Sisler Ülkesi...

Orhan Gökdemir
Komitas’ı bilir misiniz?
Etno-müzikolog, kompozitör, şarkıcı, koro şefi ve din adamı. 1869’da Kütahya’da doğdu, küçük yaşta yetim kaldı. Okul yıllarında Ermeni dili ve ruhani müziği üzerine çalıştı. 1896-99 yılları arasında müzik eğitimini geliştirmek için Almanya’ya gönderildi, Berlin'de Wagner'in kurduğu, Richard Schmidt’in özel konservatuarında eğitim gördü.
Sonra Avrupa’nın önde gelen müzik adamlarından biri oldu. Anadolu ve Ermeni müziğini konu alan konferanslar verdi. Bela Bartok’dan evvel Anadolu'yu köy köy gezdi, türküler derledi. Komitas makamının yaratıcısı.
4000’den fazla eseri derledi, notaya döktü ve seslendirdi. Türk ve Kürt müziğinden derlemeler yaptı. Türk Ocakları’nda müzik dersleri verdi.
Sorsalar, sadece doğru bildiği şeyi yapıyordu Komitas. Seslerin peşinden gidiyordu.
24 Nisan 1915’te, şafağa karşı yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker alınıp götürüldü; aralarında o da vardı. Trenle Çankırı’ya gönderildi; yakın arkadaşları şair Mehmet Emin Yurdakul ve yazar Halide Edip’in de araya girmesiyle İstanbul’a geri getirildi. Ancak hassas kişiliği, tutukluyken yaşadıklarının ıstırabından sonsuz bir cehennem yarattı ona. Bir daha bu cehennemden çıkamadı. 1916 sonbaharında askeri hastaneye götürüldü, 1919’da Paris’te bir akıl hastanesine nakledildi. 1936 yılında Paris’te öldü ve Ermenistan’da toprağa verildi. Paris’e bir heykeli dikilmiştir ki, soykırımı anıtı diye lanetlenmiştir bizde.
Can verip ölüsü yol kıyısına atılanların, yaşadığı topraklardan izleri silinenlerin acısıydı onu çıldırtan.
Anadolu’da onlara özgü ne varsa, 1915’te kaldı. Zanaatları unutuldu. Lezzetli ekmekleri yapan kadınların türküsü duyulmaz oldu. Okulları kaymakamlık binası, kiliseleri cephanelik, mezarlıkları taşlarından temizlenip tarla oldu. Başka topraklardan sürülüp gelen başka muhacirler yerleşti artık boş kalmış evlerine.
Tehcir desek ne, soykırım desek ne? Sadece Komitas’ın hikâyesi bile vicdanları kanatmaya yeter de artar bile. Kötü şeyler yaşandı bu topraklarda, olmadık işler yapıldı. Komitas gibi sürgünlüğün acısını tatmış Ahmet Kaya’nın şarkısında denildiği gibi, biri duvarları yıktı, camları kırdı, fırtına gelip aramıza serildi, biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri, her şeyi kötüledi, bizi yaraladı... Biri şarabımızı döktü, soğanımızı çaldı. Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu. Ciğerim yanıyor, yüreğim kanıyor; olmasaydı sonumuz böyle...
Ama Türkler değil bu dramın öznesi. Koca bir imparatorluk yıkılırken enkaz altında kaldı herkes. Türkler de vardı aralarında; 20 yılda 6 milyonu can verdi taa Yemen’den Balkanlara dek.
Sonra, kışkırtanlar, çomak sokanlar, nifak tohumu ekenler, plan yapıp yol gösterenler sıyrılıp gitti bir bir. Onlar tertemizdi her zaman olduğu gibi. Doğu vahşiydi, ötekine tahammül göstermiyordu bu yüzden, birbirlerini öldürmeleri de doğaldı haliyle. “Suçlusunuz hepiniz, kabul ederseniz bunu, itiraf ederseniz acımasız katiller olduğunuzu iyi hissedersiniz siz de kendinizi” diyorlar şimdi.
Ama neden yüzyıllarca yan yana, iç içe yaşamış, ekmeklerini birlikte pişirmiş, şaraplarını birlikte içmiş, sevinçlerini birlikte derlemiş, soğanını paylaşmışların bir günde kanlı bıçaklı düşmanlar haline geldiğini sormuyor kimse. Şarabımızı döken, soğanımızı çalan, hüzünlerimizi çoğaltıp bizi kötüleyen, hiç yoktan kafesteki kuşumuzu vuran kim? Kim ciğerimizi yakan, yüreğimizi kanatan?
Bir sabah, şafak vaktinde alınıp alınıp götürülmeler Komitas’la bitmedi ne yazık ki... Acılı bir toprağın çocuklarıyız hepimiz. Kaybettiğimiz o eski seslerin peşinden gitmeyi öğrenirsek çıkarız belki aydınlığa.
Bu cennet, bu cehennem, bu memleket bizim!

0 yorum :: Sisler Ülkesi...

Yorum Gönder