“Güneş” ışığında din bilgisi



Orhan Gökdemir

Kara taşın kutsal sayılmadığı bir din var mıdır? Peki taşın “semavi dinler” tarafından kutsal sayılmasını bir taşlaşma vakası mı saymalıyız?

Taş var ve Hacer-i esved, kara taş kutsaldır. Dinde bir taşlaşma varsa bu kara taştır; çünkü hiç değişmemektedir. İslam’dan önce kutsal olan, İslam’dan sonra da kutsal olmakta, “putlar” yıkılmakta, ancak taş yerinde kalmaktadır. Profesör Hikmet Tanyu, bütün dinlerde kutsal bir Karataş olduğunu not etmektedir.(1) Demek ki taş, dinlerin taşlaşmış yanıdır.

Bir taşlaşma söz konusu olduğuna göre, başlangıçta taş olmaması gerekir. Mekke, Beytullah, Hacer-i esved tamlamasında, tamamlayanın kara taş olmadığı biliniyor. Taş zaman zaman, Beytullahtan ayrılabiliyor ve bunun bir fark yaratmadığını biliyoruz. “929’da büyük Karmat generali Ebu Tahir altıyüz süvari ve dokuzyüz piyadesinin başında, Mekke’yi zapt etti ve Kabe’nin hazinesini gaspetti, müminlerce Allah’ın sağ eli gibi sayılıp saygı gösterilen Kara Taşı (Hacer-i Esved) alıp götürdü!”(2) Mazaheri, kara taşın bir parçasının ancak 951’de yerine konduğu bilgisini de veriyor.(3) Taş taşındığında haç yapılmış mıdır? Yapıldıysa haçın haç olup olmadığı konusunda bir tartışma olmuş mudur? Ve asıl önemlisi Karmatilerin geri getirdiği taşın taş olduğuna nasıl karar verilmiştir? Bir kesinti olduğu yönünde işaret bulamıyoruz. Demek ki, önemli olan taş değil, haçtır. Bütün dinlerde kutsal mekanlar da bulunuyor ve bir “tanrı evi” taşla birlikte dinlerin ortak paydası olarak ortaya çıkıyor.

Taşın düştüğü yer, evdir. Evin içinde taş var ve taşa dokunmak, bazen yüz sürmek, öpmek dinde tamamlayıcı bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Hacir-i esved’in yalnızca bu nedenle çok “yıprandığını” biliyoruz. Taş olma vasfını kaybediyor ve tersine dinde bir taşlaşma ortaya çıkıyor. Bu yüzden tanrının evi değişmeden de tanrının değişebileceği bilgisi, bilgi olmuyor. Kabe, değişmeyen evdir ve tarihi Arap tektanrıcılığından çok daha geriye gitmektedir. Bu durumda, “dinde bir devrim” için, panteonda bir değişiklikten çok, evde, kıblede, tapınaklarda ve elbette zihniyette bir değişime bakmamız gerekiyor. İlke güneş tanrı “Aton”dur ve ilk dinsel devrim olma niteliğini hala korumaktadır. Bütün devrimler gibi kısa sürmüştür ve ancak, ömrünün sanılandan çok uzun olduğunu şimdi anlıyoruz. Aton’a “Amin” demeyenler, Atonizme teslim olmuştur. Bu durumda, güneş ışığında din bilgisi için, güneşin ışığını takip etmeliyiz.

Baalat, İbranice “dişi tanrı” anlamına geliyor, “kutsal leydi” demek oluyor. Bir de Baalim var ki, erkek tanrı anlamındadır, “kutsal efendi” demek oluyor. Yer adlarından biliyoruz; Baalbek var. Şimdi Beyrut'un kuzey doğusunda Bekaa vadisinde kalıntıları bulunan bu Fenike bakiyesi kent, 13. yüzyılda Moğollar tarafından yıkıldı. Roma egemenliği altındayken, güneş tanrısı Jüpiter adına bir mabet inşa edilince adı Heliopolis olarak değiştirildi; güneş şehri demektir. Bir devamlılık olduğunu, Baalat veya Baalim’in güneşle ilgisini tahmin edebiliriz. Baalbek, Baal’in şehri ya da daha doğrusu “Güneş’in şehri”dir. Balat, buna karşın ne yazık ki “saray” ile ilgili bir ima taşımıyor. Palation, bizdeki Balat’a kök oluyor, ancak Balat, Baalat’tır ve bu kadar yakın olanın bu kadar uzak olması şaşırtıcıdır. (4)

Hemen kıyısında bir hastane var; Or ahayim adını taşıyor. Hayatın ışığı demektir, Balat ile birleştiğinde çok anlamlı bir bütün ortaya çıkıyor: Balat or hayim, “Güneş hayatın ışığı” olmaktadır ki pek şık duruyor. Yalnız, güneşin unutulmuş olması ihtimal dahilindedir; bu durumda “Tanrı hayatın ışığı” olmaktadır ki, Balat’ın eski yerleşikleri ile ortaya çıkan anlam arasında bir örtüşme yakalayabiliyoruz.

Britannica, Balat olarak Balat’ın dışında Milet’in adını vermektedir. Demek ki, Milet de eskide Balat olarak bilinmektedir. Aynı kaynağa göre Miletus, Apollon’un oturduğu yerdir ki, elinde güneş ışınları ile temsil edilen bu tanrının da güneşle bir ilgisini yakalayabiliyoruz. Yani Balat’ı “güneşsiz” düşünemiyoruz.

Bir de Babil var ki, en çok kuleleriyle biliyoruz. Kuleler göğe yükselmek içindir ve bab-il adlandırması, tanrı kapısında, tanrının gökte olduğuna işaret ediyor. Tanrı Şamaş, Hamurrabi zamanında en önemli tanrıdır ve Hamurrabi’nin Asur-Babil uygarlığının doruğu olduğu düşünülürse, bu uygarlığın bir güneş tanrı uygarlığı olduğunu teslim etmemiz gerek. Babil kulesi, tek tanrıcı dinlerin kitaplarına göre de tanrıya ulaşmak için yapılmıştır. Ancak tanrı ürkmüş ve kulenin inşasında çalışan işçilerin her birine ayrı bir dil vererek aralarında anlaşmalarını önlemiştir. Tanrı dili olduğuna inanılan İbranicenin güdük kalmasını böyle açıklayabiliyoruz. Yalnız yine de İbranice konuşanlar en değerli Talmut’larını burada yazmışlardır. Ancak, bunu tanrıya değil onları tanrı kapısına sürgün eden Babil kralı Bahtunasır ya da Nabukednezar’a borçludurlar.

Babil’in koruyucu tanrısı Marduk, “Bel”dir. Herhalde “Bab-el”de bir de “Bel” olması mümkündür. Biz bunu Marduk-kapısı olarak da anlayabiliriz; bu durumda da gök tanrı demek istiyoruz ki, böyle olsa bile, baştaki iddiamızın çok ötesine düşmüş olmuyoruz. Sümer yeryüzü tanrısı Enlil, Bal ve Belum’dur ki, bal veya el, hepsinin ötesinde genel veya soyut tanrı anlamını taşımaktadır. Bal veya El’i, Mezopotamya’nın en büyük tanrısı sayabiliriz. Baal-bel veya el, Karacoğlan’a göre “İll”, bulunduğumuz bölgedeki birçok ulusun ortak inanışına işaret etmektedir. İbraniler, Araplar, Fenikeliler, Babilliler, Asurlular, Kartacalılar, Suriyeliler, Sümerler hepsi “İl”in kuludurlar. Bu durumda Roma ve Yunan’ı da işin içine katabiliriz ki Apollon ve Jüpiter’i “il” sayabiliyoruz.

Baalat’ı, Bel, Bal, Baal ve genellikle el olarak karşılaşıyoruz. Fenike’nin büyük gök tanrısı, erkekse Baal, dişi ise Baalat olmaktadır ki, çok tanrıcılığa ama mutlaka hiyerarşik bir dizilişe işaret etmektedir. Müslümanlıkta melekler var, ikincil tanrılar saymamamız için bir neden bulunmuyor. İlah, El-ilah ve giderek Allah’ta da El’i bulabiliyoruz. Melekler sonra gelmektedir ve “il” ile tamamlandıklarına göre, (Azra-il, Cebrail, İsraf-il veya Mika-il) bu onların tanrıdan türediklerine ve tanrı olduklarına bir işarettir. İdris Şah bunların İbrani baş melekleri ve sayılarının da 7 olduğunu haber vermektedir ki bunlar Mikael, Rafael, Gabriel (Cebrail), Souirel, Zaziel, Badakiel ve Suliel’dir.(5) Yedi, güneş, ay ve beş seyyarenin izdüşümüdür. Aracılar ve en üstünden türemiş olanlar bütün dinlerde var ve önemli bir din bilgini bunun Araplar da olduğunu haber vermektedir: “Dünyanın birçok politeist kültüründe olduğu gibi, cahiliye dönemi Arap politeizminde de bir üstün varlık ve bu varlıkla insanlar arasında adeta aracılık görevini üstlenmiş olan ikinci dereceden uluhiyetler mevcuttu.” (6) Zaten eski inanışlarda da ikincil tanrılar “el” tarafından yaratılmışlardır. El, bu durumlarda Adam Smith’in “görünmez eli” olmaktadır ki, “yaratılmamış” dolayısıyla ilk olanların görünmez oldukları, din tarihinin kesin bilgisidir.

El, İsra-el’in de tanrısıdır; buna göre Aşherat adlı bir yardımcısıyla Anat ve Elat/El-Lat adında iki kızı bulunmaktadır. İslamlıktan önceki Araplarda da El’in üç kızı bulunmaktadır ki bunlar Allat veya El Lat, Manat ve Uzza olarak anılmaktadır. Peki Ellat ile Balat arasındaki bir ilişki kurabilir miyiz? Tanrıdırlar ve asıl önemlisi dişidirler, ancak şimdilik kesin bir yargı için yeterli ipuçlarımız bulunmuyor. Görülmektedir ki, tek tancılık “El”in egemenliğine son verememektedir. Elohim, El’in çoğulu olmakla, halen “tek tanrıcı” kabul edilen bir dinin tanrısı olmayı sürdürmektedir.

Eski Ahit’te Elohim metinleri ile Yehova metinlerinin farklı dönemlerde, farklı kişilerce yazıldığı artık bilinmektedir. Elohim acıyan, iyilik eden, yoksulları ve muhtaçları koruyan, yasayı gözeten bir tanrı iken, Yehova kindar, öteki ulusları aşağılayan, saldırgan ve savaşçı bir tanrıdır. Hal bu ki Elohim, Yehova’yı öncelemektedir ve çoğul olduğundan yola çıkılarak Elohim’de eski çok tanrıcılığın izleri olduğu tahmin edilmektedir. Demek ki dinde ilerleme kesin değildir ve hiç olmazsa burada dini ilerlemede bir gerileme ortaya çıkmaktadır.(7)

El’in bu yaygınlığı, din söz konusu ise gerçekte inançların ortak olduğunun bir işaretidir. El, içine girdiği her kültüre göre şekil almakta, fakat ana fikri değişmeden kalmaktadır. Aslında “El” dışında, dinde hayal gücünün sanıldığı kadar geniş olmadığını gösteren başka izler de bulabiliriz. İsis-İştar-Mariam ve Havva arasında da bir devamlılık kurmak zorlama mı olur?

Gökte güneş hep var, Şems veya Şamaş, bir tanrı olmakla göğün yaratıcılığına da işaret ediyor. Peygamber Muhammed’in aile büyükleri arasında olan Abd-el-şems veya Abdülşems, sonraları Şems-i Tebrizi, tıpkı “şemsiye” gibi Güneşten türüyorlar. Abdülşems adının işaret ettiği gibi kulu varsa, kuşkusuz Şems’in bir tanrı sayıldığını kabul etmek gerekiyor. Yalnızca, Abdülşems değil, Hammurabi de, yasalarını yaptığı sırada Şamaş’ın bir kuludur ve her halde Şamaş’ın kişiliğinde “eşitlik ve adalet”e de tapınılmaktadır. Çünkü Şamaş, güneş olmakla, adalet ve eşitliği de aydınlatmaktadır; Şamaş eşitlik ve adalet tanrısıdır.

Daha uzaklarda, Hindistan’da eski Hint mitolojisi, dünyanın yaratılışını güneşle açıklamaktadır; dünya güneşin içindeki yaşama isteğinin ürünüdür ki, tezini bugün için de doğru sayabiliriz. Vedizmin büyük tanrı üçlüsü güneşin izdüşümleridir. Amerikan Kızılderilileri, Mayalar güneş merkezli inançlıdırlar. Buda güneş soyludur, Apollon güneş-tanrıdır, Helios düpedüz güneştir. Mısır inancında Ra ya da Phra güneş tanrıdır. Piramitlerin (Kıpti’ce “mere”-yukarıya çıkış yeri) yıldızları ve elbette güneşi temsil ettiği bilinmektedir.(8) Güneş tapınağının koruyucusu bir aslandır. Kefren piramidinin kapısını bir aslan (Büyük Sfenks) beklemektedir. Mısır mitolojisinde aslan kutsal mekanları koruyan bir varlık olarak betimlenir. Heliopolis (Güneş kenti) rahipleri, yeraltı dünyasının doğu ve batı sınır kapılarını koruduğuna inanıyorlardı. (9) Güneş, Mısır’da hep vardı, ama sonra bir rüzgar çıktı. Rüzgar tanrısı Amon, baştanrı olmayı başardı; ancak bu durumda adını “Amon-Ra” olarak değiştirmek zorunda kaldı ki, bu baş olmak için güneşe sığınmak gerektiğini gösteriyordu. Güneş hep olmakla birlikte, eski Mısır’da da dinsel rüzgarlar ser esiyordu. Hiyerarşiyi reddeden ve tanrı sayısını teke indiren ilk girişim Atonizm oldu. Kapıdaki aslanlara aldırmadan bütün tapınakları yıktı ve bütün adları sildi. Bu durumda “Atonizm”le tek tanrıcılığa ilk ulaşanın “Güneş tanrı” inancı olması rastlantı değildir. Yalnız Atonizm, devletin gücüyle devrimini yapmıştı, yıkıldığında, Amonizm devlet olmuştu.

Devlet ve din diyalektiğinde, dinin değil devletin önce geldiğinin başka işaretleri de var. Hıristiyanlığı uzun süre uğraştırmış olan Işık-tanrı Mithra, büyük güneş-tanrıyla insanlar arasında aracılık eden ve insanların ruhlarını kurtarmaya çalışan bir peygamberdir. Konstantinus’un Hıristiyanlığı benimsemesiyle birlikte Mithraizm bu dine yenik düşmüştür.(10) Fransız tarihçi Renan’ın bu yenilgi olmasaydı, dünyanın bugün Mithras dininden olacağı iddiası aktarılır. Hıristiyanlık devletle birleşince, din olma olanağını yakalamıştı. Arkasından şiddet geldi. Devlet ve şiddet dinin din olması için olmazsa olmazdır.

Demek ki Romanın saltanatı ve etkisi sayesinde yayılan Hıristiyanlığın karşısında, İran’ın Mecusiliği durmaktadır. Mısır ve Fenike’yi zapt eden Hıristiyanlık, İran’ın Roma’yı yenerek Suriye ve Mısır’ı zapt etmesiyle bir kırılma noktasına gelmiş gibidir. “Fakat İran hükümdarları, Mecusiliği yaymaya yahut Hıristiyanlığı ortadan kaldırarak Mecusiliği onun yerine geçirmeye uğraşmamışlardı. Bilakis galipler, mağlup olanların dini itikatlarına saygı göstermişler, harp dolayısıyla harap olan mabetlerin yenilenmesine yardım etmişler ve dini ayinlerini istedikleri gibi serbest ifa etmelerine imkan vermişlerdi.”(11) “İnançlarına güveniyorlardı” diyebiliriz. Ancak, bu dönem boyunca İsevilik, bugün bildiğimiz halde miydi?

“Mesihçi Yahudilik yada ilk devir Hıristiyanlık insanları güçlü bir şekilde kendi tarafına çekti ve 1.yy’da hızlı bir şekilde büyüdü. Yahudi olsun Gentileli olsun Yeshua’ya Mesih olarak inananlar Romalılar tarafından şiddetlice zulme maruz kalıyorlardı. Fakat yok etmedeki başarısız girişimlerden 300 yıl sonra Roma hükümeti, Konstantin döneminde politik sebeplerden dolayı şu anda Hıristiyanlık olarak bilinen dini kabul etti. Paganizmle karışan Hıristiyanlığın radikal bir şekilde Yahudi karşıtı haline döndüğü yer burasıdır. Devletin yeni dini Roma halkına kabul ettirmek amacıyla pagan düşüncelerle uygun hale getirmek için değiştirildi. Azizlerin heykelleri Pagan putlarının yerini aldı. Pagan festivalleri Hıristiyan tatilleri oldu. Aralığın 25’de kış gündönümünü kutlayan festival Noel oldu. Pagan verimlilik Tanrıçası İshtar’a tapınma ve onun yumurta üzerindeki etkisi Easter (Paskalya) olarak değiştirildi. Varis olunan Yahudi karşıtı tutumlar yeni Roma dinini güçlü bir şekilde etkiledi. Başlangıçta Mesihçi Yahudilik olan hareketin yozlaşmış ve sulandırılmış bir formu Roma dünyasında tesis edildi.”(12)

Roma ile ittifaka giren dinin çok parçalı ve çok tanrılı olduğu bellidir. Roma’nın bütün dinleri ve bütün tanrıları Hıristiyanlık içinde kendine yer aramaktadır. Roma devleti içinde  yayılan İsevilikteki bölünmeler artmıştır. Meryem’e tapanların yanında İsa’yı tanrı kabul edenler baş göstermişti. Bu Hıristiyanlığın bir çöküntü dönemine girdiğini gösteriyordu. Aynı zamanda İran’da Mecusilik de çözülme dönemine girmişti. Her durumda devlet dindeki bu tartışmadan yararlanmasını bildi. Fırkalar birbiri ile savaşırken devlet ile hukukunu korumaya özen gösteriyordu.

Arap yarımadası bu iki kuvvet arasında kalmış ancak uçlardaki kaynaşmalar dışında kesin bir istila girişimiyle karşılaşmamıştı. Çünkü o tarihler nüfusu kıt, çöl ikliminin arkasına gizlenmiş Arabistan bilinmeyen ülkedir. “Hakikatte çöl hayatı, her devirde medeniyet aleminin tanıdığı her nizama karşı gelen bir hayattı. Bu hayat, kısas prensibine dayanarak yaşamak, tecavüzü tecavüzle karşılamak, kendisine yardım edecek bir kimse bulamayan güçsüzü avlamak ile özetlenebilirdi.”(13)  Araplar, Hıristiyan tarikatları ve Yahudi kolonileri arasında, uzak bölgelerde kendi putperestliklerine sarılmayı sürdürdüler. Belki fark görmediler, Hıristiyan mezheplerinde Mısır ve Yunan çoktanrıcılığının canlandığını, Hıristiyanlığın tek tanrı iddiasının silindiğini de düşünebiliriz. Demek ki Atonizme yeni bir geri dönüş için ortam hazırdır.

Hicaz şemsiyesi

Abdülşems bir yana, Arapların putları hangi tanrıların izdüşümüdür? Ya da daha doğrusu bütün Mezopotamya halkalarını ışıtmış olan Güneş-tanrı Arapları ışıtmamış mıdır?

“Hani İbrahim, babası Azer’e demişti ki: ‘Sen putları Tanrı mı sayıyorsun. Ben seni de, kavmini de sapıklık içinde görüyorum.’ Biz böylece İbrahim’e gerçeğe ermesi için göklerin ve yerin ülkelerini de gösterdik. Gece onu örtünce bir yıldız gördü: ‘Bu benim tanrım mı?’ dedi. O yıldız sönüp gidince: ‘Ben böyle sönüp batanları sevmem’ dedi. Sonra doğan Ay’ı gördü: ‘Bu benim Tanrım mı?’ dedi; yalnız o da batıp gidince; ‘Eğer Tanrım bana yol göstermemiş olsaydı ben de sapan insanlardan olurdum,’ dedi. Sonra doğan Güneşi gördü: ‘Bu mu benim Tanrım? Bu hepsinden de büyük,’ dedi. Güneşte batınca dedi ki; ‘Ey milletim! Ben Allah’a eş koştuğunuz şeylerin hepsinden uzağım.”(14) Pek güzel ama herhalde bunu aynı zamanda Muhammed’in zamanında kısa dinler tarihi saymamız da mümkündür.

Ancak, Arapların bunlardan uzak kaldığı, yalnızca tanrısız putlara taptığı ya da putları tanrı saydığını söyleyemeyiz. Şinasi Gündüz’ün deyişiyle, “Hz. İbrahim’in yaşadığı dönemde, başta Mezopotamya olmak üzere Ortadoğu’nun birçok bölgesinde temelde göksel cisimlerin tanrılaştırılmasına dayalı bir politeizmin ve paganizmin oldukça yaygın olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir.”(15) Demek ki puta bakmak budalalıktır, putun işaret ettiği bir yer var ve güneş olması ihtimali yüksektir.

“Her kabilenin taptığı bir put vardı. Bu cahiliyet mabutları Sanem, Vesen, Nusup adlarıyla anılmaktaydı. Sanem, maden veya tahtadan insan şeklinde yapılan putlardı. Vasen, inan şeklinde olup taştan yontulan puttu... Hubal, Arap putlarının başıydı ve Kabe’de muhafaza olunuyordu. Bütün Araplar en uzak yerlerden dahi onu ziyarete gelirlerdi”(16) Putlar Allaha ulaşmada bir aracıydı, görünüşe göre bunlar inanları tanrıya yaklaştırıyordu. Demek, put ya da heykel tanrı değildir. Fakat uzun vadede put hep tanrının yerine geçer, araç amaç olur. Araplarda sorun putlar değil, putların tanrı yerine geçmiş olmasıydı. Bozulma var ve fakat bunun puta taparlıkla bir ilişkisinin olmadığı görülüyor. İkonalar var ve Hıristiyanlar da onlar aracılığıyla tanrıya yaklaşmayı ummaya devam etmektedir.

Mesafelerin uzun, nüfusun seyrek olduğu çöl ikliminde bütün inançların bundan ibaret olmaması ilginçtir. Arapların dışa açılan kapısı Yemen’deki inançlar hakkında şu notları bulabiliyoruz: “Yemen’in Hunyar kabilesi Güneşe, Kinane kabilesi Kamere, Temin Deburan adlı iki yıldıza, Kaya kabilesi Şı’ra’ya, Esed Utarid’e, Lahm ve Cüzam Müşteri’ye taparlardı.”(17) Güneş hep var ve yalnız putları aracı ederek Arapların yaklaştığı tanrının güneş olup olmadığını bilemiyoruz.

Yalnız ilginç dönüşümler de var; çok tanrıcılık zamanlarında “haram aylar” olduğunu öğreniyoruz. Kan dökmenin yasak olduğu aylar anlamına geliyor ki, zamanla kısaldığını ve kan dökmenin serbest olduğu aya dönüştüğünü anlıyoruz.

Bu durumda putu bir tür tanrının ve inancın taşlaşması sayabiliriz. Arapların taş konusunda oldukça geniş görüşlü olduğunu biliyoruz; Şinasi Gündüz, çöldeki Arapların topladıkları taşların bir kısmını yemek yapmak için ocak yapmakta kullanırken, buldukları bir düz taşı da tapınmak için ayırdıklarını not etmektedir. (18) Bu taşlardan birinin etrafına ev (Beyt) yapılmışsa, kısa sürede buranın bir hac yeri haline geldiği de anlaşılmaktadır. Beyt-el-ilah ya da Beytullah bu evlerin en önemlilerinden biridir ve cahiliye döneminde de Hicaz paganizmin merkezi olmuştur. Peygamber Mekke’ye girdiğinde Kabe civarında 360 put olduğuna işaret edilmektedir ki, 365’ten 5 eksiği budur. Herhalde ortak noktalarını yıl ve giderek Güneş saymalıyız. Bu durumda El Lat, Uzza, Menat da birer gök cismi olmalıdırlar. Sabilikte bu var ve biz ilk ayetlerini açıkladığında Peygamberin sabi olduğunun sanıldığını öğreniyoruz. Tek tanrılı dinlerinin tanrısı ile Güneş arasında bir bağın işareti mi?

“Ve Allah dedi: Işık olsun; ve ışık oldu. Ve Allah ışığın iyi olduğunu gördü; Ve Allah ışığı karanlıktan ayırdı... Ve Allah, daha büyük olan ışık gündüze hükmetmek için, ve küçüğünü geceye hükmetmek için, iki büyük ışık yaptı; yıldızları da yaptı.”(19) “And olsun Güneş’e ve ışığına, Onun ardında seyirten Ay’a, Onu, aydınlatan gündüze, Onu örten geceye, Göğe ve onun yapıcısına, Yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene...”(20)

Lat’ın putu dört köşeli düz bir kaya parçasıydı. Putun etrafında bir de ev vardı ve Profesör Gündüz buranın Taif Kabesi olarak bilindiğini not etmektedir. (21) İslam Ansiklopedisi’nde El Lat ile ilgili daha ilginç bilgiler verilmektedir ki buna göre Al-Lat güneşin has ismidir.(22) Buradaki bilgilere göre Abu Süfyan Al-Lat ile Al-Uzza’yı Uhud savaşına götürmüş ve herhalde savaşta yardım edeceklerini ummuştur. İ.A. bu üç El’in zamanımızda da hastalıklara deva bulmak için ziyaret edildiğini not etmektedir. Gündüz’ün çalışmasına göre, Uzza sonraki dönemlerde Atargatis ve Afrodit’le özdeşleştirilir. Uzza, Venüs’tür.(23) Dolayısıyla Uzza-Azizos, Athar, Atar, İştar, Astarte, Atargatis, Tar-ata ile başlayan ve eninde sonunda bir ana tanrıçaya dönüştürülen Mariam arasında bir bağ ve süreklilik görüyoruz.

Peki İslam taşın egemenliğine son verebilmiş midir? Kutsal kara taş, Hacer-i esved’in “Adem’in tahtı” addedilmesi sonradır; öncesi hakkında İslam Ansiklopedisinde şu notlar düşülüyor: “Takdimeler arasında altın güneşler ve aylar tekrar tekrar zikrediliyor. Mas’üdi’ye göre, bazı çevrelerde Ka’be güreşe, aya ve 5 seyyareye vakfedilmiş bir mabed telakki edilmiştir. Bir de Ka’be’nin etrafına konulmuş olan 360 put da bu bakımdan bir delil teşkil edebilir.”(24) Artık Hubal’i biliyoruz; başta Al Lat olmak üzere başka tanrılar da var. Bilmediğimiz, bu “el”lerin yanında “Allah”ın nerede durduğudur. Şu açık; Hubal ve diğerleri Muhammed tarafından tahtından indirilmiştir, “kırılmıştır” da diyebiliriz. Ama Atonculukta da tahtından indirilen tanrılar var ve biz tahtan indirilse bile eski inançların kolay yok edilemediğini not etmeliyiz. Bal, dirençlidir ve varlığı sürmektedir.

Demek ki, burada bir “tekleşme”den değil, hiyerarşide bir değişmeden söz edebiliyoruz. El veya Bal, soyut tanrıya işaret ediyor; somutu güneştir. El ilah, bizden çok güneşe yakındır, o yüzden duada eller, ele açılmaktadır. Kabe, kıble ise, Müslümanlar da yüzünü güneşe dönmektedir. Tahsin Mayatepek’in iddia ettiği gibi, secdede güneş ışınlarını öpme de olabilir.(25) Kesin olan Şems ve Kamer’in, bu din içindeki yerini ritüellerde sürdürmesidir. Kabul kabildir, ancak bunun için kıble’den kabala’ya olan yolu yürümek gerekmektedir.(26)

Güneşin aslanı

Kıble ile kabala arasındaki bağ kurulamıyorsa, uygulamaya bakabiliriz. İdris Şah, Arap büyücülüğü hakkında şu bilgileri vermektedir: “Arap büyücülüğü büyük ölçüde simgeseldir. Beş uçlu yıldız, Süleyman’ın mührü, Davut’un kalkanı, Horus’un gözü, Ay tanrısının eli gibi geleneksel büyücü simgeleri Arap-İslam büyücülerinin yanlarından eksik etmedikleri tılsımlardır. Burada ilginç bir inançtan söz etmek yerinde olacaktır. Araplar-çok eski çağlardan beri güneşi ve yaşamı simgelemek için kullanılan- Svastika’da özel bir güç bulunduğuna karar vermişlerdir. Bu figüre düşünce gücüyle belirli bir anlam yüklenirse, Svastika’nın gücü bir kat artar.”(27) İyidir, güneş ve giderek Svestika’nın yolu, neredeyse bütün kültürlerle kesişmektedir. En sonunda Naziler tarafından bir simge haline getirilmiş, Yahudileri ezmenin sembolü olarak kullanılmıştır. İdris Şah, Arap kaligrafisinde “Ya Ali” sözünün Svestika biçiminde yazıldığı bir düzenlemenin bulunduğunu da haber vermektedir.(28) Demek ki, Ali ile Svestika arasında, ya da daha iyisi Ali ile güneş arasında bir ilişki kurgulayabiliyoruz.

 “Ali olgusu derinleştirilmeye çalışılırsa, bunun bir güneş tanrısallığı olduğu görülür. Ali, görünmesi için dua edilen doğan günle özdeşleştirilmiştir.”(29) Melikoff’un işareti yerindedir. İslam’daki Ali yarılmasını, simgesel anlamıyla da okuyabiliriz. İslam kökü unutmuş, Ali kökün devamı olmuştur.

“Binbir ismi var bir ismi Allah
Eğer inanmazsan hem vallah billah
Adem’i görmüşüm elhamdülillah
Men Ali’den başka Tanrı görmedim.”(30)

Bu da Derviş Ali’nin yaklaşımıdır; Güneş ışığında din bilgisi, Derviş Ali’yi doğrulamaktadır. Sır, tanrıyı güneş ışığında görebilmektir. “Muhammed, önce, kendisine yolu kapatan bir aslana rastlar. Peygamberlik yüzüğünü onun ağzına atar. Daha sonra Ali, yüzüğü kendisine geri verdiğinde, aslanın Ali olduğunu anlayacaktır. Sonra Peygamber, Tanrı’nın tahtına varır. Perde arkasından bir ses işitir, bu ona Ali’nin sesini çağrıştırır. Perdeyi aralar ve Taht’ta Ali’yi görür. Ona: ‘Ey Ali, anandan doğduğunu görmeseydim, sana Tanrı diyecektim. Sana ulaştım ama sırrına varamadım’ der.”(31) Melikoff bir başka kaynakta da şunları anlatmaktadır:

“Şah-i merdan cuşa geldi, sırrı aşikar eyledi
‘Yağmuru yağdıran menem diye’ Ömer’e söyledi
Ol dem şimşek yalabidi yedi sema gürledi
Hem sakidir hem Bakidir Nur-i Rahman’ın Ali!

Sözünü ettiğimiz birinci nefeste Ali, yaratıcı-Tanrı olarak ortaya çıkıyor: O, yeri, göğü, gökyüzü tahtını yaratmıştır (Yeri göğü arş-i kürsü yaradan). Fakat, ikincisinde yıldırımın, gök gürültüsünün tanrısıdır, yağmur yağdıran tanrıdır, atmosferin tanrısıdır. Yani, eski Türklerin Gök-tanrısı, Gök-Tengri’dir... Şu halde, bitkilere ve yaşam ilkesine bağlı olduğu için, güneş insana yakındır. Aynı zamanda, eski dinlerin çoğunda Yüce Varlık’ın güneşleştirildiğine tanık oluruz. Güneş-tanrı, Gök-tanrının yerini alır. Ali’nin güneş özelliğini hayli çabuk fark ettim. Köylerde o, doğan güneşle bütünleştiriliyor ve ona güneş doğarken dua ediliyor. Güneş tapınılan bir şeydi; örneğin güneşe karşı işemek uygunsuz bir davranıştır”(32) Melikoff, Ali’nin güneşin simgeleri olan aslan, koç ve turna kuşu ile simgeleştirilmesini de Ali’nin bu özelliğine bağlıyor.

Kefren piramidinin önünde, aslan vücutlu, insan başlı Büyük Sfenks beklemektedir. Ali gibi Büyük Sfenks’in de sırrı bilinmemektedir. Görünüşe göre, piramidi koruması için yapılmıştır, koruyucu Ali’den doğrulayabiliyoruz.

Çünkü, elimizde sfenkse benzeyen bir heykeli olmasa bile Ali ile aslanı birleştirebiliyoruz. Çünkü Ali insan başlı bir aslan olarak tasvir edilebilmektedir. Ali Allahın Aslanıdır (Esedullah).  Alevi kaynakları “Şiriyezdan” denildiğini de not etmektedir ki aslan ile ilah bakidir. Muhammed Ali Amir-Moezzi, bir de “Din’Ali” ismine dikkat çekmektedir; bu “Ali’nin dini” anlamındadır ki, işaret ettiği şeyin hem İslam içinde, hem de onun ötesinde olduğuna delildir.(33) Güneş, Aslan burcunun yıldızıdır; demek, eski inanışlardan Ali’ye akan bir ırmak söz konusudur.

Bu ırmağı nasıl tanımlayabiliriz? Güneş ışığında din bilgisi, bizi Pir Sultan’a taşımaktadır:

“Hazreti Şah'ın avazı 
Turna derler bir kuştadır 
Asası Nil deryasında 
Hırkası bir derviştedir 

Nil deryası umman oldu 
Sarardı, gül benzim soldu 
Bakışı aslanda kaldı 
Dövüşü dahi koçtadır 

Nerde Pir Sultan'ım nerde 
Özümüz asılı darda 
Yemen'den öte bir yerde 
Daha Düldül savaştadır.”

Demek, şah, Ali, aslan, koç ve Nil deryası, Anadolu inanışlarında yan yana gelebilmektedir. Daha ötesi için Karacoğlan’a başvurmamız gerekiyor. Karacoğlan’ın Aşık Veysel’in bir plağından alınan deyişinin bilinen biçimi şöyle.

“Ben meylimi üç güzele düşürdüm
Biri Şemsi biri Kamer İll'Elif
Onların aşkından aklım şaşırdım
Biri Şemsi biri Kamer İll'Elif

Birisinin evi kaya başında
Birisinin evi alnım duşunda
Biri yeni değmiş onbeş yaşında
Biri Şemsi biri Kamer İll'Elif

Birinin parmağı dopdolu yüzük
Birinin kolunda şıpça bilezik
Büyüğünü sevsem küçüğe yazık
Biri Şemsi biri Kamer İll'Elif

Durna gelir yüce dağı yol eyler
Ördek gelir çayır çimen göl eyler
Üç güzel oturmuş bana el eyler
Biri Şemsi biri Kamer İll'Elif.”

Demek ki, dini güneşsiz düşünemiyoruz. Dinde devrim aranacaksa, sadece Akhaneton’un din devrimini bulabiliyoruz. Özü şems’tir ve böylece kendisinden sonra ortaya çıkan bütün dinler için bir şemsiye oluşturmuştur.

Sabilikten biliyoruz, güneş tapınakları dörtgendir. Dörtgen bir kutsal yer etrafında dönmek İslam’ın da şartıdır. Namaz ve oruç güneşe göredir; İsa göğe çekilir, Musa ve Muhammed peygamberliği göğe yakın dağda alır, zigurratlar, piramitler, kuleler ve minareler göğe yükselmek içindir. Pazar, güneş tanrının günüdür, İseviler için kilise vaktidir. Cumartesi Zühal-Satürn tanrısına ayrılmıştır, sept günüdür. Cuma, Zühre-Venüs’e ayrılmıştır, tanrıların kızlarına aşina bir kültürde uygun seçimdir. Bütün hepsi yedinin-heft-içindedir. Yedi Güneş, ay ve beş gezegen demektir.

Sabilikten kaynaklandığını biliyoruz; Sabiiler, eski Mısır’la kendileri arasında bir ilişki kurmakta ve onların Sabii dininden olduklarını varsaymaktadır. Mısır’da Yahudilerin lideri olan Musa Sabilere karşı bir savaş başlatınca, Sabilerin Mısır’dan çıkarılması konusunda yüce ışık tanrısından (Malka d Nhura) bir vahiy alan Ardban yola düşer ve Kızıldeniz kıyısına dayanır. Bu sırada Kızıldeniz yarılır ve Sabiler karşıya geçer.(34) Gündüz, Sabilerin İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’i kötülük güçleri olarak nitelerken Vaftizci Yahya’yı kutsal bir şahsiyet saydıklarını not etmektedir. Yahya-Yuhanna da İseviliğin kökenindeki güneş inancıdır.

Demek ki taşlaşmanın kıyısında, Atonizmden akan başka bir ırmak sezebiliyoruz; bu ırmak eski Mısır’dan doğmakta, sabilik, Yuhanna, Ali, Alevilik ve Mevlevilik olarak akmaktadır. Gerçek mi? O, Mevlana’dan çok Şems-i Tebrizi’de parlamaktadır.(35)




NOTLAR

1-Tanyu, Hikmet.Türklerde Taşla İlgili İnançlar. Elips. İstanbul 2007.
2-Mazaheri, Ali. Ortaçağda Müslüman Yaşayışları. Çeviren Bahriye Üçok. Varlık. İstanbul 1972. s.120.
3-a.g.e. s.121-122.
4- (Baalat veya Ba'alat ya da Ba'alath (esasen Biblos’un kadim Tanrıçası):
Baalat : (Batı Samilerin ba'alat’ı, "hanımefendisi"), genellikle bir bölgenin özel bir Tanrıçası’nın kısaltması olarak kullanılır, ayrıca Biblos’un ana Tanrıçası’dır. Baalat “[Biblos’un] hanımefendisi” hakkında çok az şey bilinmektedir, ancak Biblos ve Mısır arasındaki yakın ilişki nedeniyle 12. hanedan tarafından çoğu zaman Mısırlı saç şekli, başlık ve kostüm ile temsil edilmiştir
-Miletus veya Balat, ya da Palation (Türkiye’de bir kadim şehir):
Batı Anadolu’daki antik Yunan şehri,  günümüzde Türkiye’de bulunan Söke şehrinin 30 km. güneyinde bulunmaktadır. Büyükmenderes (Menderes) nehrinin ağzı yakınlarındadır... Modern Türkiye’nin güneyinde bulunan antik tapınak ve Apollo’nun kahin koltuğu. Mabet, Pers’ler tarafından yağmalanıp yakılmadan önce (İ.Ö 494 ), Apollo’nun favori delikanlısı Branchus'dan sonra isimlendirilen bir rahip kastı olan Branchid’lerin sorumluluğundaydı. Büyük İskender Miletus’u fethettikten sonra (334), kehanet (vahiy) yeniden kutsandı ve şehir, kültü yeniden yönetmeye başladı
Encyclopædia Britannica
5-İdris Şah. Doğu Büyüsü. Süreç. İstanbul 1987. s.33.
6-Gündüz, Şinasi.Mitoloji ile İnanç Arasında. Etüt. Samsun 1998. s.57.
7-Daha geniş bilgi için. Bkz. Friedman, Richard Eliot. Kitabı Mukaddes’i Kim Yazdı? Çeviren Muhammet Tarakçı. Kabalcı. İstanbul 2005.
8-Gündüz, Altay. Mezopotamya ve Eski Mısır. Büke. İstabul 2002. s.101.
9-a.g.e.s.195.
10-Dürüşken, Çiğdem. Roma’nın Gizem Dinleri. Arkeoloji ve Sanat. İstanbul 2002. s.147.
11-Heykel, Muhammed. Hazreti Muhammed Mustafa. Çeviren Ömer Rıza Doğrul. İnkılap. İstanbul 1985. s.69
12-Wynne, Hugh. Kilise Tarihinde Antisemitizm. Çeviren Süleyman Turan. www.dinlertarihi.com.
13-Heykel. a.g.e. s.73.
14-En’am 74-75-76-78.
15-Gündüz. Mitoloji ile İnanç Arasında. a.g.e. s.55.
16-Heykel. a.g.e. s.82.
17-Tabakat-ül ümem. İbn Said-ül Endülisi. Aktaran Heykel. a.g.e. s.82.
18-Gündüz. Mitoloji ile İnanç Arasında. a.g.e. s.58
19-Tekvin. 3-4-5-16.
20- Şems. 1-2-3-4-5-6.
21-Gündüz. Mitoloji ile İnanç Arasında. a.g.e. s.61.
22-İslam Ansiklopedisi. Lat. F.Buhl.
23-Gündüz. a.g.e. s. 75.
24-İslam Ansiklopedisi. Kabe.  A.J. Wensinck.
25-Gökdemir, Orhan. Aydınlanma Tarikatı. Çhiviyazilari. İstanbul 2003. s.35-36.
26-Bu kelimeyle (Kabala o.g) Arapça “Kabl” ve “Kabul” –ve kıble- kelimeleri arasında fark yoktur. Yalnız terim olarak Kabala, gelenek demektir. Ayni, Mehmet Ali. Tasavvuf Tarihi. Kitabevi. İstanbul 2000. s.151.  Ayni’ye göre Musa şeriat hükümlerini umuma tebliğ ettiği halde, sırlarını 70 kişiden oluşan eshabına açıklamıştı.
27-İdris Şah. A.g.e. s.128.
28-a.g.e. s.129.
29-Melikoff, İrene. Uyur İdik Uyardılar. Çeviren Turan Alptekin. Demos. İstanbul 2006. s.44.
30-a.g.e. s.44.
31-a.g.e. s.47.
32-Melikoff, İrene. Bektaşi Alevilerde Ali’nin Tanrılaştırılması. Tarihten Teolojiye İslam İnançlarında Hz. Ali. İçinde. Haz.Ahmet Yaşar Ocak. TTK. Ankara 2005. s.81-82
33-Moezzi, Mohammad Ali Amir. Şii inancının kökenlerindeki ‘Din’Ali’ deyimi hakkında notlar. Tarihten Teolojiye İslam İnançlarında Hz. Ali. İçinde. Haz.Ahmet Yaşar Ocak. TTK. Ankara 2005. s.25.
34-Gündüz, Şinasi. Sabiler-Son Gnostikler. Vadi. Ankara 1999. s. 60-61.

35-“Şems-i Tebrizilerin baş ve yüzleri tıraşlı idi. Düz tepeli keçe başlıklar takar, kara ve beyaz keçe cübbe giyinir ve yalınayak olurlardı. Sık sık şarapla sarhoş olur, davul ve def çalar, raks eder ve şarkı söyleyerek Tanrı’ya dua ederlerdi. Sevgi ile birlik’i başardıklarını iddia eder, saçlarını da ‘vuslat kılıcının’ kestiğini söylerlerdi. Gezici ve dilenci olup, erkek kadın herkesin kendi gerçek özünü görebileceği ayna işlevi gördüklerine inanırlardı. Böylece dünyayı güneş gibi aydınlatıyorlardı.” Ahmet. T. Karamustafa. Tanrının Kuraltanımaz Kulları. İslam Dünyasında Derviş Toplulukları. Çeviren Ruşen Sezer. YKY. s.99

0 yorum :: “Güneş” ışığında din bilgisi

Yorum Gönder