Göktuğ Halis
İnsan
merkezli evren kurgusu
Batı
medeniyetinin “insan merkezli evren” anlayışının kaynaklarının başında ‘tevhit’
dini geliyor. Türk Dil Kurumu bu sözcüğü Tanrı’nın birliğine inanma, bir sayma
ya da bir olarak bakma olarak tanımlıyor. Genel anlamda bir’leştirme ya da
tek(bir) tanrıya inanma durumudur. Bu haliyle İslam, kutsal kitap Kur’an-ı
Kerim’de de sık sık doğrulandığı üzere, Yahudi-Hıristiyan dizgesinin bir
parçası ve son halkasıdır. Tevhit inancı, daha önceki dini sistemlerle
ilişkisini ilerlemeci bir üstünlük kurgusu üzerinden anlamlandırır. Bu alanda
ilerlemecilik, taşa ya da hayvanlara tapma gibi bayağı propagandalarla ilkel
dinleri küçümsemeyen, doğal olarak onları anlamaktan uzak, en yüksek dini
olguya doğru ilerleyen bir düz çizgi kurgusuna dayanır.
Sistem,
aynı zamanda modernizmin kendisinden arakladığı ve önceki sistemlerde
bulunmayan bir insan-doğa ilişkisine dayanıyor. Doğa’nın insan için yaratıldığı
fikrine… Tektanrıcı dinleri tanımlarken sıklıkla kullandığımız ‘modern’
takısının anlamı budur. Yoksa tektanrıcı
dinlerin izleri Mısır ve daha da öncesine, ilkel kabilelere dek sürülebilir.
İslam
kültürünün sıklıkla, dünyanın tüm nimetlerinin insan(-a hizmet) için, onlara
rızk olsun diye yaratıldığını vurguladığını biliyoruz.(1) İnsanı ‘doğanın’ en önemli canlısı haline
getiren, diğer varlık ve canlılara, hatta doğa’nın kendisine ancak ona
sağladığı yararlar bazında değer veren bu görüş, bizlerin ‘pagan’ ya da ‘ilkel’
olarak tanımladığı dini biçimlerde görülmez.
Bu
kopuş ne zaman gerçekleşmiştir? İnsan kendini hangi koşullarda doğa’nın
efendisi; içindeki varlıkları da onun tüketimine hazır varlıklar olarak
görmüştür? Çok daha önemli soru,
insan-doğa ilişkisi ne zaman ve hangi koşullarda etkileşimden tek taraflı bir
yıkım edimine dönmüştür?
Bu
soruları yanıtlamak oldukça zordur, ancak modernizmi bu bozulmanın miladı
olarak görmek yanlıştır. Dini metinleri
referans alma yoluyla, doğa ile bozulan ilişkinin yarattığı travmanın izlerini
sürme şansına kavuşuyoruz. Adem ile Havva’nın Cennetten Sürgünü, sürgünde
Yılan figürünün rolü, özellikle ilk günah teması ya da Babil Kulesi gibi
dillerin karışması(2);
medeniyetin taşıyıcısı olarak göksel varlıklar-kadim Enoch Kitabı’nda(3) olduğu- ya
da Tanrı’nın kavmine artık gözükmemesi-küsmesi-gibi mitlerin temsil ettiği
anlamları böylece yakalayabiliyoruz.
İnsanın
düşüşü: Doğa ile bağ koparsa
Elbette
Tevrat, İncil ve Kur’an gibi geç tarihli metinler, bir yönüyle kadim dünyanın
inanç biçimlerinin etkisini taşımaktadır. Burada bizim için önemli olan Kitab-ı
Mukaddes’in(Tevrat ve İncil) ya da Kur’an-ı Kerim’in anlatılarındaki adem-i
merkeziyetçiliğin(insan merkezcilik) kimi bildirimlerinin doğadan dışlanmış bir
biyolojik tür olarak insanın travmatik halini ancak dolaylı biçimde temsil
etmiş olmalarıdır. Bu sav için bazı anahtar kavramlara ihtiyacımız var…
İnsanın
topraktan yaratılışıyla başlayabiliriz. Kur’an, İncil ve Tevrat bildirimlerinde
sıklıkla insanın ıslak toprak(çamur)tan yapılmış olduğu tekrarlanır. Çamurdan
yaratma fikrine çok daha eski zamanlarda Mısır ve Mezopotamya’da rastlıyoruz.(4) Açıktır;
insan kendisini bayağı-mütevazi bir unsurdan var etmiştir. Toprak ‘yersel’ bir maddedir ve ışıktan yaratılmış melek ve göksel bir
varlık hiyerarşisinde alt basamağı temsil eder ilk zamanlardan beri. Bu
yapı misyonla doğrulanır. Tıpkı Adem’in ‘cennet bahçesine’ bekçilik yapması
gibi Sümer’in ilk insanları Tanrıların görevlisi ya da hizmetçisi olarak
yaratılmıştır. Bir bütün olarak
bakıldığında Kozmolojik tasavvurda insanın rolü, özellikle Sümer metinlerinde,
doğaya, gök ve yerden oluşan bütünlüğe uyum sağlamaktan ibarettir. İnsanın küçümsendiğini ve doğa
karşısında önemsiz kılınışını okumak çok kolaydır.
Sümer
ya da Mısır gibi yazılı tarihin ilk teolojilerinin aldığı bu mütevazi miras geç
tarihli dinlere, mitsel simgeler olarak aktarılır. ‘Sürgün’-Tanrı’nın
katından-doğa’nın bahçesinden kovulma- ya da doğanın konuştuğu dili anlamamak
gibi çok yaygın bildirimler, geç tarihli dinlere, yazım koşullarını göz önünde
tutmamızı zorunlu kılacak bir kaynak teslim eder. Burada çok önemli bir sembol
olan Yılan ile karşılaşırız. İlkel
toplulukların şifa ve bilgi bahşeden bu figürü, Tektanrıcı dinlerin hafızasına
‘kötülük’ sembolü olarak yerleşir. Oysaki orijinal düşünce insan yaşamının
kötülüğüne sebep olan gelişim ve ilerleme halini yargılamaktadır: Bilgi,
medeniyet ya da kültür denen şey, insanın düşmesinin temel sebebidir. Tanrı’nın bahçesi, açık biçimde doğadır;
bilgi-kültür-medeniyet ise yerleşik hayat… Adem’in sürüldükten sonra ‘alın teri’ dökmeden ekmeğini çıkaramama
cezası bolluk toplumunun yitip gittiğini gösteren bir tarım toplumu mitidir.
Örneğin Sümer insanı kesinlikle bilmektedir; kölelik yaşamak için zorunludur ve
insan çalışmaya yazgılıdır. Altın
Çağ, geçmişteki bolluk toplumunun, insanın doğadan, dolaysız biçimde ve doğayı
bozmadan, tüketmeden, onunla uyumlu ve barışık halde yaşamasının sembolüdür.(5)
Doğadan
kopan insanın acısını anlatan metinler
İlkel
inancın en temel unsuru olarak “doğadan dışlanmış insan” motifinin nedenlerini
ancak yaklaşık olarak açıklayabiliriz. Burada Jungcu terminolojiye değinmenin
gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bunun yerine, ilkel insanın tüm gerçekçiliği ve
dürüstlüğüyle doğaya karşı giriştiği tahripkar ilişkinin içrek düzeydeki
farkındalığının değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Gelişmiş
medeniyetlerin “cennet” ve “sürgün” öyküleri bu travmatik kökenin “olgun” ve
“bozulmuş” halidir. Kitab-ı Mukaddes geleneği ve Dilmun(Cennet) öykülerine
sahip Sümer gibi izleyebildiğimiz ilk kaynakların gösterdiği, “kavganın” ve
“öldürmenin” olmadığı bu hayalden dışlanışın yarattığı zihinsel güçlüklerle
ilgilidir.
Fransız
doğabilimci Georges-Louis Leclerc, Comte de Buffon’un ( 7 Eylül 1707 – 16 Nisan
1788) insanı “bozulmuş bir maymun” olarak tanımlaması manidardır. Şayet doğruysa, ilkel insanın “bozulma”
hissiyatı ve “kırılmış olanı yeniden kurma” arzusunun konusu olarak dinler;
hayatta kalmak adına “insan” olmayı başarma, hayvan olmaktan çıkma ve kendisi
dışlayan doğayı yok etmeye yazgılı olma hallerinin yarattığı zihinsel gerilimle
baş edebilme olanaklarıyla ilgilidir. Belki de bu haliyle “kopuş”, “dönüşüm”
ya da “sürgün” psikolojisine yapabileceğimiz atıf ile dinin ilk kaynaklarından
bir diğerine, kanımca en önemlisine ulaşmış oluruz.
Bir
zamanlar hayvan olan insan
Bir
Mezopotomya efsanesi olan Gılgamış Destanı’nda Enkidu’nun, hayvan gibi yaşama
halinden insanlığa geçişi, bir kadın ile cinsel ilişkiye girme ve elbise giyme
simgeleriyle tanımlanır. Mitin
gösterdiğine göre Enkidu ‘hayvan’ iken daha mutludur.(6) Bu mitin
çok daha eski versiyonları insan-hayvan dönüşümünün olanakları üzerinde
yeterince durmaktadır. Yine kimi ilkel kabilelerde hayvanların-ayı
gibi-insanların karşısında bir öğretmen gibi konumlandığını okuruz. Kuşkusuz, ilk ata-ya da Tanrı figürünün bu
hatırası Totem dininin temel unsurudur.
Ancak
öyle bir an gelir ki artık hayvanlığa dönüş mümkün olamaz. İlk Ata ile,
olasılıkla evrim sürecinin bu ilk dönemlerinin toplumsal bilinç dahilindeki
hatırası arasındaki uzun mesafenin aşılamaz olduğunun farkındadır. Bu zamandan
sonra yapılması gereken, pişmanlık ve uyum arzusuyla yakarılar biçimlemektir.
İlkel
toplulukların kendilerini doğada yaşayan canlı türleriyle kardeş saydıklarından
kesin olarak eminiz. İlkel dinler, modern
dinlerin aksine, insan ve hayvan arasında mutlak bir ayrılık görmez. Bu
husustaki en açık delillere etnolojik araştırmalar yardımıyla ulaşırız.
Özellikle bir av töreninin ardından yaşanan ‘af dileme’ ve ‘özür
merasimlerinin’ içtenliği ve törensel aktivitenin kapsadığı zamanın büyüklüğü,
bugünün şükran dualarından çok daha fazlasını içerir. İlkel insan için av bir cinayettir; tören ‘ölen’ kardeşinin ruhunun
dinginleştirilmesini amaçlar.(7)
Doğaya
ait unsurlara yönelmiş şiddet ve yıkım eylemlerinin, ilkel insan bilincinde
travmatik bir itki yaratmış olduğunu böylece görmüş oluyoruz.
İnsanın bir türlü anlamlandıramadığımız, ‘kaybolan geçmiş’ ve yitirilen bağ
vurgusunun etkin izlerini bu törenlerde açıkça takip edebiliyoruz. İlkel
topluluklarda inanç neredeyse bütünüyle ‘bu törenlere yoğunlaşmış’ durumdadır. Freud dinin bu kaynağını, aşırı uçlarda iki
duygulanıma bağlar: Coşku ve hüzün. Gerçekten törenlerde bu iki yapı da kesin
biçimde aktif hale gelir. Ancak biz bu savları denetleyecek bilgi ve olanaklara
sahip değiliz.(8)
Şamanizm
ve insan-hayvan-Tanrı transmutasyonu
İnsanın
hayvana, hayvanın insana dönüşebilirliğinin olanakları en belirgin haliyle
Şamanizm ile ilişkili arkeolojik bulgularda bulunuyor. En bilindik örnek Fransa Trois-Freres mağarasındaki ‘Ulu Büyücü’
tasviridir.(9) Büyük geyik kafası, ayı pençeleri,
baykuş şeklindeki yüzü, kedigilleri andıran cinsel organı ve kurt kulaklarıyla
dans etmektedir. Yalnızca bacakları ve sakalları insana benzemektedir. Campbell, ‘Bu belki de bir Tanrı’dır…’
demektedir.
Bizler için şaşırtıcı değil; zira
insanın topluma, toplumun Tanrı’ya ve Tanrı’nın hayvana dönüştürülebilir olduğu
bir dünyada, bundan daha iyi bir Tanrı tasviri olamaz.
İnsan
türü, diğerlerine kıyasla güçsüz bir organizmaya sahiptir. Buna karşın beyin
beklenmedik olanaklar yaratır. Bu
sayede hayatta kalmaya çalışan tüm canlılar gibi doğaya en iyi şekilde uyum
sağlamayı değil; doğayı zorlayıcı biçimde dönüştürmeyi ve onu kendisine uygun
halde biçimlemeye yönelmiştir. İkinci bir doğa yaratma hali bize ‘kültür’
tanımını verir. Artık doğadaki hazır
meyveleri toplamaz insan; bizzat toprağı, o meyveleri kendisine vermesi için
zorlar; tarım, ekim, biçim ve hayvanların ehlileştirilmesi dönemine böylece
varırız.
Şaman’a
atfedilen kutsal güçler zaman içerisinde erimeye yüz tutar. Bu topluluğun
arzusudur; zira kesin biçimde o, toplumsal düzeninin dışındadır; insanın
hayvanlığını temsil etmektedir. Elbette her Şaman toplumla uzlaşmaz ve ayrık
bir değersellik ister. Bireysel ayin ve yalnızlık anlarının mistik gücüne
karşın, toplum halinde yürütülmesi gereken ayin ve kutsal törenleri zorlayıcı
biçimde küçümser. Bugün kesin olarak
biliyoruz; Şaman’ın topluluk ayinlerine sıradan bir birey olarak katılmasının
sağlanması insanın doğaya yabancılaşmasının miladıdır.(10)
Hayvanların
öldürülmesine cinayet olarak bakılan dönemler geride kalmak üzeredir. Zira bu
travma zorlayıcı ve yorucudur. İnsan doğanın tümünün kendisini alabildiğine
dışladığını görür. Hayvanların dilinden anlamaz. Bir fırtına, bir sel ya da bir
hayvan saldırısı karşısında kırılgandır. İnsan türünün, yaşamak için doğayı
dönüştürmekten başka çaresi yoktur.
İnsanın
bu yöndeki en belirgin ürünü olarak ‘büyü dili’ni görüyoruz. Bu yapı, tılsım
adı verdiğimiz temel kaynağa, olasılıkla hayvanlık dönemine özgü hatıralara
yöneltilmiş bir çağrıdır. İnsan
görüngülerinin ve pozitif iletişim biçimlerinin öte yanında, gözle görülmeyen
ama insanın harekete geçirebileceğini düşündüğü bütüncül-alternatif bir yasalar
olduğunu kabul eder. Şamanlara özgü duvar resimleriyle açığa çıkan av
büyülerinden, kara büyüye kadar tüm büyü türleri, insanın doğal yaşamında
yitirdiği iletişim kanallarının, ruhani gücünü harekete geçirmeye azmetmiştir. Büyü dili-doğanın dilidir ve doğaya
saygının ifadesidir. Modern Batı doğaya hunharca saldırırken işte bunu elemeye
çalışmıştır.
Yahudi-Hıristiyan
geleneği ve onun insan modeli, doğaya karşıt konumlanmanın en iyi karşılığıdır
ve ancak bu şekilde temsil edilebilir. İlkel insan dinlerinin karşısında sahip
olduğu adem-i merkeziyetçi kutsamayla çıkan Modern Tektanrılı dinler, yalnızca
ideal çalışan prototipinde değil, aynı zamanda doğaya yönelmiş saldırı
sistematiğiyle de ideal bir tutum oluşturur. Dünyanın tüm canlılarını insana rızk olarak verilmiş nimetler olarak
tanımlayan dinler, büyük sanayi kuruluşlarının doğaya yönelmiş saldırıları için
etkili teolojik temeller sunmuştur bile.
Bu yüzden doğayla uyumlu biçimde
yaşamaya gayret gösteren insan topluluklarının inançlarını ‘ilkel’ olarak
nitelemek en iyisidir.
(Bu
yazı Yeşil Öfke Dergisi'nin Haziran 2014 sayısında yayınlanmıştır)
1.
Bir örnek için bk. Kur’an-ı Kerim, Nahl Suresi, 5. Ayet ve sonrası.
2.
Cennetten Kovuluş ve Babil sürgünü ile ilgili mitler için Kitab-ı Mukaddes’in
‘Tekvin-Yaratılış’ bölümüne bakılabilir. Türkçeye çevrilmiş çok sayıda kaynak
bulunuyor.
3.
Enoch Kitabı Nag Hammadi metinlerine ait apokrifal, bir diğer deyişle kanonik
yazımda bulunmayan metinlerden bir tanesidir. Olasılıkla Esseni kavmine aittir.
Kitapta meleklerin çeşitli günahlar vesilesiyle yeryüzüne sürülmeleri Peygamber
Enoch’un göksel divanda onları savunması hususu ele alınır. Türkçeye çevrilmiş
bir versiyon için. Bk. Enok’un Kitabı(The
Book of Enoch) 1821-Richard LAURENCE edisyonu. Hermes Yayınları. Temmuz 2012. İstanbul.
4.Sümer
mitleri ve insanın derin suların balçığından yaratılışı hk. Prof. Hooke, S. Ortadoğu
Mitolojisi, s.37 İmge 2002. İstanbul. Yine Mısır’da da insanın Tanrı Khnum’un
çömlekçi çarkından var edilişi hk. A.g.e. s. 88.
5.Cennet
miti ve Şeytan hakkında bk. HALİS, Göktuğ. Popüler Gizemciliğin Tarihsel ve
Dinsel Temelleri, Karşı Yayınları. 2010.
6.Gılgamış
Destanı ile ilgili olarak BOTTERO J.’nin Yapı Kredi’den basılmış versiyonuna
bakılabilir. Ölmek İstemeyen Büyük İnsan.
7.
Törenlerde hayvanın kafataslarının köyün en itibarlı yerinde korunması ve diğer
kemiklerin itinayla toprağa gömülmesi işlemleri yapılır. Kemiklerin toprağa
gömülmesi, bedenin saklanması ama ‘özün’ korunması anlamına gelir. Topluluğun
tümünün katıldığı törenler büyü ritüelleridir. Onun sayesinde ‘hayvan’ yeniden
canlanır. ‘Büyünün olduğu yerde ölüm yoktur!” Bk. CAMPBELL, İlkel Mitoloji s.
291.
8.
Tartışma için bk. FREUD, Totem ve Tabu s. 193.
9.
Mağaraların bu en uzak köşelerinin tapınak olarak
kullanıldığı neredeyse kesindir. Bu hususta Türkiye’den bir örnek için Prof.
Yalçınkaya’nın Karain Mağarası isimli çalışmasına bakılabilir.
10.
Benzer bir yorum için bk ARMSTRONG, K. Mitlerin Kısa Tarihi s. 22.