İktisadın Düşüşü..!

Ekrem Acar 

Neredeyse tüm iktisat kitaplarının giriş bölümlerinde “Ekonomi” olgusunun, şu tarz basit tanımlamaları yapılır: “Ekonomi, sonsuz insan ihtiyaçlarının; kıt olan doğal kaynaklarla karşılanma çabasıdır…” Bu basit tanımlardaki “ihtiyaç sonsuzluğu” çok tartışmalı bir kavramlaştırma olup; hem teorik hem de pratik alanda kapitalist ekonominin temelini oluşturan “kar realizasyonu”nun sürekliliğine hizmet etse de -yani çokça ideolojik çarpıtma koksa da- bu durum, ekonominin “insan ihtiyaçlarını karşılama çabası” olduğu yalın ve basit gerçeğini değiştirmemektedir.

İktidarın çeşitli şekillerinin sürekli yeniden üretilmesine hizmet eden toplumsal sınıflar, gruplar ve/veya aktörler, bizzat kendi varlıklarını ve kendilerini var eden toplumsallaşma şekillerini devam ettirmek adına; hem yaşanan realitenin sürekli karmaşıklaşması için yoğun çaba harcarlar hem de gerçekliğin üstünü örtmek için, iktisat olgusunun kompleks, karmaşık bir yapı olduğu ideolojik manipülasyonunu sürekli yeniden üretirler.

Evet!… İktisat gerçekten yalın ve basittir… İnsan ihtiyaçlarının karşılanma çabası olarak iktisat; üretim-bölüşüm-tüketim-birikim zinciri ya da döngüsü ve bu döngüyle hedeflenen amaçla veya amaçlarla şekillenir… Tüm bu döngü ve döngü birimleri ve bu döngünün net bir amacının olması; tüm iktisadi modeller için, yoğunluk ve şekil değiştirse de, gerçektir…

Kapitalist İktisadi Döngü

İktisadi sistemleri belirleyen  net olgular vardır: “Üretim şekli”; “üretici güçlerin özellikleri”, “üretim araçlarının bizati kendileri ve bunların sahiplik özelliği”; “üretimin amacı”; “bölüşüm/paylaşım tarzı”; “tüketim tarzı”; “birikim tarzı”

Kapitalist iktisadi model ve gerçeklikte, “üretim şekli” büyük (dev) ölçekli ve pazar için gerçekleştirilen sanayi üretimidir… “Bilgi Toplumu” ya da “bilgiye dayalı üretim” denen şey; sadece bu tarz üretimdeki yapısal yetkinleşmeyi tanımlar.

Sistemin üretici güçleri “girişimci” ve “ücretli emek”tir…

(Marksist bakış “girişimci”nin yani burjuvanın, tekelci döneme geçildiğinde üretici güç olma vasfı kalmamıştır” dese de ben öyle düşünmemekteyim)

Üretim araçları içerisinde yer alan makina ve avadanlıklar teknoloji yoğundur ve sahipliği özel mülkiyet temellidir. Yine üretimin yapıldığı “bina”, “toprak” gibi altyapı faktörleri de yine özel mülkiyet temellidir.

Üretimin amacı; pazar için yapılan üretimin, yine “pazar” üzerinden satılarak, girişimcinin ve sermayedarların bireysel faydalarının artırılmasıdır. Mark’ın tesbit ettiği yabancılaşmanın kökeni tam da buradadır. Kapitalist öncesi iktisadi modellerde de, üretici gücün tam olarak kendi ihtiyacı için üretimde bulunduğu söylenemese de; yine de mesela “feodal yapı”da, bir çiftçi ya da serf, üretiği ürünün belki en azından yarısını ağa için, yarının yarısını tohumluk için, geri kalanı da kendi tüketimi için ürettiği duygusunu ve elinin dokunduğu ürünün sofrasında olduğu duygusunu yaşamaktadır. Ayrıca sanayi öncesi “zanaatkar”lıkta, bir zanaatkar, ürününü baştan sona kendi üreterek, gerçek bir “üretme” duygusu yaşamaktaydı. 

“Bölüşüm”; “kar (girişimci)”, “rant (üretim tesisi ya da toprağın sahibi)”, “faiz (sermayedar)” ve “ücret (emek)” gibi olgular üzerinden bireysel fayda temellidir (Ücret üzerinden bireysel fayda elde edenler, elbette bu sistemin ezilen ve yönetilen, yani üzerinde iktidar uygulanan kesimlerinden birisidir. Ama sonuçta bireysel fayda söz konusu olduğu için, bu faydadaki nisbi artış ve azalış genellikle onun sisteme bağlılığını ortadan kaldırmamak da; sadece sisteme bağlılık oranını görece arttırıp, azaltmaktadır.) ve bölüşüm “Pazar” dolayımı ile gerçekleşir.

“Tüketim”, üretim çıktılarının, “pazar”da (işte bu “Pazar” olgusu, “karmaşıklaştırma manipülasyonu”nun en tipik örneğidir ve hala, çoktan toprakta fosil olmuş Adam Smith’in, varlığı kendinden menkul “gizli el”i tarafından belirlendiği iddia edilir) oluşan “değişim değeri” bedeli karşılığı (“fiyat”) satın alınması yoluyla gerçekleşir (Kar olgusu da burda realize edilir. Ve karın sürekli arttırılması için, tüketim alışkanlığı, birbirinden gelişmiş ve incelmiş modern yöntemlerle sürekli beslenmektedir. Bu noktada hiç bir doğal, etik, sosyal kural tanınmamaktadır.)

“Birikim” genelde ücret dışı, öteki bölüşüm araçları yoluyla oluşturulur ve önemli bir kısmının, yine “pazar” dolayımıyla üretim sürecine yeniden dönüşü sağlanarak; üretim araçlarına sahiplilik oranına göre değişen bireysel faydanın arttırılmasına hizmeti, sürekli kılınır…

Ve son olarak yeniden vurgulamak istiyorum: Sistemin temel amacı, pazar aracılığıyla başta kar olmak üzere, bireysel maddi faydayı sürekli arttırmaktır… (Tek bir bireyin maddi ihtiyaçlarının bir sınırı olduğu için; bu bireysel fayda, bir müddet sonra bizzat güç ve iktidar arzusu haline gelerek, sistemin daha da büyümesi ve derinleşmesinin araçlarından birisi haline gelir.)

Reel Sosyalist (!) İktisadi Döngü

Adına “sosyalist ekonomi” denen model de ise açıkçası işler pek de değişmemiştir.

“Üretim” şekli yine büyük (dev) ölçekli sanayi üretimidir... Üretici güçlerdeki ücretli emek değişmemiş; sadece kar amacıyla hareket eden sermayedarın yerini, devlet ve onun bürokratları almıştır… Üretim araçları- kapitalist sistemdeki kadar gelişmiş olmamakla beraber- yine teknoloji yoğundur ve üretim araçlarının mülkiyeti toplumundur dense de bunun bir manüpülasyon olduğu bilinir ve sahiplik, toplum adına temsil(!) yetkisini kullanan “devlet”e aittir. Yani devlet; her yerde devlettir... Ve işçinin yeri; her zaman olduğu gibi, “ruhsuz”, doğa dışı “fabrikalar”dır...

“Bölüşüm”, devletin bekası için gereken büyük miktarlar- tekrar üretim sürecine döndürmek üzere ve/veya kapitalist üretim modeli ve realitesiyle rekabet edebilmek için, nükleer santral yapılması ve “yıldız savaşları” başta olmak üzere silahlanmak amacıyla ayrıldıktan sonra- bu kez “pazar” yerine, “planlama” aracılığıyla ama yine “ücret/maaş” üzerinden gerçekleştirilir. Burada net bir şekilde, bir bölüşüm aracı olan “kar” gizil bir şekilde devam etmektedir. Yani “gizli el” yine iş başındadır. Artı değer, devlet ve onun karar verme mercii olan bürokratik kadro tarafından tasarruf edilmektedir.

“Tüketim”, yine aynı kapitalizmde olduğu gibi ama tek bir farkla; üretim çıktılarının planlamacı bürokratlar tarafından belirlenen bir bedel karşılığı (fiyat) satın alınması yoluyla gerçekleşir (Gerçi sağlık, ulaşım, eğitim, haberleşme vs gibi sosyal yaşam için gereken tüketim/hizmet kalemleri, devlet tarafından kalitesi çok tartışmalı bir şekilde karşılanmaktadır…Eh… O kadar da olmasın mı? O kadar baskı ve ceberrütlük karşısında, toplumsal isyan nasıl dindirilebilir?)

“Birikim”, devlet eliyle ve devletin uygun gördüğü yönde kullanılmak üzere gerçekleştirilir…Ve sistemin, teorik olarak, birisi uzun vadeli olmak üzere iki temel amacı vardır: “Eldeki kaynakların verimli ve planlı bir şekilde kullanılmasını sağlayarak, uzun vadede ihtiyaç kavramının ortadan kaldırılacağı komünist ekonomiye ulaşmak ve kısa vadede ise insanların öncelikle temel ihtiyaçlarını, eşitlikçi bir şekilde karşılayarak, sosyal faydayı arttırmak…(Bu hedefler, kapitalist sistemde yaşayan ve üretim araçlarına sahip olmayan birayler için ilk bakışda kulağa hoş şeyler çağrıştırsa da; öncelikle ulaşılacak belirsiz ve flu komünizm hedefi ve  bu görece kazanımlar karşılığında nelerin feda edildiğini ya da değerlendirilmediğini unutmamak gerekir.)

                                               ***************

Bu yazının yazılışının üç ana amacı var. Birincisi, iktidar olgusunun iktisadi temelinin son derece yalın ve basit olduğu gerçeğine dikkat çekmek…İkincisi, iktisat olgusunun tarihsel gelişimine, daha doğrusu insanoğlunun iktisat macerasına ve bu maceranın etkilediği ve/veya belirlediği sosyal-antropolojik gelişmeye; sözcüklerle oluşmuş çok kısa bir özet sunabilmek ve geleceğe ilişkin, büyük bir ihtimalle argümanlar açısından eksikli bir projeksiyon tutabilmek... Ve son olarak da, alternatif bir iktisadi bakış üzerine düşünebilmektir. İlk bölümde ve yazının devam eden bazı bölümlerinde birinci amacımı gerçekleştirmeyi denedim. Bu bölümde ise ikinci amacımla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. Yazının son bölümünde ise alternatif iktisadi bakışa ilişkin düşünmeye çalışacağım.   

Toplayıcılık, Avcılık ve Cinsel İşbölümü...

İnsanoğlunun sosyalleşme tarihi ve onun önemli belirleyici alanlarından olan iktisadi sistemler tarihi, belirli evrim ve devrimler sonucu bugünlere gelmiştir (Hemen vurgulamak gerekirki bu evrim- devrim süreci, bazı kaba teorik ürünlerde yansıtıldığı gibi, doğrusal bir zamansal süreç izlememiş; farklı iktisadi süreçler, aynı zaman ve mekanda bile bir arada var olabilmiştir… Hata kimi zaman, genel algıya ters bir seyir izlediği zamanlar bile olmuştur. Ayrıca yaşanan kısmi alternatif sosyalleşme deneyimleri hasır altı edilmiştir…) İnsanoğlunun tür olarak yeryüzünde oluşmaya başladığı dönemlerde; bilinen ve her zamanda ve mekanda aynı sırayı izlememiş olan ilk iktisadi çabası, aslında klasik anlamda bir üretim olmayan, doğada var olanı tüketmek eylemi olan “toplayıcılık” ve basit “avcılık”tır... Arkeolojik kazılardan elde edilen bulgular ve günümüz “ilkel” toplulukları üzerine yapılan karşılaştırmalı antropolojik araştırmaların ışığında; bu dönemlerde net bir iş bölümüne rastlanmamakta ve anaerkil bir soy algılayışı gözlenmektedir. İnsanoğlunun ilk işbölümü ve dolayısıyla kendi türü arasında örgütlediği ilk ayrımcılık tohumları, cinsiyet temelli olup; nisbeten gelişmiş silahların kullanılmaya başladığı “yüksek avcılığın” uygulanmaya başlanmasıyla birlikte oluşmuş gibi görünmektedir. Yüksek avcılıkla birlikte, erkeğin “ev” ve “ev”e ait alanlarda geçirdiği vaktin azalmaya başlamasıyla birlikte; zaten türün devamı için gereken doğurma ve çocuk bakımı sorumluluğunun kadında olması nedeniyle tohumları atılmış olan “cinsiyet temelli iş bölümü” yerleşmeye başlamıştır. (Bu noktada, daha çok kadınlar tarafından gerçekleştirilen ve gücü dayalı olmayan “bahçe tarımı” uygulamasında; işbölümü temelli hiyerarşide bir geri dönüşüm yaşanan yerler ve dönemler olduğu ifade edilmektedir: George Tompson/ Tarih Öncesi Ege...) Buna bir de “örgütlü ve yüksek avcılık döneminin gerektirdiği “fiziki güç”ü eklediğimizde, cinsel iş bölümünün oluşumu daha da netleşmektedir.

Buraya kadar insanoğlu, bilinen anlamda bir “maddi üretim” gerçekleştirmemiştir. Doğada var olan kaynakları olduğu gibi tüketmiştir. Elbette bu tüketim o zamanlarda var olan nufus ve teknolojik gerilik oranındadır. Böylelikle dünya üzerinde doğal kaynaklar bakımından zengin olan bölgelerde gelişme daha hızlı gerçekleşmiştir. Fazlalığı depolama gibi bir bilinç de, henüz gelişmediği için, yerküredeki jeolojik, iklimsel vs. değişiklikler sonucu değişime uğrayan doğal kaynak yapısı; o bölgede yaşayan insanların ya telef olmalarına ya da kitlesel göçlere neden olmuştur. İnsanoğlu doğa ile kurduğu ilişkide henüz onun sınırları dışına çıkmadığı için; doğayla uyumlu yaşamakta ve diğer canlı türleri üzerinde kurumsallaşmış bir tahakküm ve ayrımcılık olan “türsel ayrımcılığı” örgütlememiştir. Yani insan kendisini henüz, kutsal kitaplar aracılığıyla, “eşref-i mahlukat” -en yüce ve onurlu yaratık (yaratan değil)- ilan etmemiştir.

Tarım Devrimi ve Artık Ürün, Sınıfsal İş Bölümünün Doğuşu

İnsanoğlunun büyük bir ihtimalle bir tesadüf sonucu keşfettiği, besinleri uzun süre korumak için kullandığı ilk mataryelin “tuz”olduğu düşünülüyor…Yine büyük bir ihtimalle yüksek avcılık döneminin sonları ile tarım devriminin başlamasına denk gelen bir zamanda kullanılmıştır…Ve yine bir tesadüf sonucu (Bu tesadüf olarak ifade ettiğim şey, insanoğlunun yaşarken, yani günlük pratik eylemde bulunurken yaptığı tesadüfi gözlemler ve bilinçsiz deneme yanılmalardır…Keza ateşin keşfi; ilk aletin kullanımı vs. olgular da böyle bulunmuştur…Ama elbette insan türünün doğal evrim sürecinde oluşturduğu genetik yapısının; bu tesadüflere uygunluğu gerçeği de vardır) insanoğlu belki de binyıllarını belirleyecek, ilk büyük devrimini gerçekleştirmiştir: “Tarım Devrimi”…

İşte insanoğlu bilinen anlamda ilk üretimini, tarımla birlikte gerçekleştirmiştir. Artık tohumunu doğada bulduğu bitkiyi; daha önce geliştirmiş olduğu alet kullanma yeteneğiyle birleştirerek; bir kaç kat fazlasıyla yeniden üretebilmiştir (Elbette tüm bu özetlediğim sürecin belki de binlerce yıllık bir gelişme süreci olduğu gözden kaçırılmamalıdır).

Artık insanoğlunun ikinci işbölümü ve kendi türü arasında örgütlediği ikinci ayrımcılık olan “sınıfsal işbölümü ve ayrımcılık”ın tohumları atılmaya başlamıştır. Elbette fiziki güce dayalı tarım söz konusu olduğu için; cinsel iş bölümü ve ayrımcılığı iyice pekiştirerek... Ve muhtemelen bu yeni iş bölümünün avantajlı kesimi, yani bir süre sonra çalışmadan ve fiili üretimden kendini ayıracak kesimi; fiziki olarak daha güçlü olan eski doğal liderler olsa gerek…Gerçi bu ilk artı değer gaspının ( Çünkü artık işler eskisi gibi değildir. Basit bir üretim ve depolama olgusu; yani artık ürün vardır…) ilk tohumları aslında tarım devriminden önce, tuz sayesinde etleri biriktirme yeteneği sırasında da atılmış olabilir…İlk artık değer ve maddi kaynak birikimi sonucu, “ticareti”in ve “tüccar” kesiminin (ticaret ve mali burjuvajinin ilkel ataları) de, ilk tohumlarının atıldığını sanıyorum. Muhtemelen ve yavaş yavaş, savaşlar ve kabileler arası çatışmalar da, artık açlık gibi temel güdüler üzerine değil; bu artık ürünleri koruma ya da gasp etme üzerine yapılmaya başlamıştır. Üretim aracı olarak bizzat insanın kullanıldığı “köle” olgusunun ilk habercisi de sanırım bu kabile savaşları sonucu elde edilen esirlerdir… Ve böylece insanoğlu, üçüncü bir iş bölümünün ve ayrımcılığın tohumlarını atmaya başlamıştır: “Etnik yada ırk  temelli iş bölümü ve ayrımcılık”.

Tüm bu binlerce yıl süren evrim-devrim süreci içerisinde, insanoğlu evlenme ve aile şekli, yönetme şekli, yaşam bölgeleri oluşturma şekli, ticaret yapma şekli gibi bir sürü yaşamsal alanda da evrim geçirmiştir…(Bu yazının asıl hedefi, “ekonomi” olgusunu basit kavramlarla ifade etmek olduğu için buraların ayrıntısına girmiyorum…Hoş girsem de zaten içinden çıkamam sanırım).

Sanayi Devrimi ve Sınıfsal İş Bölümünün Yoğunlaşması

Ve evet; gelelim insanoğlunun “üretim” anlamında ikinci “devrim”ine: “Sanayi Devrimi”…Ve “dananın kuyruğun koptuğu” ya da “zurnanın zırt dediği” yer burası olsa gerek... İhtiyaç için üretim değil, pazar için üretim; kulanım değerinin değil, değişim değerinin baz alındığı üretim; somut ve yerinde tüketim için değil, satmak için üretim; bireysel ve gurupsal değil, yığınsal ve toplumsal üretim bu devrimle birlikte gerçekleşmiştir. Ve bu devrimle birlikte “Ekonomi”, insanoğlunun neredeyse tüm yaşam şekli olmuştur. Ve insan, kendisi ya da ait olduğu köy-mahalle vs için üretmeyip; hiç tanımadığı başkaları için üretiği ve devasa bir iktisadi iş bölümü sonucu, tek bir ürünün bütününü üretmemeye başladığı için, ürettiği ürüne ve dolayısıyla kendisine yabancılaşması olgusunu da yaşamaya başlamıştır. Ayrıca üretim ve artık ürün devasa bir boyuta ulaştığı için, sınıfsal ve iktisadi işbölümü ve ayrımcılık türü; daha da yoğunlaşıp acımasız hale gelmeye başlamıştır. Zaman içinde “cinsel ve ırksal” işbölümü ve ayrımcılık olgusun da gevşemeler görünse de; kapitalizm kendi doğası gereği, bu ayrımcılık türlerinin balans ayarını, dönemsel ihtiyacına göre kendisi yapmıştır.

Görüldüğü üzere bu basit tarihsel perspektif sunumuyla; iktisadi gelişmenin bazı köşe taşlarını ve bu gelişmeyle doğru orantılı bir şekilde gelişen ve bugünümüzü neredeyse tamamen belirleyen “iktisadi yaşam”, “işbölümü” ve “ayrımcılık” olguları arasındaki bağlara dikkat çekebilmeyi amaçladım. Bu bölümde iktisadi modeller üzerinde biraz daha düşünmeyi hedefliyorum. 

İktisadi Modeller

Yazının bu bölümünde bu çok eksikli ve özet girişi tamamlayarak; yazının asıl yazılma amacına geçiyorum…. İnsanoğlunun tarihinde, üretim temelli üç ana “sosyo-ekonomik” model varoldu (Bu noktada, her tanımlamanın bir eksilme, kainatsal gerçekle, insansal anlam arsında bir yarılma olduğu yorumlarını unutmamak gerekiyor):

·         Köleci ve Feodal Ekonomi: “Tarımsal Üretim ve Ekonomiye” ye dayalı, derebeyi-serf / köle sahibi-köle ana birimleri ve başta tüccarlar, zanaatkarlar ve serf ve köleye göre kısmi özgürlükleri olan, özgür köylüler olmak üzere, başka ara birimlerden oluşan ve kanbağına dayalı bir hiyerarşik yapının ihtiyaçları için üretim yapılan; üretim araçlarına feodal bey ya da köle sahibinin sahip olduğu  gurupsal ve kapalı bir ekonomi…
·         Kapitalist Ekonomi: “Sanayi Üretimine ve Pazar Ekonomisi”ne dayalı; burjuva- proleterya ana birimleri ve tüccar, tefeci vs ara birimleri ve eski sosyo-ekonomik yapının bazı ara birimlerinden oluşan ve üretim araçlarının sahiplik durumuna dayalı bir hiyerarşik yapının üzerinde yükseldiği pazar olgusu için üretim yapılan, üretim araçlarına burjuva bireyin ve/veya kapitalist tüzel kişiliklerin sahip olduğu sosyal ve açık bir ekonomi…( Bu noktada “tekelleşme” olgusu bu ekonomik yapının “açıklığı”nı kısmen zedelemiştir.)
·         Sosyalist (!) Ekonomi: Yine “ Sanayi Üretimine” ama bir “Merkezi Planlama”ya dayalı; devlet-proleterya ana birimleri ve köylülük gibi çok eski bir sosyo-ekonomik ve yeni bürokratik ara birimlerden oluşan; üretim araçlarına devletin bir anlamda sahip olduğu bir hiyerarşik yapı üzerinde yükselen ve yapılan planlama çerçevesinde üretim yapılan, sosyal, bürakratik ve yarı açık bir ekonomi…

Aslında buraya kadar gerçekleştirdiğim bu özetin, eksikli ve yer yer argüman hatalarına sahip olma ihtimali dahi olsa; bazı olguları çok daha anlaşılır hale getirdiğini düşünüyorum. Öncelikle ilk ekonomik model- belki hala var olan bazı ilkel kabileler ve üçüncü dünyanın ulus devletlerinin geri kalmış bölgeleri dışında- tarih sahnesindeki yerini aldı. Aslında üçüncü modelin de SSCB’nin dağılmasıyla birlikte tarih sahnesindeki yerini aldığı iddaia edilebilir belki; ama bu iddia için henüz çok erken…İhtiyatlı olmak gerekir.

Yaygın olarak dünyaya hakim olan ikinci tip yani “Kapitalist Ekonomik Model” ve realite; yazımın girişindeki “Ekonomi” tanımım anlamında, “ihtiyaçların sonsuzluğu” ilkesine dayalıdır. Çünkü bu ekonomik modelin motoru “kar” olgusudur. Bunun için, nicelik anlamında sonsuz bir üretimi gerçekleştirerek; karını sürekli arttırmak zorundadır. Ve elbette yığınsal sanayi üretimi, insanoğlunun keşfettiği en yüksek maddi çıktıyı yaratan üretim modelidir. Bu model ve iktisadi realitenin, “sosyal fayda”, “insani fayda”, “doğa-insan dengesi” gibi saikleri yoktur. Bu modelde sonsuz olarak kabul edilen ihtiyaçların “an”daki durumunu tamamen pazar denen olgu belirler. Bu modelin tanrısı “pazar”dır ve peygamberi Adam Shimit’in ifade ettiği gibi “eli, gizlidir”… Bu modelde, kadın vücudu, erkek vucudu, organlar, sanat ürünleri hatta bizzat sisteme radikal eleştiriler getiren düşünsel/sanatsal ürünler, kısacası akla gelebilecek her şey üzerinden kâr edilebilir. Ve bu modeli anlatan tüm teorik yayınlar bir manipülasyon amacını taşırlar… Aslında çok basit olan “insanların ihtiyaçlarını karşılama çabası”nı, yani ekonomiyi; çok daha karmaşık ve kompleks bir sistem haline getirirler…Daha doğrusu, gerçek yaşamda, sistemin kendisi ve uygulayıcıları onu, bazen yarı bilinçli, bazen de tam bilinçli bir şekilde, hem teorik hem de pratik anlamda karmaşık bir hale getirdikleri için; kapitalist ekonomistler onun bu sanal-grift şeklini aktarmakta ve ama aynı zamanda bunu ideolojik olarak olumlamaktadırlar.

Aslında öze inildiğinde, SSCB benzeri ve adına “Sosyolist Ekonomi” denen modelde de, neredeyse aynı şey yapılmaktadır. Evet üretim araçlarının sahiplik şekli ve bir de ekonomi  tanrısı değimiştir: “Tanrı Pazar” yerini; “Tanrı Devlet”e bırakmıştır… “Gizli El” yerini; “Planlamanın Sopası”na bırakmıştır…Ama sadece o kadar… (Bu arada belki planlama olgusu iktidarsızlaştırılarak kullanılabilir…Ama iktidarsız bir planlama neye benzer bilemem...) 

Alternatif İktisadi Bir Bakış (Küçük Güzeldir!…)

Alternatif bir iktisadi bakış öncelikle, doğa-insan-iktidar-teknoloji zinciri içerisinde yaklaşmak zorundadır konuya. “İnsanoğlunun ihtiyaçlarını karşılama çabası” olan iktisatın -ki ben bundan sonra “doğal iktisat” diyeceğim- alternatif olabilmesi için;
doğayla uyumlu, her türlü iktidar oluşumunu engelleyecek, canlı, küçük ve yerel birimler içerisinde uygulanan ve hem iktidar oluşumuna neden olmayacak hem de insanın yaşamına yabancı olmayan, hakim olunabilinen ve onun yeteneklerini köreltmeyen, yani yalın bir teknolojiden yararlanan bir yapıda olmalıdır. Ve tüm bu “doğal iktisat” perspektifinin ana hedefi; doğaya uyumlu, onunla harmanlanmış ve kurumsal her türlü iktidarı dışlayan ve tabiatıyla özgürlükçü ve eşitlikçi bir insan sosyalleşmesine hizmet etmek olmalıdır.

Kapitalizmin, daha doğrusu her türlü dev ölçekli sanayi tipi üretim tarzlarının, bu noktadaki en önemli sorunu ya da yanılgısı yapısaldır. Dinsel-ahlaki bir dünya görüşüne sahip, ama kendisi dillendirmese de “anarşist ütopyalara” çok yakın duran iktisatçı E.F. Schumacher’in “Küçük Güzeldir!…” kitabında vurguladığı gibi; Kapitalist İktisadi Sistemin, “üretim” sorununu çözdüğü iddası gerçek değildir: “Üretim sorunu çözüldü, artık gelişmiş ülkelerde çalışma saatini kısaltabilir ve gelişmemiş ya da az gelişmiş ülkelere “teknoloji” götürebiliriz…” Üretim sorununun çözüldüğü yolundaki iddianın dayanaksızlığı, doğal kaynakları bir gelir unsuru; sanki insanoğlunun kendi ürettiği bir gelir gibi görülmesidir. Yazarın verdiği güzel bir örnek var: Bir kapitalist şirketi düşünmemizi istiyor yazar; “100 birim olan sermayesinin- büyük bir ihtimalle büyük bir kısmı başkasının kaynağı olacaktır, (kredi vs.)- hepsini kullanıp; sadece 50 birim üretim çıktısı alan bir firmanın, kara geçtiği iddia edilebilir mi?..” İşte doğa karşısında kapitalistin durumu aslında; kapitalist anlamda verimsiz ve aptal bu firma gibidir. Tek fakla, kapitalistler hiç de aptal değildir. Tüm canlı türlerinin ortak malı olan doğal kaynakları tüketiyorsun; sonra da “Ey millet, bakın üretim sorununu çözdüm. Az bekleyin bölüşüm sorununu da çözeceğiz!…O zamana kadar haydi fabrikalara, bant üzerinde eblehleşmeye ve ücretli köleliğe devam!…Doğa mı boşver onu; o benim altımdaki karım gibidir…” Hey toprak ana; heyyyy”…

Kapitalizmin ve sosyalist (!) ekonomi deneylerinin, başka yollardan da olsa ortak iddiası, ithiyacın olmadığı zamanlara ulaşmaktır. Birisi buna “dünya refahı” der; ötekiyse “komünist ütopya”… Her ikisinin de buna ulaşmak için izlediği üretim modeli “dev ölçekli sanayi üretimi”dir…  Kapitalizm için asıl amaç “kar”ı arttırmak için satılabildiği kadar satmak ve olabildiğince düşük üretim maliyetidir. Bunun için, üretimde neredeyse “0” işçiyle çalışabilmek, onun en büyük düşüdür. O bir işin verimliliğini, “kar”a endekslemiştir. Ama üreten, çalışan kanlı canlı insan yoksa; ortada üretilen malı satın alabilecek kimse de yoktur…O yüzden “Haydi!… Hurra!… Yine ücretli köleliğe devam…” Kapitalizm hiç bir zaman, “verim”i; yaşamın içinde, insanla barışık ve doğal olarak mesai cenderesi olmayan bir “iş” olgusunda  –şirket ve fabrikalarda; yani modern ve gizli işkencehanelerde yapılmayan- görmemiştir; doğası gereği de göremez. Bir işte kaç insanın çalıştığı; yani kaç para ödendiği onun için önemlidir.

Asıl bu noktada Marksist’lere de sormak gerekir: “Beyler siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?…”; “Verimden ne anlıyorsunuz?…”. Kapitalizmle rekabet edebilecek bir sosyo-ekonomik yapının ihtiyaçlarını karşılayacak “artı değer”in üretimini mi?… Komünist ütopyaya ulaşmak için; daha kaç “Çernobil’e” ve “Yıldız Savaşları” na ihtiyacınız var?

Alternatif iktisadi bakış için önemli bir konu da teknoloji kullanımıdır. İnsanoğlunun özgürlüğünün ve doğanın geleceğinin –kaldıysa tabi...- teminatı olacak “otonom tipi” örgütlenmeler için; düşük maliyetli, doğaya zarar vermeyecek bir yapıda ve insanoğlunun yeteneğini köreltmeyecek yalınlıkta bir teknoloji ve/veya avadanlık öneriyor Schumacher… Burda da “verim” ve “iş” kavramlarına başka bir bakış görülmekte… İşte bu kadar basit: İktisat nedir ki? Yalın, kirlilik üretmeyen, yeteneği köreltmeyen avadanlıklarla; insanla ve doğayla barışık bir “üretim” ve “iş” sonucu; bağımsız ve küçük birimlerin kendi maddi ihtiyaçlarını karşılaması… (Gerçekten “Küçük Güzeldir!…)

Sesleri duyar gibi oluyorum: “Eeee!… Ondan sonra ne olacak!… Yüksek teknoloji gerektirecek haz oyuncaklarımız ne olacak…TV, bilgisayar, sinema, müzikseti, araba vs.vs.vs…. Fikrimce ondan sonrası insanoğlunun kendi ruhsal zenginliğine kalmış… Her alahın günü yakınmıyor muyuz; “TV bizi köleleştiriyor…” diye... Ya da, “Araba kullanmaya başladığımdan beri göbekleştim be dostum…” vs. vs. vs…. Kaldı ki istenirse özgür ve bağımsız birimler ve bu birimlerin oluşturacağı “dayanışma yapıları”; kendileri için istedikleri herşeyi, koşullar elverdiğince yaratılabilir. En azından çabalanmalı!...

 “Her Hangi Bir Bağımsız Yaşamsal Birimin İhtiyaçlarını; Sadece O Birimin Üyeleri Belirlemelidir!…”

Aslında alternatif bir iktisadi davranış şekli için sorun çok basittir: İnsanoğlunun maddi ihtiyaçları hiç de sonsuz değildir. (Gerçi marksistlerde, “Sosyalist Ekonomik Modeli” savunurlarken aynı şeyi söylemektedirler…Ama onlara sormak gerekir: İhtiyaçlar sonsuz değildir doğru... O halde “sanayi tipi üretim ve bu tarz sosyalleşme” ısrarındaki  amaç nedir? Bu soruyu basit anlamda, “kaynakların, tüm insanlık için planlanıp; hakça dağılımını sağlamak” diye yanıtlayacaklardır…Teorik olarak kulağa belki doğru ya da olası gelmektedir; ama, hep yineliyorum: Bunun için kullanıla gelmiş olan ve belki de kullanılması gereken katı “iktidar” gerçeğini ne yapacağız?...) Evet maddi ihtiyaçlar hiç de sonsuz değildir…Ve dünyanın her hangi bir köşesinde yaşayan insanların ihtiyaçlarını; sadece ve sadece o insanlar belirleyebilir… “Verimlilik”, “verimli çalışma şekli”, öncelikle o birimin ihtiyaçları tarafından; daha doğrusu o birimin bireyleri tarafından belirlenmelidir. Dayanışma, kendi ihtiyaçlarını, tamamen özgür bir şekilde belirleyen “otonomlar” arasında olacaktır... Bunu gerçekleştirmek için de; tüm insanlık adına düşünme gibi naif görüntülü bir küstahlığı yapan “merkezi bir  planlama ve karar alma süreci için gereken bürokratik yapıyı” ve “pazar” olgularını reddetmek gerekir.

Tekrar da yarar var: Her hangi bir bağımsız yaşamsal birimin ihtiyaçlarını; sadece o birimin üyeleri belirlemeli ve kendi ihtiyaçlarını öncelikle; kendi yaşadıkları yerin olanakları ölçüsünde çözmelidirler. Bu, özgürlüğün en önemli teminatıdır. Bundan sonra gelecek şeyler önemsiz değil belki ama; aslında ayrıntıdır. Mesela herhangi bir ürün üretmek  için, o ürün anlamında, o yörenin olanakları sıfır ise; bu sorun “eşit birimlerin” kardeşce mal değiş tokuşu şeklinde çözülür vb.

Bu konuda biraz daha somuta girerek; “alternatif yaşam ve sosyalleşme” denemeleri üzerine kısa, basit ve acemice olsa da düşünmeyi deneyeceğim-sadece düşüneceğim çünkü; cılız da olsa bu konuda her hangi bir deneyim yaşamış değilim-: Öncelikle basit bir soru; “Hiyerarşik olmayan ve gönüllü katılıma dayalı otonomlardan oluşan bu tarz alternatif yaşam formaları denemelerine neden ihtiyaç duyulur?... Doğal olarak, var olan  ya da alternatif olarak ortaya çıkan, sosyo-ekonomik modellere güvenmediğinden… Peki temel ve ilk davranış şekli ne olacaktır? (Belirtmem gerekirki: Bu bölümde ya da başka hiç bir yerde; bir davranış şekli ve hiyerarşisi önermemekteyim…Sadece gücüm yettiğince yüksek sesli düşünmekteyim…Ve bir davranış şekli sıralaması yapmaktayım ama bu sıra asla yaşamsal değil sadece yazın yöntemi ile ilgilidir.) Öncelikle temel maddi ihtiyaçlar anlamında, reddedilen sistemden olanaklar elverdiği ölçüde bağlantıyı kesmek hedeflenecektir. (Yazının temel amacına küçük bir sıçrama yaparak: Başka bir değişle “kurgusal” değil; “doğal iktisat” hedeflenecektir. Ve bu ihtiyacın, hiç de genel geçer bir model olarak konulması zorunlu değildir.) Ve bağlantı ne oranda kesilirse, o oranda; içinde yaşanılan geniş sistemde var olan tüm bireyler için önemli olan “fenomenler”, otonom ve otonomun görece bağımsız bireyleri için önemsiz hale gelecektir (Yine bir sıçrama: Yazının yazılış amacı olan “iktisadi modeller”, “sadece o sistemde işe yarayan teorik bilgiler”, “yaşamak için bir işte çalışmak zorunluluğu”, “açlığa ve yoksunluğa mahkum kalma ihtimali”, “sosyal hiyerarşinin emrettiği bazı bağımlılıklar” ve hatta daha ilerde “para ve onunla ilgili tüm kavramlar”, “eğitim alma zorunluluğu” vs… önemsiz hale gelecek realitelerden bazılarıdır…) Ardından- aslında ardından değil birlikte- otonom içi ilişkilerin, doğal ve baskıcı olmayan kendi iç mecrasında akması sağlanmaya çalışılacaktır. Ve sürecin en önemli aşaması, bu alternatif denemeler, kendi iç mecrasında, sancılı ama sağlıklı bir şekilde yaşamaya başladığında, bir çekim alanı oluşturma ihtimalidir. Tabi bu çekim alanı düz bir çizgi izlemeyecektir. Çekim, başlangıç da var olan otonomlara doğru oluşup, ardından otonomlar doğal kapasitelerinin üst sınırına ulaştığında, sağlıklı bir bölünmeye- aynı canlı doğada olduğu gibi- uğramak şeklinde olabileceği gibi; başlangıçda başka bağımsız otonom denemeleri şeklinde de oluşabilir…Elbette ve muhtemelen her ikisi de birlikte oluşacaktır.

Bu arada, her hangi bir otonomu oluşturacak bireyler de, doğal olarak içinde yaşadıkları toplumun zaaflarını taşımaktadırlar. Ve hiç bir şey, sihirli bir elin dokunuşu gibi birden ve sorunsuz olmayacaktır. İktidar illetinin en önemli kalesi ruhlarımızdır. Ama bu tür  ütopya denemelerinin belki de en önemli avantajı, küçük, yaşayan, dolaysız ilişkilerin var olduğu, yenileşme ve dayanışma birimlerinin üzerinden denenmesidir. Küçük birimlerin sorunları çok daha kolay çözülür ve küçük birimlerde, bireyin kendisini geliştirme şansı çok daha fazladır. Ama asla kapalı bir “cemaatçilik” değil önerim… Beyni ve ilişkileri dünyaya ve diğer otonom denemelerine açık bir grupsallıktan bahsediyorum…

Şu anda dünyanın hemen her yerinde, farklı şekillerle de olsa yaşanan; kan bağına dayalı ve çoğu kez bir ahlaksızlık kuyusu olan, hiç bir üretimin yapılmadığı “aile” denen sosyo-tüketim birimlerini; kendi ailemizden başlayarak bir düşünelim. Var olan ve önemsediğimiz ana, baba ve kardeş sevgisinden bahsetmiyorum – kaldıki çoğu kez o tür sevgileri bile sorgulamıyor muyuz?… Onlarla birlikte oluşturduğumuz, daha doğrusu her türlü kurumsal iktidarın, muhtaç olduğu için dayattığı “aile” kurumundan bahsediyorum… Sanayi tipi üretimin insanoğluna yaptığı belki de en büyük kötülük; insanoğlunun üretim ve tüketim/yaşam alanlarını birbirinden ayırmasıdır. Günümüzün “aile birliğinin” yaşadığı temel sıkıntılar iki noktadan kaynaklanmaktadır: “Özgür seçime değil; kan bağına dayalı” ve belki de daha önemlisi “üretim değil; tüketim temelli” bir sosyal birim olmasıdır. İşte “otonom” tipi alternatif toplumsal modeller aslında “aile”nin bu iki temel eksikliğini ortadan kaldıracak sosyal birimler olacaktır. Bu arada alternatif de olsa her hangi bir sosyal birimi “fetişleştirmek” yapılacak en büyük hata olacaktır. İktidar, bizzat iktidarsızlaşmak için kullanılan formların fetişleştirilmesi ile de yaratabilir.

Fabrikalarından Aşağı……………..!…

(Evet bunlar “ütopya”!…Evet bunlar, “kutsal ekonomi ve sonuçlar dini” anlamında imkansız şeyler… Ama kim takar, sistemin ihtiyaçlarını ve verili kabullerini…Önemli olan içten ve inatçı denemelerdir… Önemli olan “yol”un kendisi; varılacak yer değil!…)

Yazının amacına yeniden bir sıçrama yaparsam: “Yine eksik ve büyük bir olasılıkla yanlışlarla dolu olabilecek bu son bölümlerdeki basit kurgular bile; kapitalistlerin ve marksistlerin o çok önem verdikleri “Ekonomi” tanrısının hiç de öyle karmaşık ve kompleks olmadığını göstermektedir.

O arz ve talep dengeleri, grafikler, marjinal faydalar, munzam karşılıklar, KDV’ler, “şirketler” vs…Aynayı başka yere tutuyorum: “Kolhozlar”, “Solhozlar”, “emek yoğun üretimler”, “NEP”ler, “demokratik merkeziyetçi iktisadi ve politik modeller”vs…Ayna ikisinde de: “fabrikalar”, “fabrikalar”, hep “fabrikalar”, işçiler, “ücretler”, “vergiler” vs. Yeterrrrrrrrrrrrrrrr!… Bunlar onların iktisadı. Yani “sanayi tipi”, tahakkümcü, hiyerarşik ve doğa ile uyumsuz sistemlerin iktisadı…

Sonuçta “Ekonomi” bu kadar!…Elbette bilmek lazım…Ama çok fazla da ciddiye almamak lazım!…Bu toprakların bir şairinin, diğer bir şairine dediği gibi: “Edip!... Bu mektubumu oku ve ister yanıtla, istersen yırt at…İşimiz mi yok; işimize bakalım!…

“Fabrikalarından aşağı…….” 

Son Yerine: “Pasifist Duruş…”

Yazımın sonunda iktisat olgusundan uzaklaşıyorum. Bu noktada “şiddet”, “iktidar”, “politika” ve “devrim” gibi olgulara özel bir yer ayırmak istiyorum… Çünkü bence “zurnanın zırt dediği yer” bizzat bu olgulardır… Zurna, “özgürlük”, “eşitlik”, “kardeşlik”, “doğaya uyum”, “özgür ve dürüst aşk” şiarlarında “zırt” dememektedir ...
Mülkiyetci ve tahakkümcü sistemler, iktidar kullanımı konusunda öylesine yetkinleştiler ki; iktidarı ve iktidar yöntemlerini, kendisine radikal bir tarzda muhalefet eden kesimlerin içine bile salabilecek hale geldiler.

Mesela “devrim” olgusuna ilişkin kendi algılamamı aktarırsam sorunu çok daha somut bir şekilde koyabilirim gibime geliyor. Öncelikle Bozkurt Güvenç ve Freud’tan yardım alarak antropolojik bir birey tanımı yapmak istiyorum: “İnsan, biyolojik özellikleri ile toplumsal sistemin etkileşmesi sonucu oluşan “ruhsal (düşünsel)” bir iç dünyaya sahip ve bu üç özelliğinin sürekli etkileşiminden müteşekkil organik bir bütündür.” Yani, “beden ve sosyal ilişkiler ve bunların genel tarihi” gibi iki somut olgu ve “ruhsal yaşam ve onun özel tarihi” türünden bir soyut olgudan oluşmuş organik bir yapıdan bahsediyoruz. Anarşist- Bu sözcüğü kullanmayı çok da sevmiyorum…Daha doğrusu düşüncelerin her hangi bir sembol sözcükle açıklanması, iktidara yakın duran bir davranış şekli gibi geliyor bana… Ama bazen mecbur kalınıyor- bir “Devrim” perspektifinin asıl odaklanacağı alan; bu basitçe tanımladığım birey olmalıdır. Bireyin iç dünyasındaki devrimci değişim; aslında sadece anarşist yapılanmaların değil tüm muhalif unsurların yaşamda kök salmalarının en önemli teminatıdır. Bu odaklanma ile ilgili birincil faaliyet alanı ise; başka bir deyişle dışsal faaliyet alanıysa- yani sosyal alan- otonom örgütlenmeleri olmalıdır. Bir anaşist faliyet, sosyal değişimi, bu otonom projeleri üzerinden hedeflemelidir.

Farklı bir şekilde- eksikli ve basitçe- örneklemek gerekirse; Anarşit eylem ve düşünce tarihinin, “yıkma” özünün temsilcisi olan Bakunin’den çok; onun “yapma” özünün temsilcileri olarak gördüğüm “Phrodon”, “Kropatkin”, “Gandi”, “Tolstoy” ve “Ursula L. Kuin” gibi kişilerin düşüncesine yakın duruyorum. Yani işin politika kısmını daha çok “Bakunin” temsil ediyor gibime geliyor. Bakunin deyince de aklıma- ne yazıkki- daha çok “Hançerci” Naçayev geliyor…-Tabi böyle bir düşünceye yakın durmamda, psikolojik realitemdeki, fiziksel baskı ve şiddetten “tırsma” özelliğimin de payı var- Bazı anarşist duruş ve eylemlilikler; politika, yıkma, şiddet, gizlilik, illegalite, hücre tipi örgütlenme gibi bana hafakanlar bastıran özelliklere sahip ve bunlar, eski Marksist geçmişimden anıları canlandırıyor…Evet anarşizmde “yıkma” vardır…Ama ben bu “yıkma” yı öncelikle bireyin iç dünyasında algılıyorum ve sistemle bağlantıyı kesme denemeleri olarak gördüğüm “otonom” tipi örgütlenmelerin; bizzat yaparak “sistemin” ideolojik ve yaşamsal temellerine konacak sessiz bombalar olduğunu düşünüyorum… 

Ama bununla birlikte mesela “askerliğe karşı vicdani redler”; “nükleer santral vs. gibi doğal yapıya yönelik tehditler karşısında konacak eylemlilikler”; “hayvan itlaflarına yönelik savunma amaçlı gece baskınları- çünkü hayvanlar geceleri öldürülüyor; suçun geceye ve gizliliğe ihtiyacı vardır- gibi yaşamsal ya da protestoya yönelik pasif direnişleri olumlu buluyorum.

Seni gidi “pasifist” mi dediniz? Ne diyeyim “allah razı olsun!”… 

Evet!… “Fabrikalarından, şirketlerinden, parti ve parti tipi örgütlenmelerinden aşağı…!”


06.05.2007

0 yorum :: İktisadın Düşüşü..!

Yorum Gönder