapılan antropolojik çalışmalar bu toplulukların bilakis “barışçıl topluluklar” olduğuna işaret etmektedir, ancak çok sonraları, rahip-krallar, usta savaşçılar, aristokrat saraylılar, imparatorlar, surlar, hendekler, savaş tanrıları, kaleler, savaş arabaları, yerleşik hayata geçmiş ilk neolitik toplulukların olmazsa olmaz figürleri haline gelir.  Her ne kadar Harari, sonraki kısımlarda, insanın temas ettiği tüm coğrafyaların eko-sisteminde hızla bir bozulma meydana geldiğini belirtse de, çevre felaketleri bizce tarihsel değil, nispeten modern zamanlara ait bir olgudur. Avlanma ya da neolitik, eko-sistemde sınırlı değişimlere neden olan doğaya müdahale olsa bile, hala doğal araçlarla yapılan müdahalelerdir, bizce tam da (uzun zaman sonra ticarileşerek “sentetik maddeyi” keşfedecek kimya haline gelecek olan) Simyanın keşfedildiği gün Harari’nin Sapiens’i için çevre felaketlerinin o tarihsel kapısı aralanmıştır.. 

Harari’nin bilişsel devrim olarak adlandırdığı soyut düşünce mutasyonunun Sapiens’e diğer canlılarda bulunmayan muazzam bir iletişim becerisi kazandırmasını “dedikodu”yla açıklama girişimi ise, kitabın devamında da rastlayacağımız, onun yer yer spekülatif yaklaşımının bir parçası. Bize göre, kolektif hayatın zorlamasıyla ortaya çıkan, sembolik düşüncenin bir uzantısı olan dil, canlı bir organizmadır ve farklı coğrafyalardaki insan topluluklarında, zaman içinde karmaşıklaşan gereksinimler ve organizasyonlara paralel olarak, özgün kalıplarını korumak suretiyle dallanıp budaklanarak hala evrimini sürdürmektedir. Bizim merak ya da iletişim edimlerinden birisi olarak gördüğümüz Harari’nin “dedikodusu”nun hangi yeni gereksinimlere neden olup, dilde bir zenginleşmeye yolaçtığı ise bu bağlamda belirsizdir.

İnsanın hikayesini evrimsel bir bakış açısıyla çözümlemeye çalışan Harari, büyük dönüşümlerden bahsederken bildik spekülatif tutumunu sürdürüyor, insan topluklarının ortak mitler olmadan sosyal organizasyonları gerçekleştiremeyeceğini belirten Harari, konu Fransız devrimine geldiğinde ise şu yorumu yapıyor:

“..Mitler uygun koşullarda hızlı bir şekilde değişebilir, 1789’da Fransız nüfusu neredeyse bir gecede  kralların tanrısal gücü mitine inanmayı bırakıp, halkın egemenliği mitine inanmaya başladı..”

Tüm devrimler, tarihlerindeki birikimlerin, atılımlar ve gerilemelerin, devlet zoruyla halkın bilinçaltına bastırdığı arzularının patlamalı sonuçlarıdır, Fransız devriminde halkın bir gecede kralların tanrısal gücü mitine inanmayı bırakması Harari’nin kendi spekülatif mitidir, feodal dönem Avrupa’sında köylü, halk isyanlarının yüzlerce yıla yayılan bir tarihi vardır, 10. yy’daki Fransa’daki büyük ayaklanmayı 1325 Flanders, 1358 kuzey Fransa ve 1381 İngiliz köylü ayaklanması izler, Almanya’da protestan reformu, Luthercilik, 1525 büyük köylü isyanı, Calvinci hareketler Fransa’daki devrime varan yolun o uzun zigzaglı basamaklarıdır.

Daha sonra, Harari’nin, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni evrimci biyolojinin mihenk taşında sınayan tuhaf yorumlarına şahit olmaktayız, Harari “evrimde bir amaç yoktur, evrim, duygulara, hakkaniyete, özgürlük arayışına bakmaz, insan, evrimin bu körü körüne işleyişinin çaresiz bir nesnesidir..” savlarıyla soyut düşünme becerisine sahip, doğa karşısında zaferini ilan etmiş Sapiens’in ihtiyaçlar hiyerarşisinin bir parçası olan “psikolojik boyutunu” görmezlikten görmektedir, oysa yazılı tarihten beri tüm kadim toplulukların mitlerinde bir “kahramanlık”, fedakarlık öyküsüne, mutlu ve uyumlu kolektif bir hayata, toplumlara huzur getirmiş, “adaleti” tesis etmiş peygamberi kişiliklere yapılan göndermelere, kitabelere, dağlara taşlara kazınmış çeşitli destanlara rastlarız. Evrimci biyolojinin sınırlı kalıplarına işlevinin ötesinde bir otorite atfetmek, doğadaki salt içgüdüsel “orman yasası”nı insan hayatına yansıtmak, güçlülerin toplumun geride kalanlarını ezmek suretiyle hiyerarşik, zorba tarihsel iktidarlarının yanı sıra faşizmin ana argümanı olan “daha üstün insan ırkları” tezini de meşrulaştırma tehlikesini içerir.

Harari, eşitlik konusunda kendisine gelebilecek eleştirileri farkedip, hızlı bir manevrayla “benim buna bir itirazım yok, benim de “hayali düzenle” kastettiğim bu..”, “önce davaya inanmamız lazım ki etkin işbirliği yapalım” diyor, biz Harari’nin yukarıdaki kafa karışıklığının yanı sıra, “hayali düzenle” maddi tarihe yeni bir muğlaklık eklediğine inanıyoruz. Evet, Harari’ninde savladığı gibi, bugüne kadarki tarihimizde adalet yoktur, ama eğer “adalet” çağrısı binlerce yıldır tarihte çeşitli biçimlerde yankılanıyorsa, o insanlığın somut bir “toplumsal denge”, “güvenlik gereksinimi” olarak hayali filan değil, nesnel bir gerçekliktir. İhtiyaçlar tarihsel, toplumsal evrimin motorudur, evrimin asıl önceliği “canlının hayatta kalması” ve nesillerinin bekası ise, şimdi modern dünyada dahi tanık olduğumuz eksik tüketim, tarımsal kriz, 3.dünyada işsizlik oranının büyümesi, salgın hastalıklar; taşeronculuk, uzun çalışma süreleri, evsizlik, sağlık hizmetindeki yetersizlik, intiharlar, çocuk ölümleri v.b hep insan yaşamını tehdit eden risklerdir, bunlar yerel ve küresel eşitsizlik üreten bir ekonomik model olan kapitalizmin sonuçlarıdır, halkların insan gibi yaşama hakları için verecekleri mücadelenin “hayali bir düzenle” alakası nedir?

Harari insanlığın hikayesi konusunda tarifler geliştirmeye çalışmakta, ancak dünya düzeninin nedenleri konusunda tatmin edici bir açıklama geliştirememektedir, onun kavramsal dünyasında bir maddi dünya sistemi olarak meta ekonomisi, kör piyasa, yabancılaşma, tekelcileşme, finansal spekülasyon, dünya kaynaklarının % 7’lik zümre çıkarlarına tabi olması, yıkıcı rekabet, silahlanma yarışı, ekolojik tahribat, 3. Dünyadan göç, artan nevrozlar, ekonomik krizler, emperyalizm ve dünya savaşı olasılığı bulunmuyor, nedenler anlaşılmadığında ise bulunduğumuz yer bir karmaşa ve spekülasyon alanıdır:

dünyanın dört bir yanındaki insanlar Fransız devriminden bu yana eşitlik ve bireysel özgürlüğü temel değerler olarak görmeye başladılar, ki bu iki değer bile aslında birbiriyle çelişir, eşitlik ancak daha iyi durumdakilerin özgürlüklerini kısıtlayarak gerçekleştirilebilir. Her bireyin tamamen istediği gibi davranabileceğinin güvencesini vermek kaçınılmaz olarak eşitliğe zarar verecektir. Buna bağlı olarak 1789’dan beri tüm dünyanın siyasi tarihi bu çelişkiyi giderme çabaları olarak görülebilir..”

Harari, bu liberal esintileri, büyük bir aymazlıkla, Bill Gates’in, Warren Buffet’ın, Papa’nın, Türkiye’den Koç grubunun kapitalizme itirazlarını dile getirdikleri, onun reforme edilmesi zamanının geldiğini vurguladıkları dönemden birkaç yıl önce yazıyor.. Bir sosyalist olarak biz ise, dünya halklarının refahı ve insanca yaşama hakkını, dünya gelirinin % 93’ünün üzerine çökmüş dünya burjuvazisinin özgürlüğünü kısıtlamak uğruna almak istediğimizi söylemekle yetinelim.

Harari’nin kitabını, neden hep olduğu üzere roman, fantastik kurgu ya da başka türden bir kitap değil de insanın tarihini anlatan bir kitap “best seller” haline geldi diye düşünürken edinip, okumaya başlamıştık, eserde ilerlerken post-modernist bir vizyonun imalarını hissetmeye başlamıştık, hatta bazen yazarın, Matrix, Game of Thrones ya da adını bilmediğimiz post-modern Hollywood kurgularından da esinlenmiş olabileceğini de düşünmüştük, kitap zaman zaman bir tarih eseri vizyonunu yitirip adeta bir “kişisel gelişim kitabı” edasına bürünüyordu, dünya tarihi konusunda tarihsel maddeci vizyonu benimsemediğini anladığımız yazarın eserini liberal ideolojinin savunusunu yaparak bitireceğini tahmin ediyorduk, ancak tesadüfen baktığımız aşağıdaki satırlarda Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezine nispet yaparcasına tespitler görüyoruz, bizce asıl tarihin sonu, yani “Sapiens’in Post-Modern Çöküşü” işte budur:

“.. Tek bir anlamlı tarihsel gelişme vardır. Bugün nihayet mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika ve sosyal reformlarla, siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakıp, bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: Biyokimyamızı manipüle etmek. Eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri geliştirmek için milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmalarını sağlayabiliriz, böylelikle devrimlere de ihtiyacımız kalmaz..”

 22.10.2018