Orhan Gökdemir
Saidi Nursi ve Mehmet Akif İttihatçıydı. Birer Teşkilat-ı Mahsusa üyesi
olarak silahlı ve eylemci bir ittihatçı damardan gelmekteydiler. Demem o ki, nev zuhur İslamcılarımızın
köklerini unutup önüne geleni İttihatçılıkla ve darbecilikle suçladıklarını
görseler kahır edecek kadar militan ittihatçılardılar.
Bahriye’den terk Necip Fazıl onların mücadelesine uzaktı, felsefe
öğrenmeye gittiği Paris’te devlet parasıyla bohem bir hayat sürdü. Felsefeden
nasibini alamadığını sonraki macerasından biliyoruz. Kumarın dozunu kaçırınca
bursu kesildi, dönüp bankacı oldu. İflah olmaz bir düşkündü. Dönemin
başbakanına yalvaran mektuplar yazdı, "Sürünmekteyim, 10 bin lira
lütfedilirse" diye dilendi, olmayınca "Benim yaptığımı yapanlara
hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır" diye tehdit
etti, her ne yaptıysa! İflah olmaz bir kumarbazdan türemiş iflah olmaz bir
yobaz, Tan baskınının manevi lideri, örtülü ödenek memuru ve bir büyük
“İslamcı” yazar profilidir.
İşte bu üç şahıs, Türk İslamcı hareketinin üç kaynağıdır. İlk ikisi ittihatçıdır,
ikincisi İş Bankası parasıyla dergi çıkaran, başbakandan para dilenen bir
devlet memurudur.
Akif, İslami tonu yüksek bir cumhuriyet umuyordu. Olmayınca, gönüllü
sürgüne gitti. İstiklal Marşı şairi olarak bilinmesine karşın, marşın şairinin
o olmadığı yönünde güçlü iddialar var. Tartışmalı bir hayat sürdü, bedbaht bir
insan olarak hayal kırıklığı içinde öldü.
Rivayet o ki ona “Bedi-üz-zaman” lakabını hocası takmıştı. Hiçbir
İslamcı Rıza Nur kadar samimi olmadığından, bu hoş durumların art anlamları
hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. Şurası açık, “zamanın güzelliği”, Said-i
Kürdi’ye inanılmaz bir rol hazırlıyordu. 31 Mart kalkışmasında tutuklandı,
sonra Rusların elinde esir kaldı. Sırlı bir dille yazdı, o yüzden yazdıklarının
sırrı çözülemedi. Hakkındaki değerlendirmeler peygamberlik ile delilik arasında
gitti geldi. Yobazizm ve Rus düşmanlığı
ile özdeşleştirilmiş anti-komünizmin altyapısı işte böyle döşendi.
Ölümcül bir evlilikti bu; artık İslamcı okuryazarın laik devletle
girdiği bütün gayrı meşru ilişkiler hep bu iki kavram üzerinden
gerçekleşecekti. Onun son yıllardaki en etkili takipçilerinden olan Fethullah
Gülen’in kariyerine Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nde başlamasını işte bu
nedenle rastlantı sayamayız. Böylece hem
laik devletin İslamcı devşirme mekanizmasını hem de İslamcılığın laik devlet
nezdindeki meşruiyetini üzerine oturttuğu gayrı meşru ilişkiyi ortaya çıkarmış
oluyoruz.
Kemalist devrim ne kadar sürdü? Devrimler çağının en uzunu olmadığını
biliyoruz. Büyük Fransız Devrimi üç yıl sürmüştü. Ekim Devrimi 1917’de başladı,
1921’de NEP’e geçildi ki, bunu hem bir yeni başlangıç hem de Paris Komünü
ruhundan bir geri adım sayabiliriz. Demek,
devrimler kısadır. 1923’ü bir başlangıç ve 1926’yı bir son sayabiliriz.
Şunun için söylüyorum, Türkiye
İslamcıları bu kısa tarihten uzun bir eziyet romanı çıkarmaya çalıştılar; yakın
zamanlarda ürettikleri hidayet romanlarından daha acemi ve daha gerçeklikten
uzaktır.
Türkiye’de dindarların ve giderek siyasal İslamcıların ezildiği efsanesi,
devletin acemi laiklik gösterilerinden doğdu. Bir iki şarlatan “hacı-hocayı” polis zoruyla karakola çekmekten ibaret
olan bu gösteriler, geri plandaki gayrı meşru ilişkiyi saklamaya yarıyordu.
Ama teslim etmeli Türkiye’de belli bir dindarlık ezildi, bu dindarlık
sistemin baskıcı yanına başkaldıran dindarlıktı. Örneğin İBDA-C sadece devletin laik uygulamalarını değil ortalama
İslamcı ile girdiği gayrı meşru ilişkiyi de eleştirmekteydi. Bu nedenle sadece
devlet tarafından dışlanmakta kalmadı, İslamcı hareket tarafından da meşru
görülmedi. İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun AKP iktidarı döneminin en uzun
tutuklu İslamcısı olması bu açıdan manidardır. İslamcılığın devletle sert bir
çatışmaya giren bu türü, geçmişte kendine referans olacak bir İslamcı pratik bulamamıştır.
Çünkü böyle bir pratik yoktur. Nitekim
İBDA-C de devletle mücadelesine tarihsel referanslar vermeye kalktığı her
aşamada Mahir Çayan’ı ve onun siyasal pratiğini örnek göstermek zorunda kaldı.
Peki, gerçeği ne? Şurası açık; Türk
İslamcılığı, kısa devrimci dönemin dışında devlet ile sembiyotik bir hayat
sürdürdü. Yeni devlet, dini, kolay bir disiplin aracı olarak benimsemiş,
buna elverişli belli bir dindarlığın gelişmesini desteklemişti. Bu sayede daha
tehlikeli olduğunu düşündüğü muhalefet hareketlerine karşı sadık bir müttefik
kazandı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş bu ittifakın kalıcı
hale getirilmesini mümkün kıldı. Anti-komünizm
zaten İslamcılığın fıtratında vardı; dinden başka her sebeple komünizme karşı
olan devletin de İslamcılığın ikna edici gücünü elverişli bir araç olarak
gördüğünü biliyoruz.
1960-1980 arasındaki 20 yıl devlet ile İslamcı işbirliğinin somut
örnekleriyle dolu. Bu örnekler, Türkiye
İslamcılığının temel motivasyonun laik devlete değil, “Din düşmanı
komünistlere” karşı olduğunun delilleridir. Nitekim (!) 12 Eylül’ün darbeci
generalleri de bu 20 yılı tamamına erdirmiş, yeni anayasaları ile dini kişisel
bir mesele olmaktan çıkarıp kamu hayatının içine düzenleyici bir unsuru olarak
sokmuştur. Bunu yaparken sola karşı uyguladığı ölçüsüz şiddet de devletin
fıtratına uygundur.
Bugünkü İslamcı iktidarın sembol isminin o yıllarda sokakta kanlı bir
mücadele sürerken “MASKOMYAH” oyunu
oynaması işte bu tarihin bir “oyunu”dur. Mason, komünist ve Yahudilere
karşıymış gibi görünen bu müsameredeki tek sorun, kendini müsamereye kaptıran oyuncunun laikliği de bir Mason-Yahudi-Komünist
işi sanmasıdır. Yani devletle aralarında laisizm dışında bir sorun yoktur. Siyasal İslamcı iktidarın yüzüne gözüne
bulaştırdığı her işin müsebbibi olarak bir “lobi”yi göstermesinin kökleri 12
Eylül’den önce oynanan işte o “MASKOMYAH” müsameresindedir. Türk
İslamcısının tarih, toplum ve siyaset algısı çocuksudur, bir müsamere
düzeyindedir.
Bugün, keskin dindarlık müsameresinin arkasında keskin bir sınıfsal
kamplaşma hükmünü sürdürüyor. Nedeni basit; kimse dinle karnını doyurmuyor. Dindar iktidar da Marksist analizlerin
gösterdiği gibi iki sınıf ortaya çıkardı; Biri kentlileşmiştir, pahalı otomobillere biner, merkezde konumlanmaya
çalışır. Diğeri köyden kente yeni göçmüştür, yoksuldur. Örneğin başörtüsü
bu iki sınıfın kadınlarının birleşmesini sağlamamıştır. Bu cemaatleşme hali
arkaik bir patronaj ilişkisini hortlatmış gibidir. Şehirli dindar, köylü dindarı sürükleyen
siyasal ağın efendisidir. Ona iş bulur, yardım eder ama oyunu kime vereceğine
de karar verir. Bu servetin nasıl dağıtıldığının da habercisidir. Modayı yakında takip eden pahalı
türbanlılarla terlikli pardösülülerin Allah’ı bile birbirinden farklıdır.
Böylece İslamcıları
ezen laik düzen efsanesi yerle bir olmuştur. Artık toplum ortalaması
dindarlık kodlarına göre oluşmaktadır. Cumaları camiye giden, namaz kılan,
kılık kıyafeti ile dini kimliğini açık eden kişi toplumun ortalamasıdır. Laiklik artık uç bir tutumdur ve laik, devletin
hoş görülmesi gereken “öteki” vatandaşıdır. Bu gelişme “laik ordu”nun da bir
efsane olduğunu ortaya çıkarmıştır. Özellikle Ergenekon davasından sonra
askerin ibadethanelerde üniformalı olarak boy göstermesi gözden kaçmamaktadır.
Cenaze namazlarında üniformaları ile saf tutanlar bir yana, “şanlı Süleymanşah
operasyonu” sırasında namaza durmuş asker fotoğraflarının servis edilmesi laik
ordunun bu yeni halini teyit etmektedir.
Ama öte yandan devletin kucağında büyüyen ve giderek hâkim ideoloji olan
yeni din kaçınılmaz olarak kendi eleştirisini de doğurmaktadır. Kuran’a dönüş
arayışları ve antikapitalist bir Müslümanlık oluşturma girişimlerini böyle
anlamlandırabiliriz. Buradaki en
belirgin itiraz, dindar ile piyasa insanı arasındaki farkın giderek
kaybolmasıdır. İbadetin, zenginliği
oluşturan ve meşru kılan bir gösteri olarak kabul görmesi, mevcut dini
öngörmediği bir evrime zorlamaktadır. Hırsızlığı
meşru gören ilahiyatçıların sadece laiklerden tepki görmesi, buna karşın
dindarlar tarafından kısmi bir sessizlikle karşılanması işte o evrimin tezahürüdür.
Bir gösteriye dönüşen din, kendine has sözde bir ahlaka yol açarak kendi
meşruiyetini de yok etmektedir. Örneğin muhafazakâr mahallelerde gayrı
meşru ilişkilerin laik mahallelerden daha yaygın olması kimseyi
şaşırtmamaktadır. İmam nikâhı gayrı meşru ilişkileri meşru kılmanın bir yöntemi
olarak kullanılmaktadır veya öyle algılanmaktadır. Özetle, dindarlık daha
görünür kılındıkça, ahlaki çürüme de aynı oranda artmaktadır.
İslamcı okuryazarlar arasındaki Kuran’a dönüş eğilimleri yozlaşmış
İslamcılığa haklı bir tepki olarak ortaya çıkmış olsa da, halk nezdinde bir
karşılığı yoktur. Kitabi açıdan bakıldığında
Türkiye’de geniş halk yığınlarının Müslüman olup olmadığı bile tartışmalıdır.
Her ramazanda büyük şehirlerdeki türbeler önünde oluşan görüntüler evliya tapımınım
ne kadar canlı olduğunu göstermektedir. Kitabı İslam yaygın ve geniş bir
senkretizmi sindirmek zorunda kalmıştır. İslamcı okuryazarın bu senkretizme
karşı çıkma cesaretini gösterememiş olması onun pragmatizmiyle uyumludur.
Buna karşın Halk İslam’ı her zaman Kitaptan daha fazlasını
barındırmaktadır. Burada kitabi bilgiler, tasavvuf ve tarikatların etkileri,
ulemanın teamülleri, halkın eski inanç ve geleneklerinin bakiyeleri, gelenek ve
göreneklerin dinsel bir kabuğa bürünmüş halleri iç içe geçmiştir. Burada İslam dininin savaştığı pek çok
hurafede dinsel kılığa bürünerek kendine meşruiyet sağlamıştır. Ortadoğu’da
IŞİD ve benzeri yapılanmaların bizdeki siyasal İslamcıların gördüğü sempatiye
karşılık, bu örgütlerin Türkiye’deki dindarlığı tehdit olarak görmesi de
tartışılamamıştır. Örneğin IŞİD’in
Mekke’yi işgal edip Kâbe’yi yıkma tehditti görmezden gelinmiştir. “Camide
içki içtiler” yalanına bundan daha fazla tepki verilmesi İslamcı iktidarın
yarattığı çöl ikliminin sonucudur. Türkiye’de dindarlığın tamamen belli
ibadetlerin ne ölçüde yapılıp yapılmadığı ile ilgili olması, büyük bir kültürel
yıkımı beraberinde getirmiştir. Türkiye
İslamcı iktidarla geçen on yılında bütün ölçülerini kaybetmiş, bütün
birikimlerini çarçur etmiştir.
Aslında İslami
ölçülere de uymayan bu ortalama dindar, laik devletin de dinci devletin de
makbul vatandaşıdır. Bu haliyle vatandaş olamama haline de dalalet
eder; daha itaatkâr, daha mazlum, daha sabırlı ve isyankâr olmama halidir
çünkü. Devletin, dindarlıktan türeyen
siyasal İslamcı akımlara müsamahasına karşın, laisizmden türeyen sol siyasal
akımlara karşı çok sert, şiddetli ve tahammülsüz bir tutum takınması bununla
ilgilidir. Devlet, asi laikliği kendisi için en büyük tehdit olarak görmektedir.
Kimdir bu dindar ortalama vatandaş? Verilere göre yaşlı, yoksul, erkek
ve eğitimsizdir. AKP iktidarı ile birlikte kadına yönelik şiddet eylemlerinin
ve cinayetlerin artmasının sosyolojik temeli işte budur. Dindarlık yaşlı,
yoksul, eğitimsiz erkeğin ideolojisi olarak yükselmektedir. Yoksullukla dindarlığın bu kadar iç içe
geçmesi, derin ahlaki bir çözülüşle birlikte gelmiştir. AKP eliyle yapılan
sosyal yardımlar düşkün, asalak ve sözde dindar geniş bir topluluk
oluşturmuştur. Yardımların en yaygın dağıtıldığı iller en geniş ahlaki çöküşün yaşandığı
illerdir aynı zamanda. Bunlar dinselleşmenin yan etkileridir. Zamanla sistemin
bünyesi bunlara alışacak, belli bir bağışıklık sağlayacaktır. Zaten dindar
devletin bu yan etkileri sorun etmediği de bellidir. AKP, bu düşkünler toplumunun hem sonucu hem de sebebidir.
Şunu söylemek istiyoruz; Bugünkü
dinselleşmenin en önemli belirtileri olarak görülen Diyanet ve zorunlu din
dersinin laik devletin icatları olması açıklamaya muhtaçtır. AKP bunları
sadece daha da yaygınlaştırmakla yetindi. Laik cumhuriyetin muradı her ne ise onu
mantıki sonuçlarına ulaştırdı. Dindar vatandaş devletin arzuladığı bir şey ise,
AKP bu vatandaşı yaratmada devraldığı düzenden daha etkilidir.
Devlet dini bir meşruiyet ve rıza üretme aracı olarak kullanmayı
planlıyordu. Öyle ki din hem Kenan
Evren’in dikta yöntemlerini, hem Özal’ın vahşi kapitalist uygulamalarını, hem
de her türlü yolsuzluğu ve hırsızlığı meşru kıldı, bunlara rağmen o
politikacılara popülarite sağladı. Hırsız politikacı sırf Cuma namazını bir
gösteriye çevirerek kıldı diye mazur görüldü.
Siyasal İslamcı ise, bu derin çözülüşün ortasında 1970’li yıllardaki “MASKOMYAH” müsameresini oynamaya devam
ediyor. Son on yılı üzerine oturttuğu “askeri vesayet” kavramı tuzla buz oldu.
Aldığı komisyonları paylaşırken iş üzerinde yakalandılar. İnançlarının rüşvet almalarını ve yolsuzluk yapmalarını engellemediği
ortaya çıktı. Şimdilerde, bir yalan üzerine kurduğu dinci düzenini korumak için
polis şiddetinin arkasına saklanmaya hazırlanıyor.
Bütün bunların ortasında, aynı nedenlerle çökmüş Osmanlı düzeninden
ilham alarak Ortadoğu seferine çıkmış olmaları da İslamcı okuryazarın çocuksu
algısının en somut tezahürlerinden biri. IŞİD türü çeteleri pervasızca
destekleyip çok acımasız bir katliamı kayıtsızca izleyebilmeleri de belli ki bu
çocuksu algıyla ilgili.
Şurası
açık ki kinleri akıllarından büyük. Dünkü dindar ortaklarını haklamaktaki
kararlılıkları bunun delili. Ama buna karşın öteki dindarların da el konulan
bir bankaya kefen parasını alıp paraya yatırmaya koşmaları bu yeni sistemin en
ilginç sahnelerinden biri. Dinin
kutsallığını yitirdiği ama buna karşın bankaların kutsallık kazandığı bir
dönemden söz ediyoruz.
Bir garip âdem olan İslamcı entelektüel ortağı ve mimarı olduğu bu
yıkımdan ganimet devşirme peşinde. Kapitalizme
karşı bir sığınak olma iddiasındaki dinin hızla vahşi kapitalizmin bir maşası
haline dönüştüğünün farkında değil. Aymazlık o derece
ki, dindar başbakan ve ailesi hırsızlıkla suçlanınca, yandaş gazetede yazan
ilahiyatçının biri uzun uzun hırsızlıkla yolsuzluğun ne kadar farklı şeyler
olduğunu, bunları birbirine karıştırmamanın ne kadar zararlı olduğunu anlattı.
Ama kimse ilahiyatçının bu özeniyle hırsızı mı yoksa yolsuzu mu savunmaya
çalıştığını anlayamadı.
Hidayet
romanları okuyarak kemale ermiş bir garip âdemdir İslamcı entelektüel. Baştan
aşağı ajitasyon ve baştan aşağı komplekstir.
Kariyerine
iktidara yaranarak başlamış ve bir iktidar asalağı olarak sonlandırmıştır.
Korkak ve
cahildir.
Hep çocuk
kalan, hiç olgunlaşmayandır.
Devlete
yandaş, Cumhuriyete düşmandır.
Biraz
Saidi Nursi, biraz Mehmet Akif ve biraz Necip Fazıl’dır.
07.04.2015
0 yorum :: Orhan Gökdemir: İSLAMCI ENTELLEKTÜELİN BİR GARİP ÂDEM OLARAK PORTRESİ
Yorum Gönder