Mustafa
Çölkesen
[Bu tartışma 2007 yılında yapılmış olup, yeni sitemizde yayınlanmamıştı, yeniden yayınlıyoruz]
Ahmet
Özcan’ın Açık Mektup: Karl Marx isimli makalesi kendi sitelerinin yanısıra,
kişisel tavsiyemle, Dikine.Net’ te de yayınlandı. İslami gelenekten olduğunu
bildiğimiz Ahmet Özcan’ın bu makalesi, tüm sınırlılıklarına karşın gençlik
yıllarını sosyalist gelenek içinde geçiren bir kişi olarak, benim için
şaşırtıcı bir yaklaşım idi. Yazarın makalesindeki duygusal motifler, Marksist
terminojinin en genel kavramları hakkındaki bilgisi, yer yer konuyu
derinlemesine ve kapsayıcı bir şekilde ele alışı, kuramı ve gerçek tarihi
birebir yüzleştirmesi gibi makalenin kaleme alınma yöntemindeki canlılık (!)
yazarın yazısını önemsemeyi ve aldığımız notlar çerçevesinde yorumlarımızı
bildirmeyi zorunlu hale getirdi:
Tarihin
adeta bir Gordios düğümü arzettiği bir momentte, Sovyet çözülüşünün yarattığı
boşluğu kullanan A.B.D emperyalizminin kendisine doğrudan bağlılığını
kabullenmeyen halklara karşı yeni bir “Haçlı Seferi” başlattığını itiraf
etmesiyle birlikte, Irak’ta ve Afganistan’da ezeli yalnızlığını ilk kez
hisseden Siyasal İslam’ın bu psikolojik atmosferinde yazan yazar, önce bu
dünyanın ezilenlerinin sözcüleri nerededir ? diye sorarak başlıyor makalesine.
Sonra hemen, “solcuların meydana doluşması gereken bir zamanda pek çoğu
bezirganlaştılar” diyerek Marx’ın bireysel hayatı üzerinden praksis tutarlığına
atıfta bulunuyor. Yazısının başlangıç kısımlarında, sanki insanlar kapitalizm
varolduğundan beri gözlerini ayırmadan, başta sosyalist hareketler olmak üzere,
muhalif akımları özgürce ve sürekli izleyebiliyorlarmış gibi:
“Savunduklarıyla yaptıkları arasında
tezatlar, uçurumlar bulunan insanların yorduğu insanlık, bugün kapitalizme
kolayca teslim olabildi.”
diyor.
Yani yazar,
burada, 150 yıl boyunca dünyanın dört bir yanında egemen sınıfların korkunç
baskılarına karşın kahramanca verilen mücadelelerle birlikte, II.
Enternasyonalin ihanetini, Ekim devrimin daha başında bürokratik bir kliğin
kendi evlatlarının yakasında elini kana bulayarak iktidarı ele geçirmesini,
Merkez Komitesindeki kitlesel idam ve sürgünlerin yanısıra hızını alamayıp
“devrimin ihanete uğradığını” söyleyen ve Meksika’da sürgünde bulunan
Trotsky’nin kafasına Sibirya balyozunu indirmek üzere kıtalarası operasyonlara
girişini, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve Fransa’daki devrimci kalkışmalarda
enternasyonel direnişlerin bizzat bu bürokratik aygıtın ulusal işbirlikçileri
tarafından yenilgiye uğratılmasını, Sovyet çözülüşü öncesi kapitalist
emperyalizmin özellikle dünyanın belirli ülkelerinde muhaliflere karşı savaşmak
üzere kurduğu Kontr-Gerilla, Gladio v.b gizli savaş örgütlerinin kanlı
operasyonlarını hiçe sayarak insanlığın kapitalizm karşısındaki sessizliğinin
tüm sorumluluğunu eski Marksistlere yüklüyor. Yazar, doğrudan söylemiyor, ama
biz amacını anlıyoruz: Ahmet Özcan, açıkca, “işte Marx değil, ama şakirtleri
olan solcular böyledir, hemen satarlar davayı...” demek istiyor.
Devam
edelim:
“Marksın kapitalizme dönük
itirazlarını, itiraz yöntemlerini ve daha iyi bir dünya kurma iradesinin bütün
modern nitelikleriyle yöntemleştirilmesini bir ideolojik dogmaya
indirgenmesinin adı olarak Marksizm, bana göre de ömrünü tamamladı.
Kapitalistlerle ve liberallerle bu konularda benzer laflar etmek zoruma gitse
de, maalesef durum bu…”
Burada
yazar küreselleşmecilerin amentüsü olan Fukuyama’nın klasik itirazını onlarca
yıl sonra yeniden dillendirerek, Proudhon’un Marks’a “sınıf mücadelesi” yerine
evcil bir “hoşgörü ve ikna topluluğu” olmasını salık verdiği bir pasaja
referansta bulunarak böylelikle Proudhon’un haklı çıktığını belirtiyor...
Devam
ediyor:
“Tarih Prodhon’u haklı çıkardı ve
belki çok daha olumlu bir işlev görecek olan Marks’ın fikirleri üzerinde,
insanlığın kapitalizmden ve faşizmden sonra gördüğü göreceği en karanlık
rejimler kuruldu.”
Sonra,
onlar olmasaydı belki de özgürce bu satırları bile kaleme alamayacağını bile
bile, Rus halkının faşizme karşı verdiği kahramanca direnişi görmezden gelerek
yozlaşmış işçi devletlerinin dramatik tarihini tam bir komplo teorisine
döndürülüyor: Aslında ortada gerçek bir anti-kapitalist muhalefet falan yokmuş,
bu tarihin hepsi piyasa kapitalizmine karşı devlet kapitalizminin safları
oluşturduğu bir devletler hesaplaşması imiş, yazar piyasa kapitalizmini
temsilen Batı’nın, Devlet Kapitalizmi görüntüsü altında Doğu’ya karşı verdiği
savaş diyebilse daha bir inandırıcı olurdu, neymiş bu “devlet kapitalizmi”
efsanesi ? Gerçek ve etkin (dikey ve yatay satınalma gücü) bir piyasa ve
sermaye birikimi biçimleri olmadan, doğrudan kara yönelik üretim olmadan,
serbest işçi çalıştırma olmaksızın, devletin bankacılık ve dış ticaret üzerinde
tekeli yürürlükteyken nasıl hasıl olabiliyormuş bu “devlet kapitalizmi”? Sahi
ya, “Asya Tipi Üretim Tarzı” kavramını işitmiş olan yazar Marks’tan 150 yıl
sonra yaşamanın avantajını kullanarak ortodoks Rus milletinde özgün bir üretim
tarzını keşfetme hakkını kendinde görebilir ve böylelikle de Marks’ın o parlak
fikirleri yazarın kurgusal tarihinde sadece “en işlevsel” bir malzeme olabilir.
Yani yazar kestirmeden şunu söylüyor: “Baylar, boş yere niyazi oldunuz bu
kıskanç ikizlerin dövüşünde...”
Peki,
yazara göre “bu danışıklı dövüşlü sol yolları ciddiye alan milyonlarca insan
teslimiyete demir attıktan sonra” Sol ne yapıyor? Kendileri kandırılan ve
böylelikle halkı da kandırarak peşinden sürükleyen solcuların kitlesel katliam,
işkence, sürgün sonrası haspel kader hayatta kalabilenleri “ilk günahtan” sonra
artık tövbe edebilirlermi? Bu kez hırsını alamayan bu kullanılmış ve lanetli
şakirtler ordusu “aralarında kavga ediyormuş gibi yaparak” aslında küresel
imparatorluğun yerel küfürcülerine dönüşerek hemen ulusal değerlere saldırıya
geçiyorlar.
Yazar,
global piyasa ekonomisinin dokunulmaz kavramları olan “sermaye”, “piyasa”,
“verimlilik”, “üretkenlik”den hayıflanarak, bunların, İslami buyruğun ticareti
(ve dolayısıyla sınırlandırılmış biçimde de olsa piyasa ekonomisini) meşru
gören prizmasında törpüleyebilecek “adalet”, “paylaşma”, “emek”, “dayanışma”
ile kombine bir şekilde insanlığı geliştirebileceğini iddia ediyor, bunların
birbirileriyle nasıl uzlaşmaz kavramlar olduğunu ve ayrıca, varlık nedenlerinin,
bizzat toplumsal yaşamı (komün değerlerini) parçalamaya yarayan, piyasa
ekonomisinin en güçlü unsurları olduğunu yazara nasıl anlatmalı acaba?
Yazarın
karmaşık zihninin tarih kurgusunda Marx’ın asıl devrimci rolü biçtiği gelişmiş
kapitalist ülkelerin işçilerine ne oldu peki?
“...Dış sömürüden sağlanan
kaynaklara dayalı Refah devleti politikalarının yarattığı büyüler, kitleleri bu
düzen içinde de istediklerini elde edebilecekleri yanılsamasına ikna etti.
Batılı emekçi kitleler, ikinci dünya savaşı sonrasında işte bu politikalar
nedeniyle havlu attılar.”
Başka
yazılarından dünya tarihiyle yakından ilgilendiğini gözlemlediğimiz yazara
sormak isteriz:Sovyet Devrimi’nin büyük korkusu olmasaydı, dünya ekonomisinde
hınca hınç rekabete soğunmuş Batı’nın emek girdi maliyetlerini devasa arttıran
refah harcamaları uygulamaya konulurmuydu? Daha önce liberal yazarlarla tamda
aynı üslupta Marxizme eleştiri getirdiğini itiraf eden yazarın, Marx’ın
kapitalist dünya ekonomisini belirli periyotlarla mahşer yerine çevirebilme
potansiyelini gördüğü “azalan kar yasası”nın (yada kar sıkıştırması) iki büyük
dünya savaşı, 1929 Büyük Dünya Bunalımı ve 1970’lerin sonundaki petrol krizine
neden olduğunu hatırlatmak gerekli. Bu refah harcamaları, sürekli bir kriz
ortamında yolunu bulmaya çalışan ve her sıkıştığında, binlerce kişinin işsiz
kalması pahasına, şalterleri indirip, üretim sorumluluğunu üzerinden atarak
tefeciliğe soyunan burjuva sınıfının kaypaklığına karşı, sözümona serbest
piyasayı canlandırmak üzere “görünür elle” yapılan Keynesyen müdahalelerdi.
Sermaye güçlerinin, global dijital devrim öncesi, dünya piyasalarındaki
tıkanıklığı aşmak üzere, gelişmiş dünyadaki işçi sınıfının kazanılmış haklarına
saldırmak için Thatcher ve Reagan önderliğinde yeni bir operasyona kalkışmalarının
ülkemizde Askeri darbe ve 24 Ocak kararlarıyla eş zamanlılığı “azalan kar
yasasının” bu sınıfın saldırganlığını nasıl tetiklediğini gözler önüne seriyor.
Sizin
kabaca “dış sömürü” dediğiniz şeyde, ilk formülasyonları Marx’da bulunan ama
bazı çağdaş Marksistlerce (Samir Amin, P. Baran, Andre Gunder Frank v.b) daha
da geliştirilen “eşitsiz mübadele” olgusudur: Sermaye birikiminin gelişmiş
kapitalist ülkeler kadar yoğunlaşamadığı periferi ülkelerin, bir yandan temel
mallarla dünya ekonomisiyle ticari ilişkiler yaparken, diğer yandan, emek
ücretlerindeki farklılık ve teknolojik mallar üretememelerinden ötürü malların
değerlerinde oluşan oransızlık nedeniyle, zorunlu bir şekilde, daha çok emeği
para cinsinden gelişmiş dünyaya aktarmalarıdır. Bu Marksist keşif, eski dünyada
yaşayan milyonlarca emekçinin birikmiş emeğinin, kaçınılmaz bir kısırdöngü
şeklinde, tekno-batıya aktarılmasının ve dolayısıyla Batı’daki sermaye birikimi
temerküzünün ancak doğunun emekleri sayesinde gerçekleşebileceğini ortaya
koymaktadır: Bu sayede dünya gelirlerinin paylaşımındaki şu bildik orantısızlık
ortaya çıkıyor: Dünya nüfusunun yüzde 20’si dünya gelirinin % 80’ini elde
ediyor.
“Asya tipi üretim tarzı deyip
geçtiğin Mezopotamya- Akdeniz havzası ekonomi politiğini biraz daha yakından
inceleyebilseydin, komünist toplum ütopyası yerine, daha gerçekçi ve
uygulanabilir modeller geliştirebilirdin.”
Mezopotamya'nın
en eski halkı olan Sümerler'in ve sonraki kadim kent-devletlerinin ekonomisi
neymiş acaba? Günümüz Mezopotamya tarihçileri, ara dönemler haricinde, erken
Irak medeniyetinden merkezi planlı ekonomiler diye özetliyor, erken Babil
döneminden kalan yazışmalar, sözleşmeler, anlaşmalar incelendiğinde bir piyasa
ekonomisinin varlığını ortaya koyuyor. Kendi dönemindeki bilgiler çerçevesinde
“kapitalizm öncesi toplum biçimlerinin gelişimini” inceleyen Marx, sermayenin
kişisel mülkiyetinin hangi ortak mülkiyet biçimlerinden, hangi benzer ya da
farklı aşamalardan geçerek doğduğunu açıklamaktadır. Marks'ın kadim tarih
konusundaki araştırmaları, bütün teorik derinliğine rağmen, tamamlanmamış bir
eserdir, bunu kendisi de açık yürekli bir şekilde belirtmesine rağmen, yakın
tarihteki az sayıda buluşların hiçbirisi Marx’ın analizlerini çürütmüyor, kaldı
ki insanlığın geçmişini anlamaktan ziyade yarınları kendi tekno uygarlığının
maddi- niceliksel gelişimi olarak planlayan kapitalist ülkelerin öyle kadim
tarihle kurumsal olarak ilgilenmesini de beklememek lazım, bugüne kadarki tüm
antik kazılar ve buluşlar bağımsız bireyler tarafından yapılıyor…
Ayrıca
insanlığın kaderini piyasanın kör (rasgele) güçlerinin elinden alıp,
gezegenimizdeki tüm insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasına öncelik
veren planlı bir model öngören komünist toplum paradigması neden ütopya oluyor
? Tüm dünyanın küresel bir ağla birbirine bağlandığı ve halihazırda kamu
kuruluşlarının, medya v.b organların bazı güncel gelişmeleri İnternet üzerinden
bizzat okurlarına sorduğu bir teknik aşamada neyin üretileceğine bizzat
tüketicilerin karar verebileceği inanılmaz bir olanağı yakalamış bulunuyoruz,
üretim ayağında ise ölçekleri giderek büyüyen dev şirketlerin farklı
ulus-devlet pazarlarından aldıkları terminli siparişleri için dünyanın çeşitli
ülkelerine yayılmış dev bir üretim ağıyla planlı bir şekilde üretim yaptıkları
ve bu karmaşık süreci yönetmek için ERP (Enterprise Resource Planning-Kurumsal
Kaynak Planlaması) denilen bir kaynak planlaması ağını kullandıkları bir
aşamada yazarın uygulanabilir modelleri de nelermiş? Yazarımızın Marx’ın
ütopyasına kafa tutabilmeye kalkışması için önce dünya ekonomisinde son 20
yıldır vuku bulan gelişmeleri yakından izlemesi gerekiyor. Sonra, eğer hala o
hakkı kendisinde görebiliyorsa, hesabını vermek koşuluyla, o “gerçek” ve
“uygulanabilir” modelleri ileri sürebilir.
“Acaba bay Marks, ‘burjuva
ideolojisi’ dediğin ekonomi-politiğin eleştirisine dair tüm paradigman,
bizatihi kapitalizmi de doğuran dünya ve insan görüşünün sonucu olduğu için mi
bu kadar kolayca kapitalizme malzeme olabildi? “. “Neye karşı? Ulus devletlere,
‘Milli’ olan her şeye, geleneğe, inançlara, hatta başka ve alternatif yaşam
düşlerinin tümüne karşı. Yani bugün için ezilenlerin elindeki tüm ‘zincirlere’
karşı..”
Sayın
Özcan, geleneksel bir görüşün mensubu olarak eski bir deyişi sizlerde
bilirsiniz sanırım, ben yinede hatırlatayım: “Bir alimden bin zalim, bir
zalimden bin alim doğarmış...” Bizler, bir paradigmanın, kimden doğduğundan
ziyade, neye hizmet ettiği ile ilgileniriz. Size teknik bir alandan örnek
verelim, bugün internetin gelişmesine dünya çapında dileyen tüm bireylerin
katkıda bulunmalarını sağlayan Open Source Code (Açık Kaynak Kodu) ile özgür
yazılımlar geliştiriliyor, yazılımın algoritması (siz burda "paradigma"yı
anlayınız) kapitalist endüstrinin gereksinimlerinden bağımsız olarak bir kez
kuruluyor ve ardından bu algoritma ile çalışabilecek eklentiler serbest bir
şekilde temel omurgaya bağlanıyor, birilerinin çıkıpta ticari amaçlarla da bu
kodları kullanması bu kollektif emeklerin özünde tüm insanlığın kullanımına
açık olmasını değiştirebilirmi ?
Ayrıca
sizin yukarda bahsettiğiniz “uygarlıklar çatışması” tezi kanımca öyle
kurgulanmış bir şeyde değildir, adı Batı dünyasında nispeten yakın zamanlarda
koyulmasına rağmen, yüzlerce yıllık (maalesef Marksizm’inde bir şekilde
bulaşmış olduğu) Avrupa merkezciliğin mantıki sonuçlarından birisidir.
Başlangıçta ulus-devlet formunda örgütlenmiş olan ve bu formunu da halen
değiştirmemiş olan kapitalizmin “eşitsiz mübadele”, “eşitsiz gelişme” v.b içkin
mekanizmalarının coğrafi olarak da bir orantısızlığa (merkez ve çevre ülkeler) neden olması kaçınılmazdı, farklılaştırıcı bu mekanizmaların günün birinde
emperyal amaçlar için bir engel haline gelmesi ve buradan da çatışmaların doğması
gayet doğaldır, bunun için “marksist” paradigmadan formül çalınmasına veya
paradigmanın ters yüz edilmesine hiç gerek yok, Marksizm bu lanetli sonucun
nedenlerini açık bir şekilde teşhis ediyor zaten.
Sizin
“ezilenlerin elindeki zincirler”den birisi saydığınız (yani olumlu bir değer
atfettiğiniz) “ulus devletler”in varlığı ise bugün dünyanın en temel
sorunlarından birisidir, yani insanlık tarihine kuşbakışı bakıldığında “birlik”
halinden bir “parçalanma” haline geçiş, insanlığın uzun yolunda bir “sapma”
olarak da görülebilir. Bu sapmayı kendi tarihindeki sınırlı coğrafyasında Hz.
Muhammed görmüş ve o dönemin klan-kabile örgütlenmesini parçalayarak yerine
Allah’ın birliğine inanan tüm insanların kardeşliği ilkesini geçirmiştir. Hatta
daha ileri gidip tüm semavi dinlerin aynı kökenine, yani İbrahim dinine işaret
etmiştir, böylelikle bu muazzam devrim, birlikten parçalanmaya değil, tersine,
parçalı halden birleşme yönünde gerçekleşmiştir. Ama “eşit tüketicilerden”
oluşan bir dünya ekonomisi dünya egemenlerinin çıkarlarına hizmet etse de,
yukarıda bahsettiğimiz mekanizmalar nedeniyle, kapitalizm koşullarında bu amaç
gerçekleşememektedir. Böylelikle, teknik gelişmenin niteliği ve üretim
ölçeklerinin global karakteri nedeniyle dünya devleti (dünya insanlığı) yönündeki
tüm vektörlere rağmen, dünyanın fiziksel görünümü parçalı, orantısız,
hiyerarşik, dengesiz ve karmaşık bir karakter arz etmektedir, işin kötüsü,
sizin olumlu bir değer atfettiğiniz bu ulus-devlet halinde örgütlenme günümüzün
kaotik dünyasında egemenlik mücadelesi için dünya insanlığını burun buruna
getiren bir din haline gelmiş durumdadır.
“Burada sorun şu; güçlü olanın
ayakta kaldığı, bireysel çıkarın hayatın amacı olduğu, yeni olan her şeyin
kutsanıp, eski kutsalların çöpe atıldığı maddeci, ruhsuz, çatışmacı bir dünya
algısı, senin için de peşinen kabul gören bir paradigmaydı. Tüm Marksist
düzenler de, tüm Marksistler de ters çevrilmiş, devreleri ters bağlanmış bir
(devlet) kapitalizmi olan sosyalist toplum ütopyasına sahip oldu. “
Bu paragrafınızı
bir kez daha okuyun lütfen: Harfi harfine günümüz dünyasını tarif etmişsiniz,
ama pes doğrusu !, buraya kadar güçlü kaleminiz, geniş ufkunuzla hala sizden
umutluydum, bu çizdiğiniz tablo Marksizm’ midir? Yoksa Marksizmi, Darvinizmin
ekonomik- politik ruhu olarak algılayan istem-dışı bir paranoya mı ? Üzgünüm
bayım, siz buradaki tarifinizle, ne bilimsel, ne etik, ne de tutarlısınız...
Öteki paragraflarla çelişkisi nedeniyle ve size son bir kredi tanımak adına tam
da sizin tarif ettiğiniz gibi yapıp bu bölümü çöpe atalım isterseniz.
“...Mantığın aslında basitti:
Zorunlu tarihsel aşama olan kapitalizm, bir an önce bütün sürece damgasını
vurmalıydı ki bir sonraki aşama olan sosyalizmin dinamikleri gelişsin...”
O kadar
basit değil bayım...Bu, aslında, sol kültürle bir şekilde tanışık olan
kişilerin aşina olabileceği kaba bir Marksizm eleştirisidir. Marx’ın nihai
arzusu ve hayali, insanların çalışmanın baskısını giderek daha az duyacağı,
yani tedrici olarak boş zamana daha fazla sahip olan bireylerden oluşan dünya
çapında bir komünist toplumdur, dünya çapında bir devlet ya da toplum biçimi
arayışı, teknik yeterlilik olarak birbirine denk, birbirinin yerine geçebilen
standartta emek gücünün varlığını varsaymak zorundadır. Yaptığı çalışmaların
sonucunda Marx, daha çok kar peşindeki kapitalizmin, rekabet baskıları
nedeniyle, çıktıyı yani üretim ölçeğini giderek arttırmak zorunda kalacağını ve
bununda paralel olarak üretimin kolektif niteliğini geliştireceğini düşündü.
Yanıldı mı ? Yukarda kısaca bahsettiğimiz gibi, dünya pazarına üretim yapma
yolunda global emek gücü de dahil tüm girdilerini merkezi olarak planlayan ve
binlerce ara girdinin karmaşık sürecini, dijital işlemciler vasıtasıyla,
ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya yönetme olgunluğuna erişmiş bir kapitalizm
üretim (emek) sürecini de küreselleştirmiş olmuyor mu ?
“... Üzgünüm bay Marx...Marksizm
daha doğarken kapitalizmin düşük yapması gibi bir şeydi... kapitalizmin,
kapitalist dünya algısıyla eleştirisiydi, ama kesinlikle alternatifi
değildi...”
Bende çok
üzgünüm bay Özcan... Bir bütün olarak insanlığın yazılı tarihi de bize bir
düşüşü, bir sapkınlığı andırıyor, nedeni “balçık”mıdır ya da Babil inanışındaki
gibi “Kingu’nun kanı"mıdır, “Nefilimler”midir, “Ehriman” mı ya da “kökende
günahkarlık”mıdır ? bilinmez, ama ne yapabiliriz ki malzememiz bu? Size ait
olmadığından serbest atışla eleştirdiğiniz doktrinin ortaya koyabildikleri bir
yana, sizin tarihinizde neler var acaba ıskaladığımız? Siz, çileli bir yaşam
pahasına zahmet verdiğiniz, uğrunda milyonlarca inananla bilmem kaç kuşakla
bedelini ödediğiniz, somut, bilimsel, uygulanabilir, yanlışlanabilir,
geliştirilebilir hangi reçeteyi önüne koydunuz insanlığın? Bilmiyorsam
cehaletime verin lütfen...
“...Sahiden bay Marks, şimdi
bırakalım şu kapitalizmi filan, sonuçta kapitalizm denilen şey, çok eski bir
‘sorun’ un modern halinden başka bir şey değil. O sorun şu: İnsanlık tarihi
neden ezenlerin, güçlülerin, uyanıkların egemen olduğu bir tarihtir. Neden
daima kötüler kazanır? Kötülüğün kaynağı nedir, iyilik zayıfların kötülük
yapamama halimidir?”
Ya, işte
böyle bay Özcan, artık saadete gelelim isterseniz... Bakın bende size şu
canalıcı soruyu sorsam: Şeytan’ın kışkırtmasıyla “bilgi” ağacının meyvesinden
yiyip düşmüş insanlığa nasıl oluyorda (köklerini pagan döneme izleyebildiğimiz)
İdris Peygamber yazıyı, okumayı, yani kültür araçlarını hediye ediyor, hani biz
sürgüne gönderilmemişmiydik ? Bize bir şans daha mı tanıyorlar ? Ardından
namınıza taahhütlü açık bir mektubun gelebileceğini bile bile açıklarsanız
sevinirim.
Bakın o
uzun hikaye işte, hele rakamsal tarihi kutsal kitaplardaki hesaplara uyamayacak
kadar insanoğlunun eski bir hikayesi, ama sanki bir kollektif belleğin kutsal
kitaplara ilavesi gibi de saklı onların içinde, yani bu Cennet’den düşüş,
kovulma hikayesi, o sorunun cevabı sizin kitaplarınızda bol miktarda referansta
bulunduğunuz kadim tarihte var, ama görmesini bilene... Nedir bilançosu bu 6000
yıllık kadim tarihin: savaşlar, yıkımlar, sınıf farklılaşmaları, baskılar,
göçler, medeniyetlerin çöküşü, kölecilik, devasa emek seferberlikleri, yeni bir
kuruluş, işkenceler, yalanlar, saray entrikaları, uşaklıklar, demekki şimdilik
hazırlığının kabaca 10.15.000 yıl önce yapıldığını tahmin ettiğimiz bu
medeniyet denen şey büyük bir bela insanlık için...
“Medeniyet
doğduğu gün insanı unuttu” der bu toprakların büyük Marksisti Hikmet
Kıvılcımlı... Hadisenin özü budur, ve, belki nitelik değiştirerek, büyük acılar
hep medeniyete eşlik etti... Adeta insanlığın iki yakası bir araya gelmedi o
gün bugündür, kutsal kitaplarda aslında hep bunu anlatır, Yitirilmiş Cennet,
Adem’in ilk çocukları Kain ile Habil, Babil kulesi, kötülük gücünün
cezbediciliği v.b bu öykü değilmidir ? Ve Peygamberler, medeniyet vasıtasıyla
yoldan çıkmış insanlığın “imdat frenleri” değilmidir ? O halde, cılızda olsa,
kendisinden öncekilerden bambaşka bir ışık tutan Marx’da bir peygamber
değilmiydi ?
Sizin, yer
yer “o bir ışık değil, karanlığın çocuğudur” deme cüretini gösterdiğiniz
Marx’ın bir sözü vardır: “İnsanlık ancak çözebileceği sorunları önüne koyar...”
Marx’ın katkısı burada özetlenir bir bakıma: Özetle ne söyler Marx ? :
“Baylar”
der, “bir zamanlar atalarınız Komün halinde yaşadılar, sizin en saf haliniz
buydu, ve atalarınızın düşe kalka geçirdiği tarih macerasında zamanla bir sınıf
palazlandı ve hakim sınıf haline geldi, bunların varlık koşulu piyasadır, bu
piyasa bir gün tüm dünyayı saracak, bu kaçınılmaz...ayrıca ne yazıkki sizin
efendiniz- tanrınız olacak, size verdiğinden çok fazlasını
alacak...olmamalıdır...o sınıfla beraber piyasayı cehennemin dibine
göndermediğiniz sürece adınıza layık olamayacaksınız ve onurlu bir hayat
süremeyeceksiniz, ama iktidarı bunlardan aldığınızda bir sınıf olarak da
intihar etmeyi sakın unutmayın, temel ihtiyacınız karşılandıktan ve beraber pişirip
beraber yedikten sonra artık devlet denen aygıta ihtiyacınız olmamalı... Yaşamı
bir eğlenceye ve karnavala çevirin, budur size vasiyetim...”
Biz 150 yıl
öncesinin bu insani “çağrısına” uyduk, ve kuşak kuşak heba edildik, siz madem
hem dövüp hem seviyorsunuz...o halde buyrun sıra sizde, biz yaşlandık ama söz
size...siz sokakta olduğunuzda geleceğiz arkanızdan...
Saygılar,
Mustafa
Çölkesen
12.11.2007
Twitter: mecolkesen