Hayati Özen'in ardından

 


"Çok şey vardı anlatılacak,

O yüzden sustum,

Birini söylesem, diğeri yarım kalacaktı,

Sen duydun mu sustuklarımı?.." 

(Tutunamayanlar, Oğuz Atay)


Sevgili Hayati,

Bu çok geç bir veda mektubu ve bu mektubun sana ulaşmayacağını bilerek yazıyorum, yazmazsam derin bir yara olarak içimde kalacak ve olan bitenden sonra belki kendimce “keşke”lerin bir telafisi olacak bu sözcükler..

Ama sadece kendimi düşündüğümü sanarak bana kızma lütfen, yoldaşça geçirdiğimiz günlerin yazılı bir anması bu satırlar..

Eskiler “kötü haber çabuk gelir” derlerdi, hayat, sosyal medya denen, bizim zamanımızda bulunmayan bir büyük imkanı önümüze koyduğu bir zamanda dahi bu kez öyle olmadı dostum.. Ben tekerrürleri hiç sevemedim hayatımda ve o sosyal platformlardan da bir süredir soğuyup, senden haber alabileceğim yegane ortama, yani face’e uzun bir süredir ara vermiştim, bu, sanırım üniversite mezuniyetinden 25 yıl kadar sonra, seninle yaptığımız o ilk ve son telefon görüşmesinden sonra, seni yeniden arama fırsatını bulamadığım için kendime ne denli kızmamı gerektirir? Bunu bilmiyorum..

Neredeyse 2.5 sene sonra, üniversitede benim kadar yakın bir arkadaşından, Sevtap’dan öğrendim bu dünyaya veda ettiğini, o an ise aklıma seninle ilk tanıştığımız gün geldi, Bursa’dan Uludağ Üniversitesi Görükle kampüsüne giden öğrenci servis otobüsünde tanışmıştık seninle, o zamanlar, yani 1988 yılı olsa gerek, onların ifadesiyle sırf “üstü başı düzgün olduğu için” bile solcu öğrencilere polis, ajan yakıştırmaları yapıldığı bir dönemdi, eğer doğru hatırlıyorsam sıra bana da gelmişti ve keyfim fena halde kaçıktı, o gün sende çok keyifli gözükmüyordun, yani iki keyifsiz adam ağır bir edayla konuşmuştuk, Anadolu Üniversitesi’nden yatay geçiş yaptığını söylemiştin, belki sende yeni bir ortamın stresini yaşıyordun o gün, ama herhalde o 40 dakikalık yolculuğa kolunun altında ve yeşil bez çantandaki dergilerinle yine edebiyatı, tiyatroyu sığdırmıştın, farketmiştim, benden ve sonradan senin de yoldaşların olacak arkadaş gruplarımızdan farklıydın.. Seni daha ilk günden bir sanat adamı olarak tanımıştım Hayati..

Biliyorsun, bir siyasi grubun parçası olmak çabuk kaynaşmak demekti, solcuyduk ama nedense kantinin süs havuzuyla bölünmüş sağ kısmında otururduk farklı gruplar olarak, işte aramıza katıldın, ama o her zamanki sakin, efendi üslubunla.. Sonra biz neredeysek sende oradaydın, kah kantinde, kah yemekhanede, kah gezmek için gittiğimiz Bursa’nın öğrenci kafeleri ya da evlerinde.. Eylem programlarımızın aralarında bazen, keyfi bir şekilde kaçık olan arkadaşların da yanında görürdüm seni, hep anlatırdın, bazen çantandan çıkarttığın antoloji, şiir kitabı veya edebiyat dergisini tutuştururdun konuştuğun kişinin eline, ya da oradan bir pasaj okurdun, insanların seni sevmesi için özel bir çabaya gerek yoktu yani, dersini iyi çalışmış bir öğrenci gibi felsefe, mantık, diyalektikle bezerdin sözlerini,  bir sol dalganın içindeydik, o solcu arkadaş gruplarının içinde bile bir başka aidiyet, bir fraksiyon bulmak için sanki acelemiz vardı ve senin meramın olan büyük düşüncelere zamanımız kalmıyor gibiydi..

Uludağ Üniversitesi’ne o yıllarda Arnavutlukçu’lar olarak bilinen siyasi çevreyle olan ilişkilerinle mi gelmiştin ya da bizlerleyken mi onlarla tanışmıştın hatırlayamadım, ama bir süre sonra o çevrenin düzenlediği eylemlere katıldığını ve bildirilerini dağıttığını hatırlıyorum, artık daha özgüvenliydin, ama sanırım sonradan Çavuşevsku’nun yıkılışını izledikten sonra, tıpkı bizler gibi, hayatında hayal kırıklıklarının eşlik ettiği yeni bir dönem açılacaktı..

İşin kötüsü, ben bir süre sonra katıldığım bir öğrenci eyleminden ötürü ceza alarak 1 yıl okuldan uzaklaştırılmıştım, döndüğümde arkadaşlarımızın çoğu mezun olmuştu ve kalanlarla da aramızda bir boşluk olmuştu, okula açtığımız dava lehimize sonuçlandığı için 2 ay içinde onlarca dersten sınava girip mezun olmamız gerekiyordu, sadece çalışıp, sınavlara girdiğimi ve sonra korkunç bir yorgunlukla mezun olarak arkama bakmadan İstanbul’a döndüğümü hatırlıyorum, işte ilk kopuşumuz ta o zamandı…

İnsanların birbirleriyle hala ev telefonu ve mektupla haberleştiği zamanlardı onlar, bende hiçbir dostun ne adresi ne de telefonu bulunmuyordu,  bir de başka bir şey vardı: Ben, henüz Sovyetler çökmeden önce, bir sahafın tozlu raflarının arasında bulduğum Ernest Mandel’in eserleriyle tanışarak oradan Troçkist geleneğin varlığından haberdar olmuştum. İşte uzaklaştırıldıktan sonra üniversitemize geri dönerken eski Stalinist gelenekle bağları koparmıştım, Sovyetleri çökmeye yazgılı bir bürokratik işçi devleti olarak görüyordum, yine de sosyalist olduğu varsayılan bir devin çökmesi herkes gibi beni de bir süre sarsmıştı, ama asıl vurgunu senin de bir dönem mensubu olduğun eski Stalinist çevrelerin yediğini tahmin edebiliyorum, uzun süre herkes sessizliğe büründü, ama Sovyetler çöktü diye elden kitaplarımızı düşürecek değildik, sen o travmatik dönemi nasıl geçirmiştin, burası çok önemliydi, bunu bilmiyorum, olasılıkla “elde var şiir, edebiyat, tiyatro ve felsefe” demişsindir, hayat devam ediyordu, elden kitap düşürmeyenlerin tutunacak elbet bir dalı vardı ama senin alanın hep yalnız entelektüellerin bir uğraşıydı..

Bunları yazarken aklıma hayatımızın en güzel yıllarını yaşadığımız kenti terk edişimiz geldi, 4 yıllık anılarımızı bir yerlere sıkıştırıp biz yuvalarımıza dönerken, sen Bursa’da kaldığın için o güzel insanlar bir anlamda seni terkediyordu.. 1990’ların sonlarına doğru bir işim için Bursa’yı geçerken ziyaret etmiş ve oradan üşenmeyip üniversite kampüsüne kadar uğramıştım, fakültenin içine dahi girdim, binalar, o güzelim yemyeşil kampüs oradaydı ama ben büsbütün yıkılmıştım.. Bizim dönemimizde ayın ortasını binbir güçlükle getiren yoksul gençliğin yerini, babalarının aldığı son model arabalarla şımartılmış, fikirsiz, ruhsuz bir gençlik almıştı, sahi bir 10 yıl içinde varlık, yani para, önceki ruhu nasıl yoketmişti? Biz yerimizi bunlara, bir de sayıları hızla artan gerici- faşist bir kesime bırakmıştık, sen artık daha da yalnızdın..

Ama benliğini yaşamak uğruna, iktisat diplomanı bir kenara koyarak, kariyerden vazgeçecek kadar cesur birisiydin sen Hayati, sonradan tiyatroda karar kıldığını ve devlet sanatçısı olduğunu öğrendim, aynı yetenekleri, aynı sanatçı ruhu taşıyan meslektaşlarınla mutlu bir dönem geçirmişsindir, ama bundan 30 yıl önce dev bir dağın eteklerinde, tarih izleriyle bezenmiş o kendine özgü şehir de sermayenin genişleyen saldırısına uğramış, koca koca fabrikalar, plansız yerleşimler, AVM’ler, plazalar ve feci bir trafikle çirkinleşmiş durumdaydı, bu o kadar öyleydi ki, ne zaman İzmir tarafına yolum düşse şehrin o bitmiş halini görmemek için de kestirme otobanı kullanıyordum, sahi iyiden kötüye, çevre katliamına uğramış o şehire bizden sonra nasıl katlanmıştın Hayati?

Başka bahtsızlıklarımız da vardı dostum:  Espriler ve kahkahalarla dolu sabahlara kadar yaptığımız siyasi sohbetlerimizle meşhur, güzelim Setbaşı’ndaki anonim öğrenci evimizin ev sahibi Burhan’ı 1997’de Ankara’da gözaltında kaybettiğimizi sen benden önce duymuşsundur, zaten onlarca devrimci öğrencinin arasında bir sen ve bir de Burhan vardı sanatla, şiirle yaşayan; aslında Burhan günün 24 saatini mizahla tiyatral yaşıyordu, onun yanında olup da gülememek ne mümkündü? Ama o kesintisiz neşenin ardında inanılmaz bir irade de vardı, onu hissediyordum, gözaltında dik durmuştur Burhan, intihar deyip hesabına uydurmuşlardır.. Topu topu kaç kişiydi ki bizim yakın çevre? Bir de yanımda görmüşsündür ama, arkadaşlığın varmıydı bilmiyorum, bizim zeka küpü Kırşehirli İrfan vardı, sınıfın birincisiydi, bir sınav öncesi 40 sayfalık bir ders notunu ilk kez okumasına rağmen derhal aklına kaydedebildiğine hayretler içinde şahit olmuştum, kolay işti okul onun için, herhalde uyumanın dışındaki saatleri “devrimi hayal etmekle” geçiyordu, bir çeşit devrimini bulamamış Lenin gibiydi, ama  doğru anlamamıştı Lenin’i, hızlı gitmek istiyordu, ben bir türlü Mahircilikten vazgeçiremedim onu, o ise bizlerden vazgeçip yoluna yalnız devam etti, 10 yıl sonra öğrendim, 1994’de bir çatışmada hayatını kaybetmişti

Kapitalist medeniyetin elinde kırbaç tutan düzeneği, gündelik sıkıntı ve elemlere kısa sevinçlerin eşlik ettiği o tarihsel zigzaglı yollarına bizi alıştırmaya çalışıyordu; bu, gamsızlar, kariyeristler, sıradan insanlar için değil ama bizim gibi insanlar için çok yorucuydu Hayati.. Hep fırtınalı havada seyir halindeki bir balıkçı teknesi gibi defalarca alt üst olduğum yıllardan sonra, bir fırsatını bulup seni aramıştım, hafızama pek güvenmem ama hiç de coşkusu olmayan kısa bir görüşme oldu bu, “artık eskisi gibi düşünmüyorum..” demiştin, bu, uzun yıllardan sonra aramızdaki mesafeyi mi anlatıyordu? O zaman hemen başa dönmüştüm ben: Sovyet çöküşü, bizim seni o kentte bırakıp evlerimize dönüşümüz, kaybettiğimiz yoldaşlarımız, senin Almanya’nın hayranlık duyulacak şehirlerinden olan Berlin’de geçirdiğin 9 yıl, o dönemde doğu gizemciliği, felsefesi, belki Platonculuk, Batini akımları araştırman v.s. Bunları zaten internette bulunan tek videonda, bir etkinlik açılış konuşmasında “kitapları eskittim, kendimi yeniledim..” diyerek anlatıyorsun. Hangi yıllar olduğunu söylemiyorsun, tıpkı benim gibi sıfırlanma ihtiyacını duyduğun 40’lı yaşlarınmıydı?

Ya da tıpkı sayılar gibi isimler de bir kadermiydi Hayati? Sırf adın “hayatla ilgili” diye, hayatın, tarihin sorgusundan kaçınmak elinde değilmiydi örneğin, yani isimler efsunlanmış içgüdülerimizmiydi, buradan manalı sırların, logosun, kelamın gizemli kapılarına mı açılıyordu yollar? Yol, bizi yenileyip, zamanı hızla eskitirken hangi gizemin peşinde mutlu olabilirdik biz?

Biliyorum, bir peygamberin inzivaya çekilip kuramların, kavramların, mantığın, felsefenin, ulaşabildiği kadar bilgi havuzunun içinde meşakkatli bir yolcuğa çıkması gibidir bu, sen yaklaştıkça senden uzaklaşmaya çalışan bir ışık, kavradığını sandığında şekli bozulan kadim bir sembol gibidir, soluksuz gecelerden sonra tan ağardığında, elinde yine “kayıp bir halka” ile başlarsın mucizesi olmayan günlere, tinsel yolculuklardan sonra döneceğimiz yer yine “kendi benliğimiz”dir, evet, büyük erdemdir ama söz hükmünü yitirdiğinde tufanlara kadardır bilgelik..

Bir çağ değişiminin hemen öncesinde, gaddar yüzüyle, entrika ve ihanetleriyle henüz karşılaşmadığımız hayat, ülkenin dört bir yanından bizi, masum gençliğimizi bir araya getirmişti, birbirimizi tanıdık, öğrendik, etkilendik, değiştirdik, hep birlikte, coşkuyla, mutlulukla mührümüzü vurduk zamanın geçiciliğine…

Bizden sonra bir tiyatrocu olarak hangi oyunları oynadın bilmiyorum, ama sanırım biz senin en güzel sahneni, en içten ve sevimli rolünü izledik Hayati, özbenliğinle hepimize kendini sevdirmiştin, sen olmasan o eşsiz dostluk sahnesi eksik kalırdı..

Geçmişi kurtarmak elimden gelmedi, hoşçakal Hayati..

Mustafa Çölkesen

08.12.2020


twitter: https://twitter.com/clksnme 

0 yorum :: Hayati Özen'in ardından

Yorum Gönder