AVRUPA MERKEZCİ İDEOLOJİ


Göktuğ Halis

Peter Burke'nin, Literatür Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilen "Avrupa'da Rönesans-Merkezler ve Çeperler" kitabı, Avrupa Merkezci ideolojinin tarihsel bir olguya nasıl da sakat baktığının tipik bir örneği olarak gözüküyor. Yazar Rönesans'ın başat kişi ve şehirlerini ele alırken, Antik Yunan ve Roma'ya duyulan özlemin, Homeros'un, Cicero'nun ya da Seneca'nın isimlerinin ısrarlı vurgusunu gerçekleştirirken, Yunan ve Roma kültürünün yaratıcısı olduğunu bildiğimiz Mısır ve Fenike gibi medeniyetlerin ismini ağzına almaktan umumiyetle kaçınmaktadır. Koskoca kitap boyunca "Mısır" ismi yalnızca iki yerde geçmekte ve sıkı durun "Fenike" isminin esamesi bile okunmamaktadır. Kilise'nin pagan olarak damgaladığı kültürlerden birisi olan ve kurumsal olarak sağlamlaştığı andan itibaren ilk ve en büyük düşmanı olarak kabul ettiği "gnostisizm" gibi, Rönesans çağına neredeyse bütünüyle damgasını vuran Hermes ve Osiris gibi isimlere kitapta rastlanmaması ilginçtir. Bununla birlikte, gizemci yapı, doğal olarak Rönesans konusunda atlanamayacağından dolayı yer yer ele alınmakta, bu da Phythagoras ve Platon'a bağlanmakta, ancak bu iki düşünürün Mısır ile olan inkar edilemez bağlantısı umursanmamaktadır. Kitabın anlattığına göre, bu dönemdeki gizemciler, örneğin Homeros 'un yapıtlarının "görünürdeki ifadelerinin" anlattığı gerçek anlamı aramaktadır. Bir nevi Kabalacı yöntemdir bu ve bildiğiniz gibi, Tevrat'taki gizemlere dayanır bu uğraş... Simya, fal, kehanet ilimi, büyü ve kabala, Ortaçağ zihniyetinin yasakladığı, kökenleri ise Yunan ve Roma'dan çok Doğu'ya özgü disiplinlerdir ve Avrupa'yı özgün ve en büyük kültür olarak tanımlayacaksanız şayet, onu var eden kritik bir sürecin bu gibi temel unsurlarının "doğu" kökenlerini görmemekte ya da inkar etmekte fayda vardır. Bu açıdan yazar kutlanmalıdır.

Rönesans, Avrupa Merkezci ideolojinin oluşum sürecinde kritik bir değer taşır. Ortaçağ tanımı, ilk kez Rönesans düşünürleri tarafından kullanılmıştır ve "yeniden doğuş" kilisenin budayarak "heretik" olarak damgalanmayı doğurmuş antik kültürlerin, yeniden kutsanmasıdır. Bu dönemde kiliseye rağmen verilen mücadelenin yalnızca Yunan ve Roma'ya dayanması Burke'nin iddialarının aksine anlamlı değildir. Nitekim, ne olursa olsun Ortaçağ boyunca kilise, başta Platon ve Aristoteles olmak üzere Yunan ve Roma kültürüne sırtını dönmüş değildir. Aksine başta 2. Pius olmak üzere Papa’ların ve kilise babalarının Latince ve Yunanca metinlerden tercümeyi destekledikleri bilinir. Aristo'nun "herşeyi hareket ettiren ve herşeyin kendisine yöneldiği devinimsiz" tanımının Tanrı'ya dönüştürülebilirliği hiç de zor değildir. Platon ise zaten tüm ortaçağ boyunca, Eski Ahid'i okuduğundan kuşkulanılan bir düşünürdür ve düalizmi, gnostik akımlardan çok Hıristiyanlığa yakındır. Bu haliyle söylenebilir ki Rönesans'ı vareden temel kaynak, bağımsız çoğu kaynaktan okuyabileceğimiz gibi Mısır, Fenike ve Mezopotamya kaynaklıdır. Ancak, beyaz ırktan olup olmadığı bile tartışmalı olan Mısırlının, kendini hastalıklı bir ayrıcalık aynasında görmeye eğilimi olan ve tüm 18, 19 ve 20. yüzyıllar boyunca dünyanın kendi dışındaki geri kalanını "medenileştirme" parolasıyla davranacak olan Avrupalı üzerindeki etkisi kabul edilemez olarak görülmelidir ki, çok geçmeden başta Mısır olmak üzere, tüm doğu'nun Yunan ve Roma medeniyetleri üzerindeki etkisi, hokus pokusla siliniverir. Böylece ortaya kendini kültürel olarak Yunan'a ve dinsel anlamda da Yahudiliğe bağlayan bir ari ırk ideolojisi çıkar.

Ancak gizemcilik- ezoterizm, ya da bir bütün olarak Hermetik Bilimler'in Rönesans ve yaratıcısı olduğu Aydınlanma felsefesi üzerindeki etkisi devam eder. Doğmakta olan Kapitalizmin egemen sınıfı olacak Burjuvazi'nin, sekülerlik ihtiyacına karşın arka plana itilmiş gizemcilik, Orhan Gökdemir'in ifadesiyle, yeni toplumun insanını "iki yüzlü" hale getirecek şekilde perde arkasından etkinliğini sürdürür. Ancak, paranın ve maddi kaygıların asal olduğu bir dünyaya felsefi düzlemde karşı çıkışlar gecikmez. Bunların ilki Romantizm'dir ve bu akımın temel sınıfı entelijansiyadır. Gizemli bir şekilde her varlığı "parasal" karşılığı itibariyle değerlendiren yeni sınıfın karşısında Romantikler, geleneksel değerlere yönelerek güç bulmaya çalışır. Bir zamanların toplum için de varolan asil değerlerini yaşatan, doktor, mühendis, yazar, retorikçi ve sanatçı gibi sınıflar, kendilerini ansızın Burjuvazi tarafından "satın alınmış" bulur ve karşıtlığını asla kökeninden tehdit etmeyen bir tavır geliştirirler. Herşeye rağmen, Romantizmin, kökenleri itibariyle anti-kapitalist olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bu haliyle kökenleri Romantizme dayanan fantastik edebiyatın, "bir kaçış edebiyatı" olduğunu söylemek hatadır. Nitekim örneğin J.R.R. Tolkien'in "Yüzüklerin Efendisi" üçlemesi, savaş ve doğa talanının karşıtlığı, geleneksel etik ve maddi güç noktasında güçlü, anti-kapitalist, felsefi eleştiriler barındırır. Ancak, romantizmin aydınlanma ya da Fransız ihtilaline karşıt bir hareket olduğu varsayımının yanlış olduğu bir kez daha belirtilmelidir.

M. Eliade, Türkçe'ye “Babil Simyası” olarak çevrilen kitapçığında, modern bilimi tanımlarken önemli bir tanım ortaya atar. Ünlü din tarihçisine göre, modern bilim "katı maddenin yasalarını araştırmaktan" ibaret bir uğraş içerisindedir. Kuşkusuz buradaki temel nokta, 21. yüzyıl itibariyle ulaşılan noktada pozitif bilimlerin sırtını döndüğü kadim bilgi türlerinin dışlanmasıdır. Klasik fiziğin kurucuları, Leonardo'nun, Galilei Galileo'nun ve Newton'un; modern Astronomi biliminin mimarları, Copernicus ve Kepler'in, günümüzde kadim dünyaya dayanan bilgi türleri ve disiplinlerini, örneğin yıldız falını, büyüyü, simyayı ya da kabalayı, hurafe, uydurma ya da geri kafalılık olarak tanımlayan Avrupa Merkezci bilim anlayışını biçimlemesi, özü itibariyle şaşırtıcıdır. Newton'un tanrı inancındaki gücü biliriz ve güneş battığında, karanlık sokak aralarında veya görkemli şatoların örümcek ağları içindeki solgun ışıklarında kendilerini büyücü ya da kahin olarak tanımlayan çok sayıda insan ile simya formülleri değiş tokuşu yaptığı da açıktır. Leonardo'daki gizemci yön, günümüzde alabildiğine popüler olduğuna ve ondan hareketle onlarca cilt spekülatif tarih oluşturulduğuna göre, burada ele alınmasa da olur. Copernicus'un güneş merkezli evren kuramı, Aristo ve Batlamyus'un astronomi kuramlarını darmadağın ederken ve kilisenin tepkisini çekerken, büyük bir ihtimalle Mısır'dan ve güneşe duyulan Tanrısal ilgiden hareket etmiş olması muhtemeldir. Bırakın klasik fiziği ve özel ve genel görelilik kuramıyla 20. yüzyılın en büyük dahisi olarak kabul edilen Einstein'in Tanrı'yı ve görünenin ötesindeki hareketi, gizemleri inkar etmek gibi bir niyeti yoktur. Kuvantum Felsefesini değerlendirirken büyük Fizikçi "Tanrı'nın evren ile zar atacağını zannetmiyorum..." diyerek, Kuvantum Fiziğinin, atom altı sistemlerdeki hareketlerin yasalaştırılması sürecine engel teşkil eden "olasılık" kavramını reddettiği görülür. Big Bang teorisyeni bir diğer dahi Stephen Hawking ise, antropoloji ve arkeoloji disiplinlerinin, bilim ile Tevrat-İncil-Kur'an 'daki inanç sistematiği arasında biçimlediği mesafeyi kapatmak gibi kritik bir misyonu da yerine getirir. Big Bang, yaratılış anı da olabilir nitekim... Böylece modern bilimin herhangi bir fraksiyonu, yüzünü dine, dini oluşumlara döndüğü ve gönderme niteliğiyle de olsa dinin çıkarımlarını kabul ettiği haliyle değer görür hale gelir.

Kapitalizmin tarihe bakış açısı, içsel olarak dayanağı ancak entellektüel çabalarla sarsılabilecek ve günlük hayatta da oturtulmuş kurumlarla desteklenen, bu haliyle günümüz insanı için de "inkar edilemez doğru" olarak kabul edilen bir "ilerlemecilik" mantığına sıkıştırılmıştır. En kaba haliyle bu mantık, zamansal olarak sonradan gelene büyük değer atfeder ve o, öncekilerden üstündür. Yunan'ın Mısır'a, Avrupa'yı Afrika'ya üstün kılan ve bu hiyerarşiyi metafizik bir yazgı halinde sunan bu yorum, Avrupa-Batı medeniyetinin nihai kutsanmasına çıkar nihayet... Tarihin-sonu yaygarasının kökeni budur, Batı, son'dur ve ondan sonra ilerleme yoktur. Marksist komünizmden farkı yaşanıyor olması ve Hegel'den farkı felsefe alanında değil, reel-siyaset alanında, kanlı canlı, aramızda dolaşıyor olmasıdır...Komünizmin yitişi de, bu propaganda için gerekli cesarete büyük bir ivme
kazandırmışa benzemektedir. İki kutuplu dünyanın seküler çatışma dinamiği içerisinde, medya ve kitle iletişim araçlarının desteğini alan ve reel-sosyalizmin hatalarıyla birlikte Doğu Bloku'nun parçalanmasını sağlayan Batı dünyasında, SSCB'nin çöküşünün hemen ardından yaşanan bir gizembilim hortlaması hiç de tesadüf değildir. Chomsky'nin deyimiyle, bireylerinin günlük yaşama ilişkin mutsuzluklarını, geleceğe yönelik umutsuzluklarını, bir "baş şeytan-komünizm" unsuruyla karşılayan ve ona bağlayan bir kapitalist tutum, baş düşmanın yenilgisinin ardından, kendine doğrudan bir düşman bulmakta gecikmemiştir. Bu arayışta, gözlerin Doğu'ya yönelmesi neredeyse kaçınılmazdır. Doğu'nun, Batı medeniyeti ve kültürünü var ettiği fikri öylesine dayanılmaz bir noktaya ulaşmıştır ki, Mezopotamya'nın kadim toprakları, Batı'nın bombalarıyla sarsılmaktadır...Bu arada, Batı'nın göreli olarak refah içinde yaşayan bireyleri için "geriye dönüş" affedilebilir bir sapkınlık olarak kalır. Post-modern teorilerin ele aldığı geriye dönüş süreci, hiç de kapitalizme aykırı ya da yabancı değildir... Tapınakçılar, Gül-Haçlar, Masonlar, Mu ve Atlantis Kıtaları, Ezoterik akımlar, Simya, Büyücülük pat diye horlayıverirken, alternatif bir tarih anlayışı, yalnızca bireyin anlam ihtiyacını doldurmakla kalmaz, aynı zamanda, yaşanan dünyevi bunalımlardan bir kurtuluş anlamına da gelebilmektedir. Kızılderili katliamı ansızın, Avrupalılar tarafından değil de, Tapınakçılar tarafından gerçekleşmiş bir olgu haline bürünüverir ve onların ne de kötü insanlar olduğuna dair kitaplar ansızın kitapçı raflarını kaplayıverir... Kapitalizm, kendisini vareden değerleri, gerektiğinde görmezden gelmek, gerektiğinde onları yeniden yardıma çağırmak noktasında başarılıdır.

Bu bir lütuftur aslında. Bölünmüş bir insanlık durumunda batı, tüm dünyanın bilincini, ilgisini ve becerisini belirleyecek mekanizmalara hakimdir. Kitle İletişim Araçları, insanların düşünme ve muhakeme yeteneklerini çaktırmadan söküp alırken, iş ve çalışma sürecinde boğulmuş bir insan için haber alma ihtiyacı, eğlence ile sulandırılmış bir bulamaca dönüşmüştür. İnsanlar S. Allende'nin düşürülüş sürecini ve Romanya'da sosyalizmin bitişini gerçekleştiren karmaşayı, ancak seneler sonra, alternatif kaynaklardan öğrenir hale gelmiştir. İlk körfez savaşı sırasında sivillerin üzerine düşen bombaları, popcorn ve cola reklamlarıyla yan yana izlemiştir.

21. yüzyılın ilk 10 yılı itibariyle gelinen noktada insanlık, daha önce hiç yaşanmadığı kadar bölünmüş durumdadır. Bu bölünmeye ilişkin tanımsal ifadeler, örneğin Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan, zengin Kuzey-fakir Batı, AB ve diğerleri gibi, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir keskinlik taşımaktadır ve bu keskinliğin ulaştığı nokta itibariyle bu mesafenin kapanması mümkün gözükmemektedir. Avrupa ideolojisinin, dünyanın geri kalanını medenileştirme çabasındaki başarısızlığı, hiç kuşkusuz ari ırkın idealist insanına sorumluluk yüklememektedir. Olsa olsa, yarı-insan olan dünyanın geri kalanının "medenileşmek istememesi" ya da "medenileşmeye yatkın olmamasıdır" bunun açılımı. Medeni olan artık, iş dünyasında yükselmeyi becerendir. Sömürü sürecinde üst basamaklara tırmanmak yolunda, her doğan gence eşit haklar veren Kapitalizmin insan anlayışı, övgüsünü de hazırlamaktadır: "Aklını kullan, zengin ol..." Hatırlayın, akıl kiliseye karşı mücadelede Aydınlanma'nın temel kavramı olmuştur. Akla verilen bu değerin yaşadığı evrim etkileyicidir. Köleler ve köle sahipleri, toprak ağası ve ona bağlı köylü, burjuvazi ve işçi arasındaki karşıtlık, şimdi aklı olanlar ve olmayanlar gibi irrasyonalist sınıflandırmaya dönüşmüştür.

Evet, öyle görünüyor ki global kapitalizm, gerçek insan denen varlığı silmekte kararlıdır.

04.08.2006 İstanbul




0 yorum :: AVRUPA MERKEZCİ İDEOLOJİ

Yorum Gönder