Ahmet Özcan'a Açık Mektup II

Mustafa Çölkesen

Ahmet Özcan’la sürdürmekte olduğumuz tartışma, bu türden tartışmalarda genellikle olduğu gibi bir darboğaz ve kısırdöngüye girmeden, geldiğimiz noktada Özcan’ın yazısından aklımda kalanlar üzerinden bazı notlar düşerek değerli tartışmamıza son noktayı koymak isterim. Özcan’a Açık Mektubum, aslen Marx’ın genel kuramı konusunda temel bilgileri aktarırken, sosyalist mücadelenin tarihi ve ayrıca, bir şekilde o tarihin içinde yer almış sosyalistler hakkındaki yanlış kanaatlerine yönelikti. Böylelikle, Özcan’ın bu sıradışı, sempatik makalesindeki tehlikeli ve tarihsel hatalara müdahale etmeyi amaçlıyordum.

Şimdi gelelim Özcan’ın yanıtına:
“...kapitalizmi aşabilmek için zihinsel olarak kapitalizmin dışında olmak gerekiyordu ne var ki solcular büyük ölçüde batı dışı dünyada sistemi işleten bütün modern kurguların taşıyıcısı, misyoneri, kültür ajanı ve de yapı sökümcüsü oldular...”

Özcan, daha önceki yazısında olduğu gibi, buradaki genelleyici ifadesinde de yine teknik bir hata yapıyor, 150 yıldır dünyanın dört bir yanında kendine taraftar bulmuş bir kuramın, milletler, kültürler, değer yargıları, dinsel, felsefi ve ideolojik geleneklere bölünmüş bir dünyada homojen bir sosyalist insan tipi ve vizyonunu oluşturması zaten beklenemezdi, bu sadece Marksistler için değil, evrensel olma iddiasındaki tüm siyasal kuramlar ve ayrıca dinler için de geçerlidir; ama Özcan, solun "prototipi" olarak marksist gelenekten devşirme yeni küreselleşmeci, neo-liberal dönekleri baz alıyorsa, o halde muhatabının biz olmadığını bilerek böylesi atıflarda bulunmalı...

Şimdi kapitalizmin dışında olmak hususunda ne anladığımıza gelelim: Marx’ın kapitalizmi çözümlemesi, bilimin organik ve inorganik doğayı anlamaya çalışırken kullandığı yöntemin tıpkısını kullanmaktadır: “Görüneni görünmeyenden hareketle açıklamak”, bir bakıma mitolojilerde, şaşırtıcı bir şekilde, binlerce yıl öncesinden aynı yöntemle bizlerle konuşur. Marx, yaşadığı döneme kadar olan siyasal, ekonomik ve felsefi mirası tetkik ederek, bir sistem olarak kapitalizmi vareden, onu besleyen, güçlendiren ve zayıflatan “gizli” yapıtaşlarını ortaya koymuştur. 

Zenginliğin kaynağı nedir ? Tarihsel bir sistem olarak kapitalizmi meydana getiren unsurlar nelerdir ? Bu bağımsız unsurların aralarında nasıl bir ilişki ve denge mevcuttur ? Bu sistemi bir fabrika olarak düşündüğümüzde, hasıl olan ürün (değer) nasıl ve hangi dolayımla (piyasa, para) paylaşılmaktadır ? Bu paylaşım şeklinin sosyal yaşamdaki anlamı ve karşılığı nelerdir? v.b.

Bu soruların Marx tarafından su yüzüne çıkarılan yanıtları, dünya insanının içinde yaşadığı, ama tıpkı bireyin karanlık bilinçaltında kendince işleyen psişik süreçler gibi, gündelik yaşamında farkında olmaksızın tabi olduğu mekanizmaları ortaya koyuyordu. Ama bu sorular, tıpkı dinlerin asıl misyonu gibi, karmaşık bir düzeye erişmiş insanlığın aslında basit bir sorununa cevap arıyordu: “İnsanlık neden bu tarihsel dramı yaşamaktadır?”, Bu ezeli trajediden kurtulma şansı mümkünmüdür?” Yani, en basit bir mal üretiminin bizzat toplumun gündelik yaşamının gerçekleşme şeklini ve temposunu belirleyebildiği bu karmaşık zincir nedeniyle insanlığın üretimin amaçlarına bağımlı kılındığı bu sistemden nasıl kurtulabilir ? O halde, altta işleyen bu mekanizmaların nasıl bir toplumsal örgütlenme sayesinde mümkün olduğunu da anlamak gerekmektedir. Nasıl bir toplumsallaşma şeklidir bu ?: İşte bu “görünmeyen işleyiş mekanizmaları” sayesinde, değer üretmeksizin servet birikimine el koyan ayrıcalıklı, asalak bir sınıfın, karar merci olarak toplumun en üst katmanını oluşturduğu, bir bütün olarak insanlığın gereksinimlerini karşılamak yolunda temel insani becerisini-bizzat fiziksel veya zihinsel emeğini- ortaya koyan üreticilerin ise ayrıcalıklı sınıfın tebaları olarak en alttaki geniş katmanda yer aldığı hiyerarşik, piramitsel bir örgütlenme şekli. Böylelikle, bir etik ilkesi olarak yaşamın merkezine tüm değerlerin üreticisi olan “insan” konulduğunda, insana-karşı bu sistemden çıkabilmenin, yani “exodus”un ilk adımı, bu uğursuz piramidi ters yüz etme ile işe koyulabilirdi ancak...

Burjuva uygarlığını bir sistem olarak var eden tüm mekanizmaların, üretimi yaşamın asıl hedefi haline getiren, mekanik süreçlere dayanan sanayi tipinde kar temelli üretimin, hayatın ve üretimin ritmini, insanların gereksinimleri yerine, kar arayışına tabi kılan bir yarış (rekabet) halinde ilerleme düzeneğinin, çalışanların makinelerin ve zamanın köleleri haline gelmesinin, küresel servete el koyma biçiminin, servetin bölüşümündeki adaletsizliğin, üretim sürecinde insanı sadece bedensel veya zihinsel yeteneklerinden faydalanılacak (soğurulacak) bir girdi olarak görmenin, parçalanmış bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak ulus-devlet’in, ulus-devletlerin emperyal amaçları için dünya kaynaklarının büyük bir bölümünü silahlanmaya tahsis edişinin, kapitalizmin insanlığı doğadan hızlı ve geriye dönüşsüz bir şekilde kopararak sentetik bir medeniyet haline gelişinin, ne pahasına olursa olsun kar arayışı mantığında doğanın talan alanı haline getirilmesi nedeniyle insanlığın bekasını tarihte görülmedik ölçüde riske eden ekolojik imha sürecinin, her yıl açlık, kötü beslenme ve ilaçsızlık nedeniyle yirmi milyon çocuğun ölmesinin, üçüncü dünyanın borç musibetinin, daha çok çıktı, daha düşük maliyet adına daha çok teknolojiyi üretim sürecine dahil ederek dünya çapında bir işsizler ordusu yaratılmasının, gelişmiş ülkelerin bir kısmında bile mutlak nüfus olarak daha çok emekçinin gettolara terk edilmesinin, kültür araçlarının giderek yönetici sınıfının bir ideolojik tahrif araçları haline getirilişinin, bürokrasinin, kastlaşmanın, spekülasyonun, bütün bu açmazlar içinde bir amansız hastalığa yakalandığını düşünen insanlığın toplum bilincini, gelecek umudunu ve anlam arayışını yitirerek tüketim fetişizmine saplanıp, ruhsal olarak kendisine, manevi değerlerine küsüp yabancılaşmasının kökünü kazıyabilecek bir çözüm girişimidir Marksist gelenek...

Marksizm, Özcan’ın tarifinin tersine, saymakla bitmeyecek bütün bu yıkıcı, gayri-insani süreçlerin temelde aynı olgunun farklı veçheleri olduğunu ortaya koyarak kapitalizmin dışında bir reçete sunar. İlk adımda da, medeniyetin ortaya çıkışından bu yana egemen olan çalışmanın “yukardan aşağıya” örgütlenmesi ilkesini, üreticiler lehine “aşağıdan yukarıya” değiştirmeyi önerir, piyasa mekanizmasını ilga eden (veya belirli sınırlamalarla ona tabi hale getiren) “demokratik, sosyalist planlama” süreci, siyasal biçim olarak sosyalist demokrasi ile birleşerek tarih boyunca yönetilen, yönetilmeyi değişmez bir kader, doğal bir süreç olarak gören “edilgen” konumdaki insanların yaratıcı enerjisinin ilk kez ortak bir havuzda buluşmasını sağlar... Buradaki demokratik, katılımcı planlama süreci, ayrıcalıklı bir sınıf olan burjuvazi yerine, tüm insanların ne üreteceklerine, nasıl üreteceklerine ve üretilenleri nasıl paylaşacaklarına kolektif olarak karar verecekleri bir öncelik planlamasıdır.

Ama S.S.C.B örneğinde yaşanmış olan bürokratik (merkeziyetçi) planlama deneyimini, tıpkı sabık Stalinistler ve onunla ağız birliği yapan yeni liberaller gibi, Marx’ın kuramının zorunlu, mantıki bir sonucu olarak gören Özcan’ın dünya çapında gerçek sosyalist alternatifi (daha en başında da “tek ülkede sosyalizmin imkansızlığını”, sosyalist mücadelenin enternasyonal bir örgütün ortak bir programı ile dünya çapında verilmesi gerektiğini) anlatmaya çalışan IV. Enternasyonal geleneğinden haberdar olmaması gayet doğal, çünkü gerçeği anlamaya çalışmıyor ve dolayısıyla oraya bakmıyor, aslında Özcan, belki kendisi de farkında olmaksızın, her fırsatta marksistlerin (solcuların değil !) neyi yapamadıklarını ve bu başarısızlıkları nedeniyle de insanlığın başına ne gibi belalar sardıklarını anlatmaya çalışıyor:

“...tıpkı Marks gibi, insani bir sancı ile, bu paranın tahakküm düzenine karşı ne yapılabilir sorusuna cevap arıyorum ve cevaplardan biri olan Marksizm, “neden elendi” diye düşünürken bunları söylüyorum...”

“...Sol, şansını denedi ve kaybetti. Buna siz inanmamakta inat edebilirsiniz, saygı duyarım. Ama, kusura bakmayın, yüz elli yıllık bir deneyim, yeteri kadar kredisini tüketmiş durumda ve artık başka yerlere bakmak ve başka şeyler konuşmak zorundayız..”

Böylesi bir kendine güvenle konuşabiliyor Özcan, Marksizm neden elendi? diye sorabiliyor, gözlemleyebildiğimiz, gerçek ve somut dünya tarihini, içeriği zenginde olsa, spiritüel malzeme ile yorumlamaya kalkıştığınızda eleme işlemini gerçekleştirmekte hiç zorlanmazsınız. Oysa, bizzat Özcan’ın tabiriyle “hakikat arayışının engin denizlerinde el yordamıyla kulaç atarak yol almaya çalışanlar...” olguların karşısında, sadece, Cennet’teki Hz. Adem gibi çırılçıplak kalıp, tamamen yargısız ve naif olanlar olabilir... Ama bizde bu saf bu yaklaşımı Ahmet Özcan’da göremediğimiz için kendisini cevaplamayı zorunlu gördük. Sosyalist ütopyanın kaderi hakkında nihai hükmü, bizlerin subjektif yargıları değil, tarih verecektir Bay Özcan...Bizim kısacık ömrümüz içinde şahit olduğumuz çöküntü, moral bozukluğu ve başarısızlıklar, gelecekte, tarihin büyük dalgaları içinde, önemsiz gelgitler olarak da görülebilir. Umut, olasılıkla, umutsuzluktan doğabilir...

Devam edelim:
“...İktisadi faaliyeti, insan türünün yaşamsal ihtiyaçlarından “sadece birisi” olarak konumlandırmakla işe başlayalım derim...”

“...Eğer insanı sonsuz ihtiyaçlarını kısıtlı imkânlarla gidermek zorunda olan ve bütün varlığını, daha doğrusu özgür insan olma imkanını, bu çevrimden çıkma yolunu bulmak olarak tarif edersek, Marksist olmaktan başka mantıklı bir yol elimizde yok. İnsan, kendisinin efendisi olmak için, emeğinin efendisi olmalı…Oysa, Marksizmin içinde boğulduğu paradoksta zaten bu...”

Yukarda burjuva uygarlığının tüm yordamı ve araçlarını değiştirmek suretiyle edilgen konumdan çıkıp, tarihte ilk kez, kendisinin ve toplumsal yaşamın her türlü ayrıntısı hakkında söz sahibi olup, yaratıcı iradesini kullanabilecek bambaşka bir insanlık alternatifinden bahsetmiştik, Özcan’ın aktardığı “sonsuz ihtiyaçların kısıtlı imkanlarla giderilmesi” tanımı tam tamına burjuva dünyasının bir insanlık tarifi ve modelidir, ekonominin önceliği ise, Marx’ın bir keşfi yada zorlaması değildir, fizyolojik insan ihtiyaçlarının hiyerarşik doğasından kaynaklanmaktadır, ancak beslenme, barınma, giyinme, uyku gibi temel ihtiyaçlar karşılandığı surette, diğer (ikincil) ihtiyaçlarımız ortaya çıkmakta veya bu gereksinimler hissedilebilmektedir, en eski çağlardan bu yana yapılan keşiflere baktığınızda insanın tamda doğanın bu buyruğuna, yani öncelikler hiyerarşisine uyum sağlayarak ayakta kalabildiğini görürsünüz, dolayısıyla neolitik toplumlarda ilkin tahtadan yontulma sabanın keşfi, tekerleğin, çömlek çarklarının icadından, madencilikten, kültür araçlarından önce gelmekteydi.

Ama siz insanı ve tarihi metafizik süreçler olarak algıladığınızda bütün bu yakıcı gerçeklerin önemi yok tabii... Doğu’nun mistik dinlerinde ritüel ve ayinlerle fizik sınırlarını zorlayıp, kozmik bir (din-içi) zamana sıçrayan kişilerin varlığı, gnostik ve ezoterik tarikatların anlattıkları benim içinde ilgi çekici, ama bizler bu istisnai-sıradışı hadiseler yerine, tipik ve somut insanı ve onun acil gereksinimlerini temel almak zorundayız. Bu bir paradoks falan değil, kapitalizmin kendi işletim ağına göre (tıpkı bir balçık gibi) biçimlendirmek istediği insanlığın, dünyanın en kalabalık bölgelerinde temel ihtiyaçlarını bile karşılayamazken, gelişmiş ülkelerde tüketicileri bir denek haline getirip, “yapay”, “icat edilmiş ihtiyaçlar” yaratarak, insanlığın kaynaklarını bu uğurda çarçur etmesi karşısında, tüm insanlığın öncelikli asgari (fizyolojik, biyolojik) ihtiyaçlarını karşılama, “yeni bir insanlık” yolunda derhal herkesin karnını doyurma girişimidir. Ancak bundan sonra, temel ihtiyaçları karşılanmış, neye ihtiyaç duyduğuna ve bunları nasıl karşılayacağına bizzat kendisi karar verecek olan aktif insanlığın bir bütün olarak tinsel potansiyelini de gözlemleyebiliriz.

Ahmet Özcan, ilerleyen bölümlerde, reddettiğinin yerine koymak üzere, “ev sahibi” olduğu idealist (kozmolojik, teolojik) felsefenin kapsamlı bir şekilde ayrıntılarına girmeye başlar. Doğası gereği gerçek yaşama ilişkin bir çözüm önermeyen bu bölümleri, sadece amatörce ve keyifli bir şekilde okuduğumu belirtmek isterim, takip etmeyi zorlaştıran uzunluğa sahip bu bölümdeki ifadelerden anladığımız kadarıyla, kapitalizmi çözümlemeye çalışırken Marx, yok yere, “Alman-Aryan zihninden fışkıran” Zerdüştçülüğün sapkın, bölücü, lanetli yöntemi kullanmış, bu nedenle de başarısız olmaya, yabancılaşmaya mahkummuş:

“...Zerdüştlük, İbrahimi tevhid öğretisinden sapılarak, insanın iç savaşının, dışa yöneltilmesini, ötekileştirilmesini ve teolojik düzeye de çıkararak idealaştırılmasını ifade eder. Belki de bu nedenle, Zerdüşt esintili her tür dinsel, ideolojik ya da politik kavrayış, bir süre sonra çıkış amacına, kendisine, mensuplarına, insana, doğaya, hayata yabancılaşarak uçuşmaya başlar. İnsan bu düşünüş biçiminin basit bir aracı, insan için var olan hedefler ise, insanın kurban edildiği insanötesi amaçlar haline dönüşür...”

Birincisi, insan ile toplum biçimleri arasındaki sürekli bir diyalektik ilişki vardır, insanı toplum biçimine bakarak, toplum biçimini de insanın yaşam tarzına, tercihlerine, alışkanlıklarına, eğilimlerine, ahlakına, etiğine bakarak algılayabilirsiniz, Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin çekirdek ayrımlarından birisi olan “Barbar ahlakı ve öz güveni” ile “Medeni olanın çürümüşlüğü ve entrikacılığı”, insana bakarak toplum biçimlerini ve toplum biçimlerine bakarak insanı tasnif etmenin tarihsel bir örneğidir. Dolayısıyla, toplum biçimini çürütüp, tahrip eden teker teker insanların iç savaşı değil, insanın üzerinde yükselen bir aygıt olan, insanlığı dayanışma yerine birbiriyle amansız bir rekabete zorlayan örgütlenmiş toplum biçimidir. Kadim dönemlerde evrensel dinlerin kurucularının medeni değil, gezgin, göçebe olmaları da hep bu gerçekliği anlatmaktadır. Göçebe İbraniler Mısır medeniyetinden, Hz. İsa bir balıkçı köyünden, Budha kendi sarayından yollara düşmektedir, Hz. Paulus bir gezgin ve Hz. Muhammed ise bir kervancıdır. Kozmik rüyalar, kadim kent devletlerinde değil, ancak engin çöllerde görülebilmektedir...

İkincisi, Ahmet Özcan “öteki” kavramını Marx’ın kuramında sınıfsal çelişkiden hareketle anlıyorsa burada da yanılıyor, çünkü Marx sosyolojik bir kategori olarak “sınıfların varlığının” kendisinden önce de bilindiğini söylemektedir, onun asıl vurgusu yukarda anlattığımız içkin mekanizmaların işleyişinin “sınıfların varlığı” sayesinde ve bu nedenle gerçekleşmesidir. Böylelikle de, kendisi dışındaki tüm insanlığa kendi programını kaçınılmaz bir kader olarak dayatan bu yönetici sınıfı ilga etmek ve sınıflılık haline (bu anlamdaki dualizme) son noktayı koyarak insanlığın başlangıçtaki yekpare (bir) haline geri dönmesini sağlamaktır.

“Dualizm” yada karşıtların birliği ilkesini ilk keşfeden, kanımca, Zerdüşt değildir, dünyanın dört bir yanına yayılmış en eski uygarlıkların kadim söylenceleri ve kozmolojilerinde, dünyaya bir düzen vermek üzere, kaos güçlerine, şekilsizliğe, düzensizliğe karşı verilen mücadeleyi ve ejderhanın öldürülmesi motifini sıklıkla görebilirsiniz. Dahası, Zerdüşt’ün ortaya çıkmasından binlerce yıl önce, eski Babil’de, Marduk’un Tiamat’a karşı verdiği savaş ve zaferi, “yaratılışın yenilenmesi” için her yıl nisan ayında yeniden kutlanılarak ilahi düzen korunmaya çalışılırdı. Doğanın her veçhesinde gözlemleyebileceğiz bu açık ilke, henüz doğal yaşayan eski uygarlıklardaki dehalar tarafından birbirinden habersiz olarak belki de defalarca keşfedildi, bir Helen filozofu olan Empedokles, evrendeki değişimleri anti-tez ve tamamlayıcı iki gücün mücadelesine bağlayarak “zıtlar olmadan ilerlemenin olmayacağını” söyler, daha uzaklarda Çin medeniyetinin sembolik keşfi “Yin Yang” iki ayrı maddenin etki tepki halinde evrenin ritmini belirlemesini formüle etmektedir.

Ayrıca her yeni dinsel, ideolojik ve politik kavrayış, bir insani keşif olduğundan, insanın tabi olduğu yasalara bağımlıdır, cansız madde, insan, medeniyetler, toplumlar ve düşüncelerde eninde sonunda, fiziğin “entropi” olarak adlandırdığı yasaya, yani düzensizleşmeye, dağılmaya, çürümeye eğilimli gibi gözükmektedir, bu eğilimi, yanılmıyorsam, Budha ve İbn-i Haldun’da tespit etmiştir, dolayısıyla Zerdüşt’ün ilave esinine gerek kalmamaktadır. Hıristiyanlık’ta, İslam’da, maalesef, gençlik baharından kısa bir süre sonra kurumsallaşıp, egemenlerin ellerinde dünyevileştirilerek (sistemin bir bileşeni haline getirilerek) bu süreçten nasibi almıştır. Ve işte tasavvuf, belki de, bu çaresizliği sezinleyip aracıyı ortadan kaldırarak imanını korumak isteyenlerin bir arayışı oldu.

Sayın Özcan, ben konunun özünü tartıştığımı, sizin yanısıra okuyucunun artık düşüncelerimizin anahatlarını anladığını umarak bitirmek istiyorum, ama siz zihninizde homojenleştirdiğiniz (belki de bilinçaltında “öteki” haline getirdiğiniz) sosyalistlere karşı öfkenizi nedense dizginleyemiyorsunuz:
“...Çünkü, o reçeteleriniz uğruna verdiğiniz savaş ve ödediğiniz bedel, bizi insanlaştıracak bir kavganın değil, insanlığımızdan soyundurup kapitalizme yem olduracak bir kültürel dejenerasyonun, batılılaşmanın, gelenekten kopuşun, toplumlarımızın aşağılanmasının, insanlarımızın birbirine düşman edilmesinin de nedenlerinden biriydi…”

Bakınız biz kapitalizmi salt Batı’lı bir doktrin olduğu için eleştirmiyoruz, sizin bu ayırımcı- dar kültürcü yaklaşımınız, ne İbrahimi Tevhit öğretisiyle ne de bir bütün olarak evrensel doğu dinleriyle uyumlu değil, biz, artık bir dünya sistemi olarak kapitalizmin, tüm insanlık için bir sorun olduğunu düşünüp, ortadan kaldırmayı amaçlıyoruz, sizi anlamaya çalışıyorum, ama ince bir manipülasyonla batı merkezciliği marksistlere yedirmenizi kabullenmemiz mümkün değil. Tasniflerinizi daha dikkatli yapınız lütfen, küreselleşme ve 11 eylül sonrası ezeli rekabete girdiğiniz kemalistlere, sosyal demokratlara, bilime tapan akademik pozitivistlere, soldan devşirmelere istediğiniz payeyi yapıştırın, ama “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” şiarını unutmayan bizlere bakarak, küçücük bir ada için bile birbirlerini gırtlaklamaya kalkışan ulus devletleri (ve dolayısıyla ulusçuluğu) bir kalkan olarak gören, haraçlı bir düzen olan Osmanlıcılığı ise hala savunabilen kendi evrenselliğinizi yeniden sorgulayınız lütfen...

Evet üstadım, herşeyin alt üst olmuş gibi göründüğü, metafizik yöntemle sizinde anlamakta zorlandığınız bu geçiş döneminde, inatla insanlığın eşitlik, özgürlük ve dayanışmasını savunmak bedel ödemeyi göze almayı gerektiren meşakkatli iş... Dinlerde de böyledir, “Bir peygamber kendi memleketinden ve evinden başka yerde hor görülmez...” (Matta, 13-57)

Siz değiştirildiğini düşünsenizde Kitab-ı Mukaddes içinde özünü koruyan çekirdek deyişler vardır, birkaç tanesi benim ilgimi çekmişti ve böylelikle “güneşin altında yeni bir şey olmadığını” anlamıştım:
“ Söz çoğaldıkça anlam azalır, bunun kime yararı olur ?” (Vaiz, 6-11, Kitab-ı Mukaddes)
O halde bu kutsal uyarıyı dikkate alıp, artık bitirmeliyim...

Bir yöntem olarak sözcüklerin zamansızlığını aşmada en etkili araçlardan birisi tarihsel materyalizm’dir...Çağlar arasında boşlukta kalmış gibi gözüken sözcükleri alır, onlara yaşam verecek şekilde, zamanına ve mekanına yerleştirerek doğru anlamlandırmasını sağlar...

Saygılarımla,
Mustafa Çölkesen
04.07.2008

Ahmet Özcan'ın Açık Mektup Karl Marx isimli makalesi  (2007) 

Mustafa Çölkesen'in Ahmet Özcan'a Açık Mektubu- 1  (2007) 

0 yorum :: Ahmet Özcan'a Açık Mektup II

Yorum Gönder