[Aşağıdaki yazı Harman'ın Hakların Dünya tarihi isimli eseri henüz yayınlanmamışken 2007 senesinde Dikine tarafından çevrilmiştir]
Medeniyetin
gelişmesinin bir bedeli olmuştur. Şehir toplumunun yükselişini tarif ederken
Adams şöyle yazar: ‘“Köle kızların” ilk belirtisi olan tabletler, ‘yazı öncesi
dönemin en sonlarında’, İ.Ö. 3000 dolaylarında bulunacaktır. “Erkek köle”nin
ilk belirtisi ise bundan biraz sonradır. Bundan hemen sonra, “tam, özgür
vatandaşı” “avam ve aşağı tabakadan” ayıran farklı terimler ortaya çıkmıştır.55
Bu döneme dek “sınıf farklılaşmasının kanıtları son derece açıktır”. “Antik
Enshunna’da ana yolların kenarındaki büyük evler çoğunlukla 200 metrekareyi
aşkın iskan sahasına sahipti. Öte yandan, evlerin daha büyük bir çoğunluğu
oldukça küçüktü; bunların anayollara erişimi de ancak eğri büğrü, dar
geçitlerden sağlanmaktaydı. Çoğunun alanı 50 metrekareden fazla değildi.56.
Adams şöyle devam eder:
Toplumsal hiyerarşinin en
altında, alınıp satılabilen insanlar olan köleler vardı. Sadece tek bir tablet,
büyük ihtimalle merkezi bir dokuma tesisinde çalıştırılmakta olan 205 köle kızı
ve çocuğu tasvir etmektedir. Diğer kadınların freze, biracılık, aşçılık gibi
işlerde çalıştırıldıkları bilinmektedir. Erkek kölelere genellikle “körler”
denirdi ve bunlar da “bahçe” işlerinde çalıştırılıyordu.57
Medeniyetin
ortaya çıkışı, insanlık tarihinde kaydedilen büyük aşamalardan biri olarak
kabul edilir –aslında bu, tarihle tarih öncesini birbirinden ayıran aşamadır.
Ancak, nerede gerçekleşirse gerçekleşsin beraberinde olumsuz değişimleri de
getirmiştir: sınıf ayrımlarının ortaya çıkması, bununla birlikte oluşmuş,
kendileri dışındaki herkesin emeğinden geçinen ayrıcalıklı bir azınlık ve
askerlerden ve gizli polislerden meydana gelen silahlı birliklerin kurulması
–diğer bir deyişle, bir devlet örgütü- yoluyla bu azınlığın kuralları toplumun
geri kalan kısmına dayatılmıştır. Kölelik kurumunun varlığı, bazı insanların
diğer insanlar üzerindeki fiziksel sahipliği, yalnızca Mezopotamya’da değil,
diğer birçok ilk medeniyette de bu gelişmenin hissedilebilir bir kanıtıdır.
Toplumsal farklılaşmanın akrabalık ilişkilerine dayalı toplumlar ve köylü
topluluklarından bu yana ne denli ilerlediğini gösterir. Ancak kölelik,
Mezopotamya’nın ilk zamanlarında yönetici sınıfının ihtiyaçlarını karşılamada
nispeten daha az öneme sahipti. Tapınaklar ve üst sınıflar için çalışmaya
zorlanan köylülerin ve diğer gündelik işçilerin sömürülmesi çok daha önemliydi.
“Shub lugal” adında –konum ve özgürlük bakımından kısıtlanmış gruplar vardı; ‘bu grupların Bau tapınağı
veya mülkiyetine ait arazilerde takım halinde çalıştıkları, gemileri
çektikleri, sulama kanalları kazdıkları ve şehir ordusunun çekirdeğini
oluşturdukları söylenir’. Çalışmalarının karşılığı olarak yılın dört ayı
geçimlik ücret payı alıyorlardı ve “tapınağa veya mülkiyete ait küçük arazi
parçaları onlara verilirdi.”58 Bu gibi gruplar önceleri bağımsız
köylü aileleri iken, sonradan daha güçlü gruplara, özellikle tapınağa zorla
bağlanmışlardır.
Gordon Childe,
Lagash şehrine ait, İ.Ö. yaklaşık 2500 yılına ait bir fermanı özetler; bu
ferman, “gözde rahiplerin yaptığı çeşitli zorbalıkları (cenaze gömmek için
fazladan para almak gibi) ve tanrının (ya da topluluğun) arazisi, hayvanları ve
köleleri kendi özel mülkleri ve kendilerine ait kölelermiş gibi davranmalarını”
anlatmaktadır. “Başrahip fakirlerin bahçesine gider, oradan odun alırdı... Önemli
bir adamın evi, sıradan bir vatandaşın evine komşuysa” bitişiğindeki mütevazi
meskeni, sahibine doğru düzgün bir bedel ödemeksizin kendi evine
katabiliyordu.’ Childe sözlerini şöyle sonlandırır: ‘Bu antik metin, bize
gerçek bir sınıf çatışmasına dair açık ipuçları verir... Yeni ekonominin
yarattığı artı, aslında, nispeten daha küçük bir sınıfın elinde toplanmıştı.’59
Sömürünün
büyüklüğü muazzam boyutlara ulaşana dek artmaya devam etmiştir. T B Jones’un
anlattığına göre, Lagash site
devletinde, İ.Ö. yaklaşık 2100’de “bir düzine ya da daha fazla tapınak,
ekilebilir toprağın büyük kısmının ekilip biçilmesinden sorumluydu... [Ekinin]
yaklaşık yarısı, üretim masraflarına karşılık olarak tüketilirdi [işçilere
verilen gündelik, sabana koşulan hayvanların vb. beslenmesi için] bunun çeyreği
de krala, kraliyet vergisi olarak verilirdi. Kalan yüzde 25’lik kısımsa
rahiplerin payıydı.”60
C J Gadd ise
şuna dikkat çeker, meşhur Sümer destanı Gılgamış’ta “Destanın baş kişisi, henüz
inşa ettiği Uruk duvarına bakar halde resmedilir; buradan nehirde yüzen
cesetleri seyrediyordur, bu aslında en fakir vatandaşların sonu olarak da
anlaşılabilir.”61
Mezo-Amerika’da da temel olarak bunun benzeri
bir örnek vardır. Olmeclere ait ilk medeniyette bile, Katz “belirgin seviyede
sosyal katmanlaşmaya” dikkati çeker; burada, “kıymetli hediyelerle süslenmiş,
gösterişli mezarlar” ve “zengin giyimli bir adamın önünde diz çökmüş başka bir
adamın, yani bir soylu ile onun kölesinin tasviri vardır.”62 Mayalarda,
varlığı “çok odalı binalar veya saraylarla” kanıtlanmış toplum, “elit ve avam
olmak üzere keskin biçimde katmanlara ayrılmıştı”.63
Peki, daha
önce başkalarını sömürmemiş veya baskı altına almamış insanlar, niçin
birdenbire böyle davranmaya başlamış ve toplumun geri kalan kısmı da yeni yeni
oluşan bu sömürü ve baskıya niçin katlanmıştır? Yüzbinlerce yıllık avcı
toplayıcı ve binlerce yıllık ilk tarım toplumlarına ilişkin açıklamalar, “insan
doğasının” böyle bir davranışa kendiliğinden yönelmediğini göstermektedir.64
Bu değişime boyun
eğen insan topluluklarının sebebi ancak 1840’lı ve 1850’li yıllarda Karl Marx
tarafından ana hatlarıyla anlatılmış, ayrıntılarıysa, Frederick Engels
tarafından ortaya konmuştur. Marx, “üretim ilişkileri” ile “üretici güçler”in
gelişimi arasındaki etkileşime dikkat çekmiştir. İnsanlar, hayati
gereklilikleri üretmenin yeni yollarını bulurlar, bu yollar maddi sorunları
hafifletebiliyor gibidir. Ancak, yeni üretim biçimleri grubun üyeleri arasında
yeni ilişkiler yaratmaya başlar. Belirli bir aşamada, ya bu yeni ilişki
biçimlerini kabullenecekler, ya da yeni geçim yollarını reddedeceklerdi.
Geçim sağlama
yollarındaki bu değişimlerden sınıflar doğmaya başladı. Üretim yöntemleri,
geçimleri için ihtiyaç duyulanın üzerinde bir artı oluşturup depolamayı başarabilmiş
gruplara açıktı. Ancak yeni yöntemler, bazı insanların, grubun faaliyetlerini
koordine etmek üzere, tarlalarda çalışma yükünden kurtulmalarını ve artının bir
kısmının hemen tüketilmeksizin ilerisi için depolarda kenara konmasını
sağlamalarını gerektirmişti.
Üretim
yöntemleri hala istikrarsızdı. Kuraklık, öldürücü bir fırtına veya bir çekirge
musibeti ekinleri mahvedebiliyor ve artıyı zarara dönüştürebiliyordu; bu da
genel açlık tehlikesi yaratabiliyor ve insanları gelecekteki üretim için kenara
ayrılmış depoları tüketmeye sevk edebiliyordu. Bu şartlar altında, üretimi
denetlemek üzere el işçiliğinden muaf kılınmış olan insanların bunu başarmak
için tek çaresi diğer herkesin üzerinde baskı oluşturmak —yorulup acıksalar
bile çalışmaya devam etmelerini sağlamak ve açlıktan ölüyor olsalar da yiyecek
stoklarını kenara koymaya zorlamak- oluyordu. “Liderler”, “yöneticilere”,
toplumun tamamının yararına olacak şekilde, kaynaklar üzerindeki denetimlerini
görebilecek bir duruma gelen insanlara dönüşmeye başlayabilmişti. Bu denetimi,
diğerlerine acı çektirmek pahasına savunabiliyorlardı, toplumsal gelişimi,
kendilerinin sıhhat ve iyi hallerinin devamlılığına ve kıtlık ve fakirlikten
korunmalarına bağlı bir şey olarak görmeye başlamışlardı. Kısacası, toplumun daha
geniş bir kesiminin çıkarları doğrultusunda belli bir biçimde hareket etmekten,
kendi özel çıkarları daima toplumun tümünün çıkarıymışçasına davranmaya
yönelebiliyorlardı. Veya başka bir şekilde ifade edersek, toplumsal gelişim ilk
defa başkalarını sömürmeye veya baskı altına almaya yönelik bir güdünün
gelişimini körüklemiştir.
Sınıf
bölünmeleri, artı yaratan üretim yöntemlerinin başlangıcına ait madalyonun
diğer yüzüydü. İlk tarım toplulukları, olağanüstü verimli topraklara sahip
bölgelere ilk yerleştiklerinde sınıflara bölünmemişti. Ancak yayıldıkça,
hayatta kalmak çok daha zor koşullarla mücadeleye dayanır hale gelmiştir—ve bu
koşullar, sosyal ilişkilerin yeniden düzenlenmesini gerektirmiştir.65
Sınıflara
dayalı olmayan önceki toplumların yüksek prestijli grupları, sulama
mekanizmaları kurarak veya geniş tarlalar açarak, tarım üretiminin arttırılması
için ihtiyaç duyulan emeği örgütleme işini üstlenirdi. Artının üzerinde kendi
kontrollerini görür hale gelebiliyorlardı –ve bunun bir kısmını doğal değişime
karşı kendilerini korumak amacıyla kullanabiliyorlardı- (herkesin çıkarına
olacak şekilde). İlk gruplar da, artıları başka toplumların elinden savaşarak
zorla alma konusunda uzman olan gruplar da, toplumun tüketimine yönelik
ürünlerin genel çeşitliliğini arttırmak için büyük ölçekli ticarete başlamıştı.
Doğal
felaketler, toprağın veriminin tükenmesi ve savaşlar, sınıflara bölünmemiş bir
tarım toplumu için şiddetli krizler yaratarak, eski düzenin devam etmesini
zorlaştırabiliyordu. Bu da yeni üretim tekniklerine olan bağımlılığı
körüklüyordu. Fakat, bu teknikler ancak bazı zengin aileler veya kabileler eski
yükümlülüklerinden tamamen koptuğunda geniş ölçüde kabul görüyordu. Önceleri
prestij uğruna başkalarına terk edilen zenginlik, artık başkaları zorluk
çekerken tüketilen bir zenginlik haline gelmişti: ‘Kabile reisliğinin gelişmiş
örneklerinde...başkanlık eden kişinin, ürettiklerini diğerlerinin yararına
sunmasıyla başlayan şey, bir dereceye kadar, diğerlerinin, ürettiklerini
başkanın yararına sunmaya başlamasıyla sona ermiştir.’.66
Savaşçılık
aynı zamanda bazı bireylere ve ailelere, diğer toplumlardan elde edilen yağma
ve haracı ellerinde tuttukları için büyük prestij kazandırmıştır. Hiyerarşi,
diğerlerine bir şeyler verme yetisine dayalı bir hiyerarşi biçimi olarak kalsa
bile daha da belirginleşmiştir. 67
Bu süreçte
hiçbir şey kendiliğinden olmamıştır. Dünyanın birçok yerinde, toplumlar, ağır
saban kullanımı veya kapsamlı su gücü tesisatı gibi yoğun işçilik gerektiren
çarelere başvurmaksızın zenginleşerek modern zamanlara geçebilmişlerdir. Bu
durum, Papua Yeni Gine’de, Pasifik adalarında ve Amerika’da, ve Güney
Asya’daki, yanıltıcı bir biçimde “ilkel” olarak tabir edilen toplumların yakın
bir geçmişe kadar ayakta kalabilme sebebini açıklamaktadır. Ancak başka şartlar
altında, ayakta kalma yeni tekniklerin benimsenmesine dayanır hale gelmişti.
Yönetici sınıflar bu tür faaliyetlerin düzenlenmesi ile ortaya çıkmış, buradan
da, şehirler, devletler ve genel olarak medeniyet olarak adlandırdığımız şey
doğmuştur. Bu noktadan sonra, toplumun tarihi kesinlikle bir sınıf çatışması
tarihidir. İnsanlık, doğa üzerindeki hakimiyet derecesini arttırmış, ancak bu
uğurda, birçok insan, imtiyazlı birtakım azınlık gruplarının hakimiyeti ve
sömürüsüne maruz kalmıştır.
Bu tür
gruplar, toplumun tamamı büyük sıkıntı çekerken, artıyı, ancak devlet gibi
zorlayıcı yapılar kurarak kendi isteklerini toplumun geri kalan kısmına kabul
ettirebildikleri sürece, ellerinde tutabiliyorlardı. Artının üzerindeki
denetimleri, onlara, askerler kiralayarak ve kendilerine en etkin öldürme
araçları üzerinde tekel sağlayacak, metal işçiliği gibi pahalı tekniklere
yatırım yaparak, bu şekilde davranma yolunu açmıştır. Ordu, yöneticiler
sınıfının gücünü, insanlar için bir geçim kaynağıymış gibi göstererek
kutsallaştıran yasalar ve ideolojiler tarafından desteklendiğinde her
zamankinden daha etkili olur. Örneğin Mezopotamya’da, “İlk krallar ekonomik
faaliyetleriyle, kesme kanallarıyla, tapınaklar inşa etmekle, Suriye’den
kereste ve Umman’dan bakır ve garanti ithal etmekle övünürler. Anıtların
üzerinde bazen tuğla dizen işçiler veya duvarcı ustaları ve tapınağın planını
tanrılardan alan mimarlar kılığında resmedilirlerdi”.68
Kendilerini
toplumun en yüksek değerlerinin somutlaşmış hali olarak
görenler yalnızca yöneticiler değildi –bazı durumlarda onlar tarafından
sömürülenler de kendilerini böyle görebiliyordu. Toplumsal artıyı yuttukları,
onun kendini türetme yollarını kontrollerine aldıkları için, yöneticiler,
altlarındakiler için toplumsal gücü temsil eder bir hale gelebiliyordu
—tanrılar gibi veya en azından toplumsal kitle ve tanrıları arasında zorunlu
aracılar olarak da görülebiliyorlardı. Mısır firavunlarının tanrısal nitelikleri
veya Mezopotamya ve Mezo-Amerika’nın ilk yönetici sınıflarının din adamı
nitelikleri böylece ortaya çıkmıştır.
Sınıf öncesi
toplumlarda da çeşitli dini kavramlar bulunuyordu. İnsanlar, bazı bitkilerin
çiçek açmasına, bazılarının çiçek vermemesine, avın bol olduğu yıllarla açlık
yıllarına, beklenmedik ve ani ölümlere yol açan, görünürde gizemli süreçlerin
kontrolünü büyülü varlıklara atfediyordu. Sınıfların ve devletlerin ortaya
çıkmasıyla birlikte, insanlar ayrıca kendi kontrollerinin ötesindeki sosyal güçlerin
varlığıyla da uzlaşmaya varmak zorunda kalmışlardır. Dini kurumlar işte bu
aşamada ortaya çıkmıştır. Tanrılara tapınma, toplumun kendi gücüne
tapınmasının, halkların kendi başarılarını çılgıncasına ikrar etmelerinin bir
biçimi haline gelmişti. Sonuç olarak bu da, bu başarıların sorumlusu
olduklarını iddia edenlerin —üreten kitleye hükmeden, artıyı kendi ellerinde
tekelleştiren ve iddialarını reddeden herkese karşı askeri güç kullananların
hakimiyetini arttırmıştır.
Bu türden
devlet yapıları ve ideolojileri ortaya çıkar çıkmaz, artının, belli bir grup
tarafından, üretimi geliştirme gibi bir amaca hizmet etmiyor dahi olsa, artının
üzerindeki kontrolünün devamlılığını sağlamıştır. Üretimin destekçisi olarak
ortaya çıkmış bir sınıf, artık böyle bir destek arz etmiyor olsa bile, öyle
olmaya devam etmiştir.
Sınıf Sistemine Dayalı İlk Toplumların
Özellikleri
Genellikle, sınıf sistemine
dayalı toplumların özel mülkiyet esasına dayandığını düşünürüz. Ancak, özel
mülkiyet sınıflara ayrılmış toplumların tamamına ait bir özellik değildir. Karl
Marx, hiçbir şekilde özel
mülkiyetin olmadığı “Asyatik” formda bir sınıf toplumundan bahsetmiştir. Marx,
aksine, yöneticilerin devlet mekanizması üzerindeki kolektif kontrolleri
yoluyla, özel mülkiyet olmaksızın toprağı ortaklaşa ekip biçen tüm köylü
topluluklarını sömürebildiklerini iddia etmiştir. Bu tablonun 18. yy.’da
İngiliz işgali zamanındaki Hint toplumunun aynısı olduğuna inanıyordu.
Günümüzde yapılan birçok araştırma, Marx’ın en azından kısmen yanılıyor olduğunu
ileri sürmektedir.69 Ancak, Mezopotamya, Mısır, Çin, Hint,
Mezo-Amerika ve Güney Amerika medeniyetlerinin erken tarihi bu örneğe uyuyormuş
gibi görünmüyor.
Toplumsal
artı, tapınakları idare eden rahiplerin veya kralın emrindeki saray
yöneticilerinin elindeydi. Onu, üretimin çeşitli biçimlerini yönlendirerek
ellerinde tutuyorlardı – sulama ve sel baskını denetimi çalışmaları, tapınağa
veya saray topraklarına bağlı köylülerin işçiliği, ve ticaret üzerindeki
denetim yoluyla. Ancak ne rahipler ne de saray yöneticileri şahsi denetime veya
mülkiyete sahipti. Sınıfsal sömürüden sadece kolektif bir yönetici grubunun bir
parçası oldukları sürece faydalanabiliyorlardı.
Toplumun
temelinde, köylü üretimi, özel toprak mülkiyetine dayalıymış gibi de
gözükmemektedir. Sınıf öncesi tarım toplumlarını şekillendiren ekonomik hayatın
toplumsal düzenleme biçimleri, çoğunluğunun artı üzerindeki denetimini artık
kaybetmiş olmasından dolayı bozulmuş bir biçimde de olsa, hala devam ediyor
gibiydi. İnsanlar hala, bir karşılıklı yükümlülükler sistemine dayalı olarak,
akrabalığa dayalı kabilelerin kalıntılarıyla örgütlenmiş bir biçimde
çalışıyorlardı. Mezopotamya’nın ataerkil klanları, (başkan olduğu söylenen
erkekler tarafından yönetilen aile grupları) tapınakların elinde olmayan toprakları
denetliyordu, Meksika’daki köylü üreticiler kitlesi de Aztek dönemine dek
(15.yy) “calpulli”—başta bulunanların, yönetici sınıfının isteklerini
diğerlerine dayatan ‘kendi içinde çok katmanlı’ aile grupları- tarafından
örgütlenmiştir,70; Inkalar’da ise, benzer bir işleve sahip ‘aylulli’
vardır. 71 Arkeologlar ve antropologlar bu tür grupları tanımlamak
için birçok kez “konik klanlar” tabirini kullanmışlardır. Bu klanlar, çekirdek
ailelerden oluşan grupları efsanevi ortak atalara bağlayan, ancak artık
sömürülen sınıfın emeğini, sömüren sınıfın çıkarları doğrultusunda örgütleyen,
hem üretim hem de sosyal denetim birimi olarak hareket eden, sınıf öncesi
toplumun kabilelerinin, biçimsel görüntüsünü taşımaktaydı. 72
Avrasya’nın ve
Afrika’nın büyük bölümünde özel mülkiyet hem yönetici hem de köylü sınıfları
arasında gelişecekti; ancak bu, yönetici sınıfları arasındaki derin
anlaşmazlıklarla, kanlı savaşlar ve sömürülen ve sömüren sınıflar arasındaki
sert çatışmalarla geçen onlarca yüzyıl içerisinde olacaktı.
Notlar:
55. R M Adams, The Evolution of Urban Society, sayfa 95-96.
56. R M Adams, The Evolution of Urban Society, sayfa 98.
57. R M Adams, The Evolution of Urban Society, sayfa 103.
58. R M Adams, The Evolution of Urban Society, sayfa 104.
59. V Gordon Childe, What Hasayfaened in History, sayfa 88.
60. T B Jones, C K Maisels’in The Emergence of Civilisation
adlı çalışmasında alıntılanmıştır, sayfa 184.
N G L Hammond (editörler), Cambridge Ancient History’de,
cilt 1, bölüm 2 (Cambridge,
1971).
64. Michael Mann’ın kendi sosyolojik jargonunda ortaya
koyduğu gibi, karışan dağıtıcı güçlerin varlığı nedeniyle kolektif güçlerini
arttırmayı istemiyorlardı, M Mann, The Sources of Social Power, cilt 1
(Cambridge, 1986), sayfa 39.
65. Bu tür değişimlerin bir tarifi için, bkz. C Renfrew
(editör), Explaining Cultural Change isimli derlemeden D R Harris, ‘The
Prehistory of Tropical
Agriculture’, sayfa 398-399.
67. Bkz. CWGailey, Kinship to Kingship’te (Texas, 1987),
Christine Ward Gailey’nin İ.Ö. 1100 ile İ.Ö. 1400 arasında, Tonga’nın en yüksek
yönetici gruplarının, kendilerini bir yönetici sınıfı haline getirmek için,
kendilerinden aşağı tabakada yer alan insanlara karşı sorumluluklarından kendilerini
kurtarma çabasını anlattığı bölüm.
68. V Gordon Childe, Man Makes Himself (London, 1956), sayfa
155.
69. Örnek olarak bkz. R Tharper, Ancient Indian Social
History (Hyderabad, 1984).
70. R M Adams, The Evolution of Urban Society (London,
1966), sayfa 114.
0 yorum :: İlk Sınıf Bölünmeleri
Yorum Gönder