Tarihsel Marksizm / İktisadi ve Felsefi Aklın Eleştirisi

Orhan Gökdemir

ÖNSÖZ

Bugün anladığımız anlamıyla İktisat ve felsefe, burjuvaziyle birlikte doğdu. Bu yeni sınıf, doğa ile insan arasındaki ilişkide yepyeni bir pozisyon almıştı. Burjuva, insan-doğa ilişkisini aracısız kuruyordu, çünkü tanrıya ihtiyacı yoktu ve kuşkusuz bu devrimci bir durumdu. İktisat ve felsefe işte yeni sınıfın bu yeni pozisyonun ifadesidir.  İkisi de insan doğa ilişkisini tanrının aracılığı olmadan açıklar. Çıkış noktası “insandır” ve “insan” kökeni itibariyle de burjuvanın ta kendisidir.

Onun için Marksizm canlı, yaşayan, somut insandan yola çıkmayı önerdi. Somut insan, genel, belirsiz insan kimliği altında toplanamaz bir şeydi çünkü. Onun doğa karşısındaki konumu birbirinden farklıydı. Genel olarak burjuvalar ve proleterler olarak tanımlanmışlardı ve bir proleter, gerçekte, hiçbir şekilde felsefenin ve iktisadının insanı ile örtüşmüyordu. Bu durumda insanın özgürlüğünden değil, ancak ve ancak doğa karşısında bağımlılığı arttırılmış insanın özgürlük ihtiyacından söz edebiliriz ki, bu gerçek, felsefenin gerçeği değildir.

Evet, iktisatta da bir “insan” söz konusudur ama bu da mülkiyet aracılığıyla oluşturulmuş bir kurgudan ibarettir. Önce üretim alanı ile dolaşım alanı birbirinden ayrılır. İşçinin üretim alanındaki bağımlılığı, bir alıcı veya satıcı kılığında dolaştığı piyasada silikleşip kaybolur. O artık, bir para sahibi olarak sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından birine dönüştürülmüştür. İşçi, ne alıp satacağına kendi karar veren, “özgürleşmiş” ve görünüşe göre burjuva ile eşitlenmiş bir “birey”dir artık.

Marksizm işte bu zihniyetin en sert ve acımasız eleştirisi olarak doğdu. Sonra bir kaza oldu, Marksist iktisat ve Marksist felsefe doğdu.

Gramsci kesinlikle haklıdır; eğer Kapital’de bir iktisat teorisi varsa ve burada iktisat disiplinine bir katkı bulunabiliyorsa, onun burjuvazinin kitabı olması kaçınılmazdır. Marksizm’in temel metinlerinde açık bir biçimde yapılan felsefe ve iktisat reddiyesi, çok kısa bir süre içinde hızla restorasyona uğradı ve her ikisi de hiçbir şey olmamışçasına yollarına devam etmeyi denedi. Oysa bu bilim, sınıfsal tavrını daha yolun başında göstermiş ve iktisat denilen şeyin ikiyüzlü bir kara çalma, mevcut üretim düzenini mazur gösterme aracı olduğu anlaşılmıştı. Onun üstünde durduğu “toprak, emek, sermaye” - “rant, ücret, kâr, faiz” formülleriyle Marx’ın alay etmesi boşuna değildir; ciddiye alınacak bir yanı yoktur.

Şimdi “ekonometri” adı altında, matematik formüllere sığınarak daha soyut bir hal alması ve nesnesinden büsbütün uzaklaşması da gösteriyor ki bu bilimin işlevi açıklamak değil gizlemek, anlama imkânlarını büsbütün ortadan kaldırmaktır.

Emek, toprak, sermaye... Hakkını teslim edelim; bu evreni ve tarihini iktisadın bu kurgusundan daha iyi ne anlatabilir? Toprak ve sermaye mülk edinilerek emek, daha doğrusu ücretli emek doğa karşısında çırılçıplak bırakılmıştır. Doğa, insanın onu dönüştürmek için kullandığı üretim araçlarıyla birlikte mülk edinilerek, insanın doğayla ilişkisi özel mülkiyetin aracılığına tabi kılınmıştır. Doğa, proletaryanın kullanımına kapatılmıştır. Bu yüzden o, toprak ve sermayeyle bir “anlaşma” yapmaya zorunludur. Böylece o, hem özgür emekçi olarak var edilir hem de bu özgürlüğü onun kendisini yalnızca ücretli emekçi olarak üretmesini olanaklı kılar. O doğayla ancak özel mülkiyet aracılığıyla ilişkiye geçebilir ve artık ilişkiye geçtiği şey doğa değil, özel mülkiyettir.

Üretim araçları ve doğa, insanın onu dönüştürme sürecine birer üretici ve dolayısıyla pay sahibi olarak girer ve üretilen şeyden kendi payını ister. Rant ve kâr, insanın doğayla girdiği bu özel ilişkinin, mülkiyetin ürünüdür. Bu özel ilişki aracılığıyla sermayedar ve toprak sahibi kendilerini egemen sınıf olarak var edebilir.

Özel mülkiyet dolayısıyla ortaya çıkan bu konumlanış, üretimde ikili yapı yaratır. Mülk edinilmiş doğa ve üretim araçları, mülkiyetsiz özgür emekçiyle buluşabilmek için bir dolaşım alanına muhtaçtır... Özel mülkiyet varsayımı altında bu üç üretim faktörünün ilişkisi, “özgür ve eşit” bir biçimde ancak dolaşım alanında kurulur.

“Emek-değer teorisi” de dâhil, klasik iktisadın sonraki evrimi göz önünde bulundurulursa bütün iktisadın geveleyip durduğu şey budur. Emek-değer teorisinin de buraya dâhil edilmesi, ona bütün iktisadi formüller arasında özel bir önem verilmesi nedeniyledir. Oysa bu formül bir kez kabul edildikten sonra, değerin emekten mi, topraktan mı, sermayeden mi doğduğunun ne bir önemi vardır, ne de buradaki sorunu ve soruyu değiştirecek gücü. Burada asıl tartışılması gereken bu formülün varsayımıdır. Varsayılan mülkiyettir ve emeğin diğerlerinden ayrı bir şey olarak düşünülmesi de bu varsayımdan dolayı mümkün olabilmektedir. Emek-değer teorisinin, Kapital’deki önemli buluşlardan –en önemlisi?– biri olduğu iddiası, işte iktisadın bu bakışından doğmaktadır.

Kapital’de bir ekonomi teorisi var mı? İsteyenin bunu bulmakta zorlanmayacağını biliyoruz. “Marksist iktisat” bu kolaycılıktan çıkmıştır ve pratik bir yararlılık gösterememiş olmasına rağmen, saflarımızdaki güçlü yerini hâlâ korumaktadır.

***

"Felsefi Aklın Eleştirisi" (1), iktisat eleştirisinin ortaya çıkardığı bu temelden hareketle oluşturuldu. "Aydınlanma Tarikatı" (2) ve "Helenizm, Siyonizm, Türkçülük" (3) bir anlamda bu ilk çalışmanın ürünü oldular.

Bu çalışma yayımlandığında, gelen eleştiriler arasında benim için en önemli olanı “felsefeyi eleştirdiğim ama buna karşın felsefenin içinde kalmaya devam ettiğim” yönünde olanıydı. Felsefi Aklın Eleştirisi, gerçekten de bir yanıyla felsefi bir çalışmaydı. Bir yandan “tarih”i yardıma çağırıyor ama öte yandan “tarih”, bu çalışma içinde hâlâ felsefi ideolojinin bir türevi olarak durmaya devam ediyordu. Ama “felsefenin de bir tarihi olduğu” yönündeki saptaması önemliydi ve ona bu tarihi göstermek üzere giriştiğim çalışmalardan iki yeni kitap doğdu.

Öte yandan, bu çalışmalar felsefenin ve giderek felsefi aklın çok “Batılı” bir şey olduğunu ortaya çıkarmıştı. Döne dolaşa “Eski Yunan” bataklığında takılı kalan bu fikir yürütmelerde olağan olmayan bir yan vardı. Bernal’in Kara Atena’sı bu noktada tam bir yol gösterici oldu. “Eski Yunanistan”ın büyük ölçüde 19. yüzyıl başlarında imal edildiği tezi, felsefeye değin önemli bir kapıyı da aralıyordu. Bu kültürün kendi kendisinin babası olarak kurgulanması düpedüz Avrupa ideolojisinden kaynaklanıyordu ve bu tartışmayı da felsefe içinde kalarak yürütmek mümkün değildi.

Burada, daha çok Marksizm çerçevesinde yürütülen tartışmanın bir Avrupa ideoloji çerçevesine oturtulması, Marksizm için de önemli sonuçlar doğuruyordu. İlki, Marksizm’in de bu Helenist ve Avrupa merkezci bakışın içinde olmasıyla ilgiliydi. Onun tanımladığı “Doğu sorunu”, dolayısıyla ancak bir “Batı sorunu” olarak anlaşılabilirdi ve bu da Marksizm içinde var olan oryantalist eğilimin tartışılmasını gerektiriyordu. Bu sorunlar etrafında oluşan Aydınlanma Tarikatı, Batı felsefesinin hep ihmal edilmiş “inanç” yönüne de dikkat çekiyordu.

Helenizm, Siyonizm, Türkçülük’te ise Avrupa ideolojisinin oluşmasında Osmanlı-Türk tarihinin yeri bir kez daha tartışma masasına yatırılmaya çalışıldı. Batı’nın Helenizm’i, büyük ölçüde Helenlerin Osmanlı’yla mücadelesi içinde gelişmişti ve Mısır, hem ideolojide ve hem de pratikte bu oluşum içinde kendi yerini almıştı. “Biz” Navarin’de yenilmeseydik ve Helenlerin ayrılması mümkün olmasaydı farklı bir felsefe tartışıyor olacaktık. Sonuncusunun ana fikri budur.

Ama Felsefi Aklın Eleştirisi, buradaki temel sapmanın anlaşılması açısından önemini korumaya devam ediyordu. Kendisini “tarih üstü” olarak kurgulayan bu düşüncenin tarihselliği apaçık ortadaydı. Felsefe, Batı tarihinden ayrılarak anlaşılması mümkün olmayan bir düşünceler yığınıydı. Dolayısıyla bu düşünceyle hesaplaşma, ancak felsefenin dışına çıkarak ve tarihin içine girerek yapılabilirdi.

Felsefi Aklın Eleştirisi, on yıl sonra, bu eleştirinin nereye evirildiğini gösteren iki ekle bir kez daha elinizde. Hâlâ tartışılmaya ihtiyaç duyan birçok noktası olmasına karşın, çok iyi tahkim edilmiş bir duvarda açtığı küçük deliği önemsiyorum. Felsefi Aklın Eleştirisi, yeni bir aklın oluşmasına katkıda bulunabilirse işlevini de tamamlamış olacak.

***

Doğuculuk mu? Kazanan saygı görmeyi de hak eder. Son üç yüzyılda Batı hep kazandı. Diğerleri ise kaybetti. Henüz kazanabildiği zamanlarda Osmanlı da saygı görüyordu. 1700’lü yıllardan, izleyen yüzyılın başına kadar “Türkler” Avrupalı sayılmaktaydı. Normaldir, çünkü Osmanlı önemli bir güçtür. Bir kez yenilmeye başladıktan sonra alıcı olmaya başlarsınız. Osmanlı saygınlığını kaybettikten sonra hep alıcı oldu. Ordu ile ilgili düzeneklerin alıcısı, yeniliklerin alıcısı, eğitimin alıcısı, bilimin alıcısı... 

Bugün hala almaya devam ediyoruz. Üniversitelerimiz de bilgi üretmek için değil, bilgi almak ve aktarmak üzere örgütlenmiştir. Tarihimiz de, felsefemiz de, fiziğimiz de büyük ölçüde aktarmadır, alıyoruz. Son yıllarda bu kurumlar o fonksiyonlarını da hızla yitirmektedir. Çeviriciydik, artık çeviri işini de yapamaz duruma geldik. Aldığınız şeylerin bir kısmı ikinci derecedendir. Ama aldıklarımızın bir kısmı bütün düşünüş şeklimize de belirlemektedir.

“İlerleme” zihniyeti böyle bir şeydir örneğin. Bunu mutlak bir gerçek olarak kabul ettiğinizde, siz “ilerleyememiş” olduğunuzu da kabul edersiniz. İlerlemiş olan ise Batı’dır ve tek çareniz onun gibi ilerlemektir. İlerleme iyiyse, o zaman tarihte ilerlemiş tek uygarlık olan Batı da müthiş bir idol haline gelir. Unutmayın “yeni olan iyidir” şeklindeki bakış açısı 1700’lü yılların ürünüdür. Batı ilerliyordu ve bunun iyi olduğunu gördü. Örneğin Çin ordusunu, donanmasını yendiler. Çinliler savunmadaydı, İngiliz donanması da kapitalizmin yarattığı büyük iştahla saldırıda. Batının dışındakiler işte bu iştah karşısında yenildiler. Bu iştahı Çinliler bilmiyordu, biz de bilmiyoruz. Belki o yüzden de ilerleyemiyoruz.

Ama medeniyet ile açgözlü bir saldırganlığın birleştirilmesi yepyeni bir durumdur. Çinliler Çin Seddi’ni yaptılar, topraklarını savunmak için. Oysa her zaman saldırganlarından daha güçlü, daha marifetli ve daha bilgiliydiler. Mısır 10 bin yıl boyunca doğal bir Çin Seddi’ne sahipti. Seddi aşıp, bir işgal hareketine girişmeyi akıl edemediler. Asya’nın Mısır’a sızması da bütünüyle Mısır’a yönelik işgal girişimleri ile olmuştur. Çoğaltabiliriz. Kabul, Batı’nın dünyanın geri kalanını kendi eklentisi haline getirmesiyle ilgilidir. “Batılı yaşam tarzı” her yana sızıyor. Onlar gibi oluyoruz, onlar gibi yaşıyoruz, onlar gibi tüketiyoruz ve onlar gibi düşünüyoruz. Gibi olmak, bir benzeme haline işaret ediyor. Ne kadar benzese de aslı işte şurada, karşımda.

Ama “ilerleme” artık eskisi kadar saygı görmüyor. Toplumu üretimin, piyasanın eklentisi haline getiren, ona tabi kılan sistem sınırlarına geldi dayandı. Doğayı bitirdiler, gökyüzünü yırttılar, havayı, suyu pislettiler. Ve karşılığında da insan soyuna mal edilebilecek bir mutluluk veremediler. Bakın dünyanın kaçta kaçı bu “ilerlemiş toplumlar”da yaşıyor. İlerleme, bir avuç insan dışında hepimizi mutsuz kılmıştır. “Batılı yaşam tarzı” yıkıcılık anlamında ancak veba ile karşılaştırılabilir.

Sanayi devrimi ile başladı bu kirlenme ve bugün hala sürüyor. 3 yüz 5 yüz yıllık bir düzenden söz ediyoruz. Nil nehrinin kıyısında 10 bin yıllık bir uygarlık var oldu. Nil nehrini kirletmediler. Dolayısıyla neyin “ileri” olduğu noktasında yeni ölçütlere, hem de şiddetle ihtiyacımız var. Medeniyet meselesinde durumumuz budur. Kültür ise daha tartışmalıdır. Dünyanın bütün varlığını mülkiyetine geçirmiş bir uygarlığın bir kültür yaratması şaşırtıcı değildir. Devasa bir yığın ile karşı karşıya olduğumuz tartışmasızdır. Ama aynı nedenle sakat bir kültürdür bu. Kaldı ki artık kendini yeniden üretmekte de zorlanmaktadır. Ekonominin emrine girmiş bir toplumun karşı karşıya kaldığı tıkızlıktır bu. Romanı bitiyor, edebiyatı tükeniyor, fiziği krizde, felsefesi ise boş bir gevezelikten başka bir şey değil. Batı, kendini yenileyecek dinamikleri de kurutmuştur.

“Devrim”i de artık bu kapsamda algılamalıyız. Bu iktisadi düzeni yıkmadan, insanın yaratıcı yanını özgür kılmamız da mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, en temel biçimiyle ekonomiyi yeniden toplumun emrine vermek zorundayız hepimiz. “Plan”, artık her zamankinden daha yakıcı bir sorunumuzdur. Üretimi planlamak, doğal kaynakların kullanımını planlamak, toplumu planlamak artık bir varoluş sorunudur. Geçmişte buna sosyalizm deniyordu, kapsamı genişlemiştir. Ne yazık ki başka bir adlandırma da bilemiyoruz. Vurguyu toplumdan yana yapmak anlamında hala geçerliliğini sürdürmektedir sosyalizm. Kapitalizmin tahrip ettiği toplumu yeniden kurmalıyız. “İlerleme”, hatta haddini aşmış bir ilerleme bize başka bir yol bırakmamaktadır. İşte “doğuculuk” budur.

***
Avrupa İdeolojisi çok geniş bir alanı kapsamaya çalışan bir kavram. Ayrıntıda bir takım sıkıntılarla karşılaşması kaçınılmazdır. En azından kıta Avrupa’sı ile ada Avrupa’sı arasında önemli farklılıklar var. Bu bir genelleme, bu yanıyla da genel bir eğilime işaret ediyor. Ancak Avrupa da kendisini genellemeye çalışmaktadır. Bu Hint-Avrupa veya Hint-Hitit tanımlamaları Avrupa’yı “birleştirmek” için yapıldı. Kendilerine ortak bir kök aradılar ve bu ortak kök onları diğerlerinden de ayırdı. Bu hem ırki hem de kültürel bir ortak köke işaret ediyor. Hepsi 1800’lü yıllardan sonra icat edilmiştir. Romantik Helenizm de o yılların ürünüdür. Mısır’a yönelik referanslar “Afrikalı bir köken”i ima ediyordu. Romantizm dönemine bol geldiği bellidir. Helenizm ise hem devasa bir kültür mirası hem de steril bir ırk tasavvuruna izin veriyordu. Avrupa’yı Avrupa yapanlar bunlardır. 

Yoksa “Avrupa” coğrafi bir ayrıma denk düşmüyor. Asya’nın bir uzantısıdır Avrupa. Kendilerini hem kültürel hem de soy olarak ayıra ayıra kıta oldular. Daha doğrusu kıtaları böldüler. Bunun için de uçlarda, uzun savaşlar vermek zorunda kaldılar. Osmanlı-Mısır ikilisi ile Birleşik Avrupa orduları arasında yapılan savaşlara artık bu yönüyle de bakabilmeliyiz. Ve Osmanlıya karşı Yunan ayaklanmasında da Avrupa’nın parmağı hep vardı. Yunan Krallığı kurulduğunda Avrupa’nın sınırları da belli olmuştu. Şimdi kurulmaya çalışılan birleşik Avrupa’nın sınırları da hala o sınırlarla kesişmektedir. Dolayısıyla “batılılaşmak isteyen”ler sadece AB mevzuatına değil bu tarihe de bakmalıdır.

Mustafa Kemal de batılılaşmak istiyordu ve bu nedenle Hititlerin Türk olduğunu ısrarla iddia etti. Batıya dâhil olmak istiyorsanız ya Türkleri Hitit, ya da Hititleri Türk yapacaksınız. Başka yolu yoktur. En azından Avrupa İdeolojisi hükmünü sürdürdüğü sürece yoktur. Şimdi de Türklerin birliğe dâhil olmasının önünde pratik sorunlar kadar ideolojik sorunlar vardır. Boylu boyunca Asyalı ve doğuluyuz biz. Avrupa İdeolojisi güçlüdür çünkü genel bir kabulle karşılanmaktadır. Tarihimizi de onlar yazdı ve biz onlardan öğreniyoruz. Doğu yüzyıldan fazla bir zamandır ilgi alanımızın dışında. Latin alfabesini inanılmaz bir rahatlıkla aldık kabul ettik. Tarihinde 16 alfabe değiştirmiş bir kültürün rahatlığıdır bu. Ama bizi ne kadar tıknefes yaptığını da tartışmalıyız artık. Bunlar bizi batılı yapamadı ama bunlar yüzünden doğulu da olamıyoruz. Uçlardayız hala, biraz o, biraz buyuz. Bu belki bir avantaja çevrilebilir. Uçlar her zaman merkezlerin de kaderini belirler. Biz bu tartışmayı ilerletebilirsek Batının kibrini de kırabiliriz. Doğunun kompleksini kırmak ise daha zordur ama imkânsız değildir.

***
Marksizm mi? Hiçbir düşünür anasının karnından yeni düşüncelerle doğmuyor. Her düşünür bir yere kadar içinde yetiştiği kültürün ürünü. Marx'ın yaşadığı çağ hem romantizmin hem de helenizmin çağıydı. Batı düşüncesinin bilinçaltında bunlar vardı. Dolayısıyla o da bu bombardımandan kendi payını almıştır. Eğitimine Helen düşünürleri ile başlamıştı, sonra bu konuda radikal sorular sorması imkânsız hale geldi. Marx, çok derin bir biçimde helenofildir. Öte yandan Marx, kapitalizmin sınırsızca ilerleyebildiği bir çağda yaşadı. Kurulan düzendeki tehditleri görüyordu. Ama her ne olursa olsun bu düzenin yarattığı yıkımda bir ilerleme de vardı. İngiliz emperyalizminin ilerlemeci yanına övgüler düzdüğünü biliyoruz. İlerleme varsa, gerileme de olmalıdır. Doğu gerileyen yandı. Asya tipi üretim, hidrolik toplum, doğu despotizmi gibi safsatalar “siz gerisiniz”in Avrupai halidir. Dikkat edin hiçbir zaman Avrupa tipi üretim tarzı gibi bir laf telaffuz edilmemiştir. Çünkü bu teorilerin “ideal modeli” batıdır. Dolayısıyla doğuda hep bir despot ve onun tebaası tablosu çizilmiştir. İşçi sınıfı ve burjuva sınıfı gibi ayrımlar bile batıya haz özellik gibi görüldü. Oysa Osmanlı bir “Cumhuriyet”ti. Bir sülale devamlılığı olmasına karşın, sultan hep seçimle gelirdi. Kaybedenler ise öldürülürdü. Bunun dışında, Osmanlı sarayında hiçbir zaman mutlak bir iktidar olmadı. İktidarın paylaşıldığını biliyoruz ve Çandarlı ailesi gibi bir soylular sınıfı da hep oldu.

Marksizm’de ise bunlar yoktur ve “doğu sorunu” diye yazdıklarında hep bir “batı sorunu” kendini hissettirmektedir. Batı kendi dışında olanlara şaşı bakmaktadır ve bu şaşılık ne yazık ki doğu söz konusu olduğunda Marksizm içinde de teşhis edilebilmektedir. Büyük bir bölümü artık çöpe atılmalıdır.

Marksizm, insanlığın entelektüel serüvenin en önemli parçası ama onu eleştirmezsek “ilerleyemeyiz.” Helenizm ise bütünüyle Avrupa ırkçılığının bir icadıdır. Tarihte kendi kendisinin babası olan hiçbir kültür yok. Belki Çin’i ayırabiliriz. Onun ötesinde herkes birbirinden öğrendi; Yunanlılar da Fenike’nin ve Mısır’ın çocuğudur. Aksini iddia etmek düpedüz ırkçılıktır. Bunun ötesinde “Yunanlılar çocuk oldukları için olağanüstü bir kültür yarattılar” demek de çocuksudur. Mısır’ı, Fenike’yi inkâr ederseniz buna inanmak durumunda kalırsınız. Marksizm’de yer alan bu konudaki iddialar da çocuksudur.

***

Peki, “aydınlanma”yı ne yapacağız. İlki şu; Seküler akım bir kaza ürünüdür. Dolayısıyla aydınlanma başlangıçta derinlemesine mistiktir, çıkış noktası da Yunanistan değil Mısır’dır. Yunanistan’ın öne çıkması Aydınlanmışlar ile kilise arasında ortaya çıkan yeni konsensüsle mümkün oldu. Her şeyi ama her şeyi Yunanistan’dan başlatmak bir 19. yüzyıl Avrupa icadıdır. Ondan önce hep Mısır vardır ve Mısır hayranlığı Napolyon’un Mısır Seferi ile sona ermiştir. Bu tarihten sonra Mısır bilimi de yeni ideolojinin gereklerine uyduruldu. Felsefesi yok edildi, matematiği inkâr çukuruna atıldı. Mimarisi, sanatı yok sayıldı. Ama Mısır’da eğitim görmemiş bir Yunan filozofu bulamazsınız. Sokrat bir Etiyopyalıdır ve karadır. Onun ötesinde Yunan felsefesi ve hatta Hıristiyanlık kadim inanışların yanlış anlaşılmasıdır.

Yunanlılar gerçekten çocuktular ve öğrendikleri düşüncelerin kendi dillerine çevirebildikleri kadarını aldılar. Aydınlamanın Hıristiyan dogmaları ile sorunları vardı. Mücadele ettiler. Ancak güneşi evrenin merkezine yerleştirirken aynı zamanda kendi inançlarının gereğini de yerine getiriyorlardı. Unutmayın güneşe ve yıldızlara tapınma insanlığın en eski inanışlarıdır. Aydınlanma, Mısır kaynaklı inanışların yeniden ayağa kalmasıydı. Yerleşik düzene ve dine acımasızca saldırmalarının nedeni budur. Yeniden doğuş ama eskinin yeniden doğuşu. Çıkışında bir “tarikat” izi var; yeni bir yol aramıyorlardı ama yeni bir yol oldular.

***
Bu kitap, iki kitaptan oluşuyor. İlki iktisat eleştirisidir, ikincisi daha fazla felsefidir. 20’li yaşlarımın sonunda ve 30’lu yaşlarımın başlarında yazıldılar. Gençtirler. “Tarihsel Marksizm” işte bu iki genç eleştirinin getirisidir.

“Tarihsel materyalizm”i bilerek kullanmıyorum, bu artık Marksizm’dir.

***
Genç heyecanın kokusu kalsın istedim, diline ve kurgusuna dokunmadım. Dilerim yeni tartışmaların doğmasına vesile olur.

Orhan Gökdemir

13 Ocak 2013

Notlar:

1. Felsefi Aklın Eleştirisi - Orhan Gökdemir-Göçebe Yayınları

2. Aydınlanma Tarikatı - Orhan Gökdemir - Destek Yayınları


3. Helenizm, Siyonizm, Türkçülük- Chivi Yazıları

0 yorum :: Tarihsel Marksizm / İktisadi ve Felsefi Aklın Eleştirisi

Yorum Gönder