Orhan Gökdemir ile 'Din ve Devrim' Üzerine


(RemziKitap dergisi söyleşisi)

RemziKitap- 'Din ve Devrim’i, okuma sürecimde, daha iyi anlayabilmek için insanlık tarihi, dinler tarihi ve aydınlanmayla ilgili ciddi bir altyapıya ihtiyaç olduğunu hissettim. Okurken pek çok şeye yeni baştan ya da ilk kez de olsa farklı kaynaklardan bakma gereği duydum. Söyleşiye giriş olması amacıyla”hafif” bir soruyla başlamak istiyorum. Her kitabın mutlaka bir başlangıç hikâyesi olmalı diye düşünürüm, vardır da sanırım. Din ve Devrim’inkini sizden dinlemek istiyorum. Din ve Devrim ne zaman, niçin ve nasıl ortaya çıktı?

Orhan Gökdemir - "Din ve Devrim", aynı konudaki bir seri kitabın sonuncusu. İlki, 1990’lı yılların başında yayınlanan “İnsan ve Doğa”dır. İnsan ve Doğa, bir yandan dünyayı açıkladığı sanılan sosyal teoride bir yön bulma çabası, bir yandan varlığı benim için henüz his derecesinde olan bir takım sorunlara bir yanıt arama denemesiydi. O yıllarda iktisat ile felsefe arasında bir bağ olduğuna, felsefenin dilinin ancak iktisadın diline çevrildiğinde çözülebileceğine inanıyordum.  O çalışma beni felsefenin içinde kalarak bir çıkış yolu bulunamayacağı tezine götürmüştü.

İşte buradan yola çıkarak “Felsefi Aklın Eleştirisi” adlı çalışmaya giriştim. Felsefi akıl, bir takım sorunların çözümünü felsefenin içinde arayan akıl, sorunluydu. Oradaki sorunlar iktisadi alandan kaynaklanıyordu ve bu iki alanın cevapları da tarihseldi. Bu çalışma yayınlandıktan sonra, “felsefeyi eleştirdiğim ama yine de felsefenin alanında kaldığım” yönünde çok haklı eleştiriler aldım. Felsefeye ve iktisada tarihin penceresinden bakmak ve felsefi olmayan tarihsel bir dil oluşturmak gerekiyordu.

Bu gereklilikten ise “Aydınlanma Tarikatı” doğdu. Aydınlanma Tarikatı, tam tersi bir kanı olmasına karşın, felsefenin henüz din ile bağını koparmadığını iddia ediyordu. Temel tezi budur ve felsefenin seküler bir bilgi alanı olduğu iddiası daha çok Aydınlanmaya dayanmaktadır. Halbuki Aydınlanma, mistisizmin çocuğudur; kökenlerinde pagan inanışlar, gnostisizm ve elbette Hermetizm var. Buruno, kilisenin dogmalarına itiraz ettiği için değil, kilise için çok tehlikeli olan pagan inanışları savunduğu için asıldı. Hıristiyanlığın, Mısır dininin bir yanlış anlaşılmasından ibaret olduğuna inanıyordu ve Güneş Tanrı’nın izinde olduğunu saklamıyordu. Bütün Aydınlanmacılar böyledir; inançlarının gereği olarak evrenin merkezine Güneş’i yerleştirdiler ve Hıristiyan dogmalarına esaslı bir darbe vurdular.

Bilim ve felsefe işte bu çatışmanın çocuğudur ve bir kaza ürünüdür. Simyadan çıkan sadece Kimya değildir; bizim modern bilimimizin kökeni simya, büyücülük ve okültizmdir. Diyalektik materyalizm dediğimiz felsefi kanalın kökleri de Hermetizm’dedir; bütün önermeleri orada, kaybolmuş bilgelik olarak taşınmaktadır.

Peki bu durumda, “bizim” yerleşik felsefi yargılarımızın kaynağı nedir? Bunun büyük ölçüde Avrupa ideolojisi tarafından son iki yüzyılda şekillendirilen bir yargı olduğu kanısındayım. Aydınlanmanın yıkıcı etkilerinden kurtulmak için, onun feyz aldığı Mısır’ı sildiler; yerine Antik Yunanistan’ı geçirdiler. Herşeyi ama herşeyi oradan başlattılar. Böylece modern Batı düşüncesine varmak üzere Antik Yunanistan’dan başlayan ve mütemadiyen ilerleyen bir düşünce tarihi ortaya çıkarıldı.
Halbuki, Yunanistan yolunu kaybetmişlerin el yordamıyla ilerlemesinden ibarettir. Yol Mısır’dan başlamaktadır ve Fenikeliler, geçerken Yunanistan’a da uğramışlardır. Şimdi, tahrip edilmiş, kesintiye uğratılmış bir yolda yürümeye çalışmaktayız. Bu durumda yolu yeniden yapmaktan başka yolumuz yoktur. Aydınlanma Tarikatı o yolu tarif etme girişimidir.

Din ve Devrim, bütün bu tarihi dinler tarihi ile birlikte yeniden kurma denemesidir. Aydınlanma ile Aton dini arasında, Hıristiyanlık ile Amon inanışı arasında kurmaya çalıştığı bağın böyle bir amacı var.

RK-  Kitabınızı “Düşmüş mahrumlara ve düşmüş mahrumları ayağa kaldırmak için      “dikine” yaşayan adı bizde saklı o eski adamlara” ifadesiyle “o eski adamlara” ithaf ediyorsunuz. Kim bu “eski adamlar”, anlatır mısınız?

O.G-Bu söz Eflatun’un bir sözüne gönderme. Eflatun, Kritias adlı kitabında, yoksulların, alt sınıfların kuşaklar boyunca yaşamak için gerekli olan şeylerden mahrum kaldıkları için bütün uğraşlarını bu şeyleri karşılamaya adadıklarını ve bu yüzden geçmiş zamanlarda olup bitenlere ilgi duymadıklarından sözeder. Bu durumda? Efsanelerin veya eski şeylerin araştırılması şehirlerde ancak boş vakit ortaya çıktığı zaman, bazı kimseler doğal zorunluluklardan azad oldukları zaman mümkün olabilir. Bilginin, bilimin çıkmazıdır bu; bilgiyi sınıfsal kılan işte tam da budur. Bilgili adam boş zamanın ürünüdür, boş zaman ise fiili çalışmadan azade olmayı gerektirir. Boş zamanı o adamlara kim sağlıyorsa bilginin sahibi de o demektir.

Yine de bir takım eski adamlar, bu çıkmazın içinde bilgiyi yoksullara, ezilenlere taşımaya çalışmıştır. Dikine yaşayan o eski adamlar işte onlardır.

R.K-   Din ve Devrim’de, pek çok yeniliğe ama pek az devrime tanık olan din eksenli tarih anlayışını aydınlanma perspektifinde yeniden yorumluyor, tek tanrılı dinler tarihini, din ve aydınlanma çerçevesinde yeni baştan kurmaya çalışıyorsunuz. Kitabınıza da isim olan iki kavramın kitap boyunca içerdiği anlamı bir de sizden dinleyebilir miyim? Hem “din” hem de “devrim”den neyi anlamalıyız?

O.G-Bizler, temel karakterini eşitsizlikten alan bir tarih içindeyiz. Dini veya siyasal, bütün devrimler ezilen sınıflara kurtuluş önerir, onların acılarına son vermeyi taahhüt eder. Devrim, o halde mevcut durumu, insanların büyük bir kısmını acılar içinde bırakan düzeni değiştirmektir. Bu yöndeki fikirler ve inançlar en çok ezilenlerin nezdinde rağbet görmüş olmalarına karşın, ezenlerin hükmü sürmektedir. Ne din, ne felsefe, ne de bilim bu temel çelişkimize merhem olamamıştır.

O yüzden hala acı çekenlerin çoğaldığı bir tarihsel dönemi yaşamaktayız ve din kimbilir kaçınçı kez, bu acıları dindirme vaadiyle ezilenleri yeniden toplanmaya çağırıyor. Oysa yeniden toplanmaya çağrılan o ezilenler, eski dini çağrılardan kalan adları taşımaktalar. Musa’dır, İsa’dır, Muhammet’tir, Şems’tir adları. Ve karıncalar kadar çok ve ümmidirler; toplanıyorlarsa eğer başka yol bilmediklerindendir. Eflatun’un deyişiyle “boş zaman”a sahip olmadıklarındandır.

Bu yoksunluk, siyasal ve dini bütün devrim girişimlerini çürüten şeydir aynı zamanda. Alıcıları böyle olduğu için, gökyüzü altında söylenmiş bütün sözler büyük bir hızla mahrumiyetin diline dönüşüyor, yoksullaşıyor. Çünkü kimse karnını inançla veya dinle doyuramaz. Ezilenlerin lanetidir bu; devrimini yapamamış hiçbir inanç ve hiçbir düşünce bu lanetten kaçıp kurtulamıyor.
İbrani köleleri peşine takıp Mısır’dan çıkan Musa ile, modern köleleri peşine takıp kapitalizme başkaldıran Marx arasında bir bağ var, her ikiside aynı laneti yaşıyor. Din ve devrimin diyalektiği budur.

RK- Kitabınızın bir yerinde “Bir Hıristiyan veya bir Müslüman, dünyanın düz ve öküzün boynuzları üstünde olduğuna inandığı için kınanamaz. Ancak ve ancak bir Hıristiyan veya Müslüman olduğu için kınanabilir diyorsunuz. Niçin bir yanlışı değil de ait olunan, inanılan bir dini kınamak gerekiyor? Bu konuyu açar mısınız?

O.G-Çünkü dinde yanlış yoktur. Neye göre yanlış? Bilim ile din arasında bu yönde imkansız bağlar kurma girişimleri olmuştur. Biliyorsunuz bizde çok yaygındır; bütün bilimsel keşiflerin Kuran’da var olduğu söyleniyor. Bu iddianın sahipleri inanç ile bilimi birbirine karıştırıyor. İnancın bilimsel olma zorunluluğu yok. Bunu söyleyenler, bilim, dinin bir boşinandan ibaret olduğunu gösterirse vazgeçecekler mi?

Özetle, bir inanç dünyanın düz ve öküzün boynunda olduğunu söyleyebilir. İnançta mantık aranmaz. Dinin bu tür iddialarının bilime aykırı olduğunu söylemek de bir şey söylemek anlamına gelmiyor. Din, bilim ile eleştirilemez; dinin alanı ile bilimin alanı asla birbiriyle kesişmez.

Ancak din de bilim de insan ile doğa arasındaki ilişkiyi açıklama iddiasındadır. Din bir aracı kullanır, bilimin aracı ise doğanın ve insanın kendisidir. Bu ilişkiyi açıklamakta aracıya ihtiyaç yok diyorsanız, bu durumda dinin açıklamasını reddediyorsunuz demektir. Yani bir bütün olarak dini gereksiz ilan etmek mümkündür. Onun içindeki mantıksızları eleştirerek dini bilimsel bir hale getirmek ise mümkün değildir, söylenmek istenen budur. Bakın, dine bilim getirmeye çalışan bütün eleştiriler, bir bilim dini önermişlerdir. İmkansızdır…

RK- “Dinde, insanın acıları karşısında derin bir iç çekiş var ama bu sefil hayata karşı bir protesto da… Bilim onun acılarına çare bulamadığı sürece, din afyon olmaya devam edecektir.” tezini ileri sürüyorsunuz. Bilimin insanın tüm acılarına çare bulabileceğini düşünüyor musunuz sahiden? Bu çerçevede şu soruma da cevap verirseniz sevinirim. “Din afyondur” ifadesinde kendini bulan anlamın, temelde Hıristiyanlık orijinli bir anlayışa karşı kullanıldığı inancı yaygındır Türkiye’deki bazı kesimlerde. Bu bağlamda İslam’ı da bu çerçevede değerlendirmek iddialı bir genelleme olmaz mı?

O.G-Cevabı sorunuzun içinde var; ezilenler varsa, varlıklarına bir son verilmemişse din bir afyondur. Acıyı bastırmakta, ertelemekte yararlı bir iş görürler. Öte yandan, dine sarılan insan, acı çektiğini, ona bu acıları veren sefil hayatından kurtulmak istediğini de beyan etmektedir.

Bu durumda ya acılarımızı afyonla öteleyeceğiz, ya da toplumu herkesin daha insanca yaşamasını sağlamak üzere yeniden düzenleyeceğiz. Bu yol, bilimin yoludur. Sadaka vererek eşitlik sağlayamazsınız, eşitliği sağlayarak sadakayı ortadan kaldırabilirsiniz. İslam'ın bu çerçevede ne tür bir ayrıcalığı olduğunu bilemiyorum. İslam dinler tarihi içindeki parantezlerden biridir sadece, cümle ise devam etmektedir.

RK-     Dini metinlerde ve dini söylemlerde sembollerin çok yoğun kullanıldığını görüyoruz. Neden tüm dinler sembollere sığınır?

O.G-Çok basit bir nedeni var bunun; bütün dinler senkretiktir. Pek çok inancı harmanlayarak yeni bir inanç ortaya çıkarmışlardır. Çünkü hiçbir inanç işe boş bir kağıtla başlayamaz, kendinden önce yazılmış metinlerle işe koyulur. Tek tanrılı dinler Ortadoğuludur, bütün kültürlerin iç içe geçtiği, halkların sürekli birbirine dokunduğu bu çoğrafyada, geçmişin bütün tanrılarının yanyana yaşadığı eşsiz dönemler olmuştur. Bu dönemlerin ardından tekleştirme girişimleri ortaya çıktı, kitleler ise direndi. Bunun üzerine çeşitli tanrıların tek bir figürde birleştirildiği yeni tapınaklar ortaya çıktı. Nemrut Dağı’nda biri hala durmaktadır. Dünyanın bütün tanrılarını ve bütün peygamberlerini birbirine benzeten bir süreçtir bu.

Bu durumda her inanç sahibinin aynı zamanda iyi tarihçiler olması gerekir ki imkansızdır. Semboller böyle ortaya çıkar. Tarihçi için bir ören yeridir dini semboller, inanan için bütün geçmiş kuşakların inançlarının hayaletleridir. Kabe, taş, islamiyetten önce de kabe ve taştır. Doğu kiliselerinin ikonaları, Hıristiyanlıktan önce de ikonadır. Konstantin’in emriyle Sunday-Güneş günü Hıristiyanların ibadet günü olmuştur. Ali, kapının bekçisidir, Allah’ın aslanıdır. Mısır’da büyük tapınağı aslan vücutlu insan başlı sfenks bekler. Özetle din sözkonusu olduğunda, inançların harman olduğu yerdeyizdir. Semboller, her zaman harman yeridir.

RK-     Kitabın bir yerinde “eceliyle tanrısına kavuşmuş halife olmadığını hiç unutmamak gerek”(sf.31) diyorsunuz. Ebubekir’in eceliyle öldüğünü anlatır İslam kaynakları. Acaba farklı bir bilgi mi söz konusu benim bilmediğim?

O.G- Önce şunları söylemeliyim: İslamiyet başından itibaren kavga-çekişme dini olmuştur. Muhammed’in ölümüyle başlayan iktidar mücadelesi sonrasında Hulefa-i Raşidun denilen 4 halife döneminin 3 halifesi cinayete kurban gitmiştir. Bu biliniyor. Cemel ve Sıffin savaşları, Harra ve Kerbela katliamları Müslümanların birbirini kırdığının tarihi göstergeleridir. Daha İslam’ın ilk asrı tamamlanmadan, siyasi çatışmalar, toplumsal hareketlenmeler ve halk ayaklanmaları yükseldi. Bu hareketlenmelerin ilk çıkış nedeni Ehlibeyte yapılan zulüm ve katliamlardı. Ezilen, hakkı yenilen ve rejime muhalif tüm kesimler, Ehl-i Beyt davası güden Şia ve alt fırkalarında toplandılar.

Ehl-i Beyt davası adına ortaya çıkan, Emevilere karşı, bu kesimlerle ittifak kurarak iktidarı ele geçiren Abbasiler, mazlum halkların beklentilerini gerçekleştirmediler. Halka karşı, zalim bir düzen kurdular. Zulüm ve ölüm hep var.

Bekir’e gelmeden önce bir şaşırtıcı şüphe daha  belirtmeliyim, Peygamber’in de bir Yahudi kadın tarafından zehirlendiği rivayet edilyor. Buna göre, Peygamber, Hayber’in fethini müteakip kendisi için hazırlanan bir ziyafette zehirlenmiş. Hasta iken “Yahudilerin hani o zehirli eti yok mu, beni bitiriyor, içimden her damarımın yırtıldığını hissediyorum” demiş.
Rivayettir; ancak din tarihinin, özellikle İslam tarihinin önemli bir kısmı rivayetlerden oluşmaktadır.

Bu arada birinci Halife Ebubekir’in de zehirlenerek öldürüldüğünden şüphe edilmiştir. Demek ki şüphe hep var ancak kesin yanıtları yoktur.

Bilindiği gibi Peygamber ölünce veya öldürülünce, onun yerine Ebubekir halife oldu. Bu arada Fatma kendisine gidip babasından kalan malı, haklı bir varis olarak talep eti. Fakat Ebubekir bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Fatma darıldı. Kimi rivayetlere göre Fatma babasının ölümünden kısa bir süre sonra 20’li yaşlarında iken vefat etti. Yazılanlara göre Fatma’ın eşi Ali de onunla birlikte evine kapandı, Ebubekir’le konuşmadı ne de onun halifeliğini kabul etmedi...

Şunun için anlatıyorum, Fatma’nın katledildiğine ilişkin çok önemli kanıtlar var. Hamiledir, sonradan halife Ömer tarafından dövüldüğü ve çocuk düşürdüğü de “rivayetler” arasında. Ebubekir’in halifeliğini kabul etmediği için, Ali’nin evinin yakılmasına karar veriyor. Çatışma var.

Kendisi de faili meçhul kurbanı olan bir din bilgini şöyle söylüyor: “Mesela Hz. Muhammed’in, en yakın çevresi tarafından bir siyasi cinayete kurban gitmesi hep gizlenegelen bir olay. Tabi ki bu konuda islami kaynaklarda çok önemli kanıtlar var. Yine halife Ebubekir’in en yakın çevresi tarafından bir siyasi cinayete kurban gitmesi olayı var. Bu da hep gizlenmiş. Aynı zamanda halife Ömer’in öldürülme nedeninin pek irdelenmediği, sanki haksız bir şekilde ve masumca öldürüldüğü müslüman kamuoyu tarafından biliniyor; halbuki olay çok çok farklıdır.”

Şurası açık, Ebubekir’in halifeliği şiddetli bir itirazla karşılanmıştır. Bekir’in zulümleri var ve zulmedilenlerin elleri henüz bağlı değildir.

RK-     “İmparatorluklar fethettikleri her yeni kültürden dinlerini ve tanrılarını ödünç alırlar. Yaptıkları en belirgin iş, ödünç dinleri ve tanrıları kendi dillerine çevirmekten ibarettir.” diyorsunuz. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nu ve bu durumun günümüz Türkiyesine yansımalarını değerlendirir misiniz? 

O.G-Bugünkü Türkiye, dinler tarihi açısından pek yenidir; bununla birlikte imparatorluk bakiyesi inançları hala içinde barındırmaktadır. Osmanlı imparatorluğu ise büyük ölçüde Doğu Roma imparatorluğunun varisidir. Roma, bir dinler bahçesiydi, Konstantin İznik’te o bahçeyi yeniden tanımladı, resmi bir Hıristiyanlık icat etti ve eski bahçedeki bütün inançları o bahçenin içine doldurdu. Doğu kilisesi hala o bahçenin hasadıdır.

Osmanlılar ise o bahçeyi olduğu gibi devraldı, uzun süre hiç dokunmadı. Sonra İslamiyetten yana ağırlık koymaya kalkıştı ve bahçe dağıldı. Osmanlı, mirası kendi diline çevirecek zaman veya fırsat bulamadı. Genç Türkiye Cumhuriyeti için ise o bahçe artık çok büyüktü, etnik bir kimlik üzerinden kendini yeniden kurmayı denedi. Etnik kimliğin boşluklarını ise İslamiyet ile doldurmaya çalıştı. O tarihlerde Anadolu nüfusu, Hıristiyanlardan kaçan müslüman göçmenlerle doluydu. Ardından gelen bütün tarihi böyle okuyabilirsiniz. Şimdi din unsuru, etnik kimliğin karşısında yeniden öne çıkıyor, çıkarılıyor.

RK-     Çalışmanızın bir yerinde “eleştire eleştire aydınlanmaya, aydınlanmaya yaklaştıkça da yüzümüzü kadim Doğu’ya dönüyoruz tespitinde bulunuyorsunuz. “Bilgi ve bilgelik” sahiden Doğu’ya mı özgü sizce? Doğu ile Batı’nın harmanı mümkün olabilir mi? Ya da bu harmandan ortaya, “insan”a “çözüm” olabilecek yepyeni bir bilgelik doğabilir mi?

O.G-Bugün Batı dediğimiz kavramın içinde ne varsa-Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlık, aydınlanma-Doğu kaynaklıdır, oradan feyz alırlar. Aydınlanmanın bütün referansları eski Mısır’adır. Yani Tarih Doğudan başlar. Batı kendini ayırmak için bu tarihi görmezden gelmiş, herşeyi eski Yunanistan’dan başlamayı denemiştir. Kaldı ki Yunanistan’da doğudur ve bir Fenike bakiyesidir. Bilgi ve bilgelikten kastınız bu ise cevabım evettir. Bir harman ise elbette mümkündür, bunun için Batının kibrini ve Doğu’nun kompleksini kırmamız gerek. Tartışmalı ve bir yol bulmalıyız.

RK-     Hıristiyanlığın yok ettiği felsefenin taşıyıcısı olarak değerlendirilen ve İslam felsefesinin, bir başka deyişle –tartışılır bir tanımlama olsa da-“İslam Rönesans”ının zirvesi kabul edilen Gazali’yi “tipik bir gerici ve bilim düşmanı” olarak değerlendiriyorsunuz. Bu konuyu açar mısınız lütfen?

O.G-Evet, Gazzali hem bir taşıyıcı hem de bir yok edicidir. Katılmadığı inançları veya felsefeleri zındıklıkla suçlayan ve küfür sayan bir gelenek oluşturmuştur.  Dediğiniz gibi hem İslam rönesansının zirvesi ama hem de celladıdır. Bazen aydınlık bir kafa, bazen de okumayı yasaklamaya kalkışan tipik bir gerici olmayı kişiliğinde birleştirmeyi başarmış ender “filozof”larımızdan biridir.

RK-     Kitabınızın bir yerinde(s.17) “Kurandaki tutarsızlıklar, bilime aykırılıklar onun doğasındadır” ifadesini kullanıyorsunuz. Buna da dayanak olarak da ”Çünkü o bir inanç sistemidir; malzemesi ise eski inanışlardır.” diyorsunuz. İslam’ın bir inanç sistemi oluşu ya da malzemesinin eski inanışlar oluşu, neden bir tutarsızlık yaratıyor?

O.G-İnanç, zorunlu olarak tutarsızdır demek istemiyorum ama inanç tutarsız olabilir. İnanıldığına göre demek ki sahipleri burada bir tutarsızlık görmemektedir. İşin özü dinlerin bir vahye dayanmasıdır, tanrı kelamıdır ve inanç kelamı tartışmaya açık değildir. Bilim ise cevaplar olmadan da yaşayabilmeyi gerektirir, bütün cevaplar orada yanlışlamak üzere vardır. Bu iki alanı birbiriyle nasıl kıyaslayabiliriz? Demek istediğim “tutarlılık” bilimin alanına dahildir, dinin değil.

RK-     Kitabınız, Rönesans ve Aydınlanma temelli ama o dönemi anlatırken Doğu’da olup bitenlere pek değinmiyorsunuz. Bir okur olarak, o günün Doğu’sunu da ele alsaydınız diye düşündüm. Değerlendirmenin bu ayağı eksik gibi geldi bana. Bu konuda düşüncenizi merak ediyorum.

O.G-Rönesans ve aydınlanmanın öne çıkması, Din ve Devrim tartışmasının bugünden yapılıyor olmasıyla ilgili. Bunlar inançta, bilimde, sanatta vs. Batının öne çıkışını temsil eden şeyler. Ardından müthiş bir hegemonya geldi ve Batı Doğu’yu Doğu’ya tarif etmeye başladı. Kibir, bir kompleks yarattı demek istiyorum. Burada tartışmalı olan şey kibirdir ve yersiz olduğunu göstermek istedim. Kompleks ise herhalde başka bir kitapla anlatılabilir. Evet eksiktir, tartışılmalı ve tamamlanmalıdır.

RK-     Kitap boyunca, dinler tarihi ve tarihle ilgili yorumlarınızı yaparken daha çok Freud-Engels- Marks gibi kişilerin modern ve oryantalist okumalarını referans alıyorsunuz. Acaba bu okumaların referans alınması geçmişe yönelik sağlıklı bir değerlendirme yapılmasına olanak verir mi?  Bu konudaki görüşünüzü merak ediyorum.

O.G-Evet bunlar var, ancak adı geçenlerle ilgili pek çok itiraz da var. Aydınlanma Tarikatı adlı çalışmamda Marksizmin “Helenofil” olduğunu, Batının bütün ideolojik önyargılarını paylaşmak durumunda kaldığını da söyledim. Yani,o noktada itirazlarım var, Doğu Sorunu başlığı altında yazdıklarını hemen çöpe atabiliriz. Ancak elinizdeki kitap sadece bir din kitabı değil, aynı zamanda bir devrim kitabı. Devrimden söz edenin ise Marx’a başvurmaktan başka yolu yoktur.



0 yorum :: Orhan Gökdemir ile 'Din ve Devrim' Üzerine

Yorum Gönder