Göktuğ Halis
Giriş ve Özet
Bu makale üç bölümden oluşuyor. Temel savlarımı üçüncü bölümde vermeye
çalıştım. Bu yüzden özetime son bölümden başlamalıyım.
Öncelikli olarak son 12 yıldır Türkiye siyasetine yön veren temel aktörlerin
siyaset yapma tarzındaki “akıl dışılığa” işaret etmeyi hedefledim. Modern
dünyaya ve onun bilimsel değerleriyle siyaset yapmayı muteber kılmış pozitif
tutumuna tezat biçimde bu yaklaşım kitlelerden güçlü biçimde destek almıştır.
Ben AKP ile yüksek seçmen kitlesi arasındaki ilişkiyi karşılamada, II.
Dünya savaşına giden yolda “Yahudi Komplosu”, “Ari Irk” ya da “Yükselme-Dünyaya
Hakim Olma” gibi mitik dil kullanan Alman politikacıların işlevsel olduğunu
düşünüyorum. Sağ Politika’da mitik dilin belli başlı özelliklerini şu şekilde
özetleyebilirim:
1-
Derin
bir kuram, teorik bütünlük ve matematiksel karmaşa içermeyen fikirler üzerinden
siyaset yapılı.
2-
İşaret-simgeleri
kullanır. Sözcükler, mantıksal olarak bir bütün ve anlamlı bir düzen oluşturmak
zorunda değildir.
3- Simge (matematiksel
form-şekil-işaret-seslenme-mimik ya da hitap) topluluk tarafından taşınan ve
“benlik” düzeyinde değil -bilinç dışında karşılığı olan- anlamlara temas eder.
Bu, topluluk ayini ve dini heyecanlarla karşılaştırılabilir tutumlar bütününe
işaret eder.
Ben, AKP ve seçmen kitlesi ile ilişkinin “arketipsel” imgelerle ilişkisi ve “sosyal bilinçdışında” sosyal-tarihsel bağlam gözetmeksizin, miras
bırakılan kültür-dışı izlerle-simgelerle ilişkili gücünün “otoriter bir
yapılaşmaya” giden yolu tetiklediğini, en azında etkilediğini düşünüyorum.
Bu makalede birçokları arasından üç tanesini inceledim: 1-Kahraman
arketipi 2- Şeytan 3-Saray.
Jung’un “bireyde” dinin kaynağı olarak gördüğü bu psikolojik güçler, modernizmin ezmeye çalıştığı akıl-dışı
ilkelerin en küçük bir fırsatta ortaya çıkma gücü ve eğilimini de
gösteriyor. İlgi çekici ve bir başka makalede irdelemeye çalıştığım şey budur: 12 yıllık AKP iktidarında “mit” dilinin
sosyal bağlamdaki tek eş değer karşıtı, yine beklenmedik “mitsel bir simge”
olan “ağacın” merkeze alındığı gezi parkı direnişinde yaşanmıştır. Mitler,
sosyal alana uzanan güç iddialarında bulunmaktadır.
Yazının diğer iki bölümünden ilki, “modern” dünya ve Batı merkezci
yaşam algısına ilişkin kimi saptamalar ve felsefi kavramların açıklamalarına
ilişkindir. Okuyucu burada, bilimcilik, pozitivizm, modernizm gibi kavramların
açıklamalarını bulacaktır. İkinci bölümde ise, Kemalizm’in temsil ettiği
Batıcılık ve Bilimcilik şiarının, AKP’nin arketipsel imajları merkeze alan
çalışmalarıyla ilişkisinde neden güçsüz kaldığının girişini yapmaya
çalışacağım.
1-Pozitivizm ve Modernite
Pozitivizm moderniteye olguları mutlaklaştırmayı salık
verdi. Mutlaklaş-tır-mak ifadesi önemlidir. Zira ilkel dünyadan moderniteye
dek, tüm insan topluluklarının bilgi anlayışında, olguların yeri ve değeri
zaten belli ölçülerde vardı. Ancak geleneksel-modernite öncesi-bilgi
anlayışında olguların yeri, pozitivist kuram açısından yeterli değildir.
Felsefe Sözlüğü pozitivizmi şu
şekilde tanımlıyor:
“… Her türden bilgi araştırmasının kayıtsız koşulsuz olgulara ya da
gerçeklere dayandırılması gerektiğini savunan (…) deneye açık yasaları esas
alan, deneyle denetlenemeyen soruları sözde soru olarak nitelendiren (…) felsefe
anlayışı.”(1)
Tanımın yaşamsal bir değeri,
hayatta güçlü bir karşılığı var. Pozitivizm, bilime, klasik anlamlarından öte
“ölçümlenebilir”lik (deney, gözlem ya da akla uygunluk ölçüsünde) kriteri yükledi.
Bu sayede modernite öncesi bilimlerle arasında kesin bir ayrım sunmuş oldu. Günümüzde
yalnızca bayağı popüler kültür ürünleriyle su yüzüne çıkmış, bilgelik
öğretilerinin, simyanın, astrolojinin, kabala ve ebced gibi okuma
yöntemlerinin; ve yine büyü gibi ilkel insanın doğayla kurduğu “sağlıklı”
ilişki biçiminin temel simgelerinin; “usun ve usçuluğun”, dolayısıyla “insan
aklının evrenin tüm sorunlarını çözmeye muktedir bir güç olduğunu savunan
“insan aklının” sosyal alan ve organizasyondan bilim-dışı ya da gerçekliği
anlamada yetersiz olduğu gerekçesiyle dışlanışının felsefi temellerine ulaşmış
oluyoruz.
Modernizmin bu temel “argümanı”,
epistemoloji alanında çok kısa zamanda otorite haline geldi; reddettiği
çağların bütüncül düşünme biçimlerini bir kenara iterek. Doğal ve toplumsal
olgulara yaklaşımdaki en temel yöntemi, bilim, “onun” sayesinde “modern”
takısını alabildi ve yine onun sayesinde Batı medeniyeti doğa, toplum ve bilinç
olgularıyla kurduğu ilişkiyi, tüm dünyaya dayatacak cürreti buldu.
Akıl dışından nefretin “ekonomik” kökenleri
Antik bilimlerin sosyal alandan
dışlanışı, pozitif bilim takıntısının “muteberlik” şiarı ve kabulünün dışında
kalan akıl-dışı alanlar mitine dayanıyor. Oysaki bu ayrım Batı Merkezci
medeniyetin “toplum organizasyonundaki” gerekliliğin ürünüydü. Mistik akla (akıl-dışı/irrasyonalizmi) yapılan
bu saldırı; açık biçimde Kapitalizmin üretim ilişkileri için ideal çalışan
prototipinin oluşması amacına hizmet etti.(2) Dinin bireysel kaynağına yapılan
bu göndergelerin “sosyal” organizasyon ağından çıkması ve daha iyisi bireyden
kökünün kazınması ile birlikte “kapitalizm” açısından ideal bir çalışan profili
ortaya çıktı. Çalışmayı, otoriteye saygıyı ve sisteme uymayı emreden sosyal
dinlerine aksine; yerel dinler, “mistik” ve “büyüsel” nitelikleriyle bu
dayatmalara uyma yolunda gönülsüzdü.
Bir ekonomik modelin yarattığı travma
Batı Medeniyeti’nin ulaştığı
sosyal refah aşaması, dünyanın neredeyse bütünü için en uygun “yaşam modeli”
olarak sistematize edildiği andan itibaren, “batılılaşma”-muteber olma anlamına
geldi. Ancak toplumların kendilerine bir yaşam ideolojisi ithal etme
çabaları-projeleri, ekonomik ilişkiler duvarına çarptı. Özellikle Türkiye gibi
Kapitalist ekonomik ilişkilerin sağlıklı biçimde yürümediği ülkelerde. Olgulara
ve olgusallığa verilen Batı Merkezci değer, tüm önceki ve farklı
coğrafyalardaki toplumların, ilkel dünyadan aldığı temel düşünme mirasının da
inkarıydı. Bu tip bir bilgi kuramı, şayet uygun ekonomik ilişkileri
oluşturamıyorsanız, güdüklük yaratıyordu.
Batı Medeniyeti’nin dünyanın
bütünüyle kurduğu paylaşım ve bölüşüm süreçlerindeki adaletsiz ilişkinin “doğrudan
sömürge” yöntemi olanaklarını yitirdiğinde ideolojik araçlar mutlaklaştı. Bu
Batı açısından “kültür” ve “değer” ihracatı seferberliği anlamına geliyordu. Bu
girişimde de yalnızca modern değerler üzerinden değil, aynı zamanda geleneksel
Batı değerleri-örneğin Hıristiyanlık- de bu aşamada işlevsel rol oynadı. İdeolojik
saldırı, “kurulmuş” hegemonik ilişkilerin sürdürülmesini garanti altına
alıyordu.
Bu konuda derinlemesine bir
inceleme için İsa’nın orijinal öğretisi ile Paulus ideolojisi arasında
karşılaştırmalı bir okuma öneriyorum. Paulus’un, Hıristiyan cemaatine katılmak
için, kendisine sığınan kölelerin “acilen” sahiplerine iade edilmesini salık
veren İncil anlatıları, günümüze dek “ekonomik” açıdan yararını korudu.
Hıristiyanlık ne zaman “Batı’nın” elinde bir araç olarak kullanılmışsa Paulusçu
ideolojiden yararlandı. Propaganda çalışmaları, başka zamanda olsa “kültürel
zenginlik” olarak tanımlayacağımız, karmaşık bir etkileşim yarattı.
Latin Amerika’da buna, Güney
Amerika Hıristiyanlığı deniyor; yerel dinlerin ve kabile kabullerinin, ata
ruhlarının ve büyünün sıkı biçimde eklemlendiği yeni, ama kesinlikle sapkınlık
tınıları içeren. Hıristiyanlığın yerel dinler üzerinde kurduğu baskıcı niteliği
okuyabiliriz. İslam üzerinden de bu çerçeveyi genişletebiliriz, Ortodoks İslam
ile Alevilik, Anadolu İslam’ı, Mevlana; yahut Hallac ve Nesimi gelenekleri
arasındaki ilişkiye bakarak. Tanrı ile birey arasında herhangi bir kurumsal ilişki
kabul etmeyen her kaynak söz konusu çatışmanın tarafıdır. Bugün bu değerli
akımlar “turistik değer” olmaktan başka çok az anlam ifade ediyor.
Sosyal Bilinçdışı ve insanda saklı arkaik güçler
Bireyin “din” ile ilişkisi ne
Marksizmin özetlediği gibi afyon olmaktan ibaret, ne de modernizmin sistemli
kabullerinin öngördüğü gibi pek kolayca kesilir cinsten değil. Modernizme
yapılan –post-vurgusu aslında kısmen, 3 ya da 4 yüzyıldır dünyayı sarmalayan
bir ideolojinin, modernizmin yetersizliğini hedef aldı. Özellikle, new age
dinleri olarak popüler kültüre adapte olan, kadim öğretilerin kitlelerden ani
biçimde gördüğü ilgi, Ortodoks dinin uzanamayacağı kanallara açık işaretler gönderiyordu.
İlk insandan bugüne dek, inancın, insanda yaşamaya devam eden bir gerçeklik
katmanı oluşturduğu kesindir. Bu katman, iş süreçlerinden her özgürleşme anında
ortaya çıkmaya eğilim taşımıştır çünkü.
Birey ve mit ilişkisi, miras alınan
sosyal bilinç-dışı kavramı olarak “arketip”ler (3) kuramı Jung tarafından yetkin
biçimde ortaya koyuldu. Bu kavramla Jung, tüm modern dünya bireyini ve onların
gelişmiş olarak tasnif ettiği inanç sistemlerini yönlendiren ve izleri insanın
“hayvanlık” aşamasına dek sürülebilir bir kaynağa göndermeler yapıyordu.
Bununla birlikte Jung, bu güçlü
olanakları sosyal-siyasi alana uygulamakta başarısız oldu. Sosyalizme
yönelttiği yetkin olmayan eleştirileri, ideal bir dünya yaratımı için, “kendi
iç güçlerini” keşfeden ve baskı sistematiğini dindirmeyi başaran bir uyum ile
onları yeniden ele alan, gerçekleşmesi pek zor bir öneride bulundu. Marksistlerin
pek sevdiği bir ifadeyle; onun kuramı için koşullar yeterince olgunlaşmamıştı.
Modernizm biterken, Batı
toplumunda ve onunla ilişkisini Batılılaşma üzerinden kuran tüm topluluklarda
pozitivizmin ve Ortodoks dinin kavramları çatırdamaya başladı. Bunun en
karakteristik belirtisi “komplo teorilerinin” ulusal ve uluslararası düzeyde
ulaştığı aşamaydı. Siyasi literatürde bu kavramı, ispatlanması mümkün olmayan
savların gerçekliğini a-priori olarak kabul ederek, büyük dünya görüşlerine
ulaşmak deniyor. Komplo teorileri, bir grubun ya da kişinin, dünyayı
açıklamada, hurafenin ya da kanıt dışı gerçekliğin temel edinmesini sağlıyor. Modernizm
açısından bir sapmadır bu; bireylerin “akıl hastanelerine gönderilebildiği”
geniş bir kontrol sistematiğinin göreve davet edildiğini biliyoruz.
Ancak o görmek istemese de,
kuşaktan kuşağa aktarılan dini simgelerin tekinsiz sonuçlarıdır bunlar. Her an
dışarıya çıkmaya hazırdır. Bu yükselme, bireyin “mitler” oluşturma-kurma ve
onunla karşılaştığında etkilenme-büyülenme eğilimin dışa vurumudur. Campbell’in
dediği gibi:
“Düş kişiselleştirilmiş mittir;
mit kişisellikten çıkarılmış düştür.”(4)
2-Bilimci Kemalizm karşısında akıl-dışı politikanın gücü
Türkiye, Kemalist devrimin
ardından, Batı ile, yukarıda bahsettiğim sağlıksız ilişkiyi pozitivizm ve
bilimcilik (5) üzerinden kurdu. Batılı medeniyetler seviyesine ulaşma şiarının,
“evrensel” bir anlam ifade etmesini bekledi ilk kurucular. Öyle olmadı; tıpkı
Sosyalist teoriyi “bilimsel” biçimde sunmaya çalışan Marks ve engels gibi… Matematiksel
bir kuram, gerçek dünyanın, otantik değerlerin duvarına çarptı; Rusya’da
Sosyalizmi handikapı, Anadolu da Batı Bilimciliğinin handikapıydı. İlki geri
bir toplumdu; bu onda Marks’ın öngörülerinin aksine dikey hiyerarşili parti
modelinin mutlaklaşmasına vesile oldu. ikincisinde ise Batı bilimciliğinin
giyinmesine olanak veren ekonomik ilişkiler yoktu, hiçbir zaman da kurulamadı.
Sömürgeci sistem Türkiye’nin bağımsız ekonomisini oluşturmasına olanak vermedi.
Türkiye topluluklarında
bilimcilik-pozitivizm ideali pek güdük durdu. Zira Ortodoks dinin-merkezi
İslam’ın baskısı, anti-komünist propaganda ve çok daha önemlisi bir türlü
sağlanamayan iç barış ve yerel-etnik sorunların kuyruğunda, Batı
topluluklarının bile modernizm anlayışında yarılmaya neden olan dönüşüme çok
daha zayıf yakalandı. Batılıların gülüp geçtiği komplo teorileri “sosyal bir
gerçeklik” gibi algılandı; kitlelerde karşılık buldu. Hala Tapınak
Şövalyelerinin dünyayı yönettiğine inananlar var.
Batı Bilimi’nin, mitin ve onunla
ilişkili bilimlerin bilinç dışındaki karşılığını hiçe sayma çılgınlığının
sosyal anlamda bir karşılığı oluşmaya başlamıştır. Türkiye’nin yakın tarihi,
Ergenekon gibi davalarda, Agarttha ismine yer verecek bir yargılanma sürecine
tanık oldu. Rene Guenon ve diğer Batılı mistiklerin çürüyen bir dünyaya
alternatif olarak sunduğu bu Hint miti, ansızın Türkiye’de komplo hazırlığına
sebebiyet veren sosyal bir realite olarak görüldü. Bu iddiayı reddedenler, bu
hususta yazılan kitapların çokluğuna ve satış rakamlarına yakında bakabilir.
Kitlesel ilginin, modern
psikiyatrinin “toplu hayal” olarak nitelemekten çekinmeyeceği bir gerçeklik
kültürü yaratışının politikadan spor alanına dek yaygın örnekleriyle tanık
olmak şaşırtıcıdır. Ses kayıtları, belgeler ve pozitif dünyanın hakim gördüğü
tüm mahkeme süreçlerinden alınmış cezalarına rağmen, Fenerbahçe ve şike
davasında “bir komploya” kurban gidildiği fikrine yenildiğini biliyoruz. Kimin
haklı olduğu önemli değildir. Önemli olan:
-Bir sanı ya da zannın, pozitif delil
unsurunun yerine geçtiğini;
-Bu gerçekleştiğinde
ilkinin(mit-komplo ya da toplu halüsinasyonun) ikincisinin (modern hukuk
yöntemleri, kriminolojik veriler ve pozitif kayıtlar) karşısında güç iddiasında
bulunabileceğidir.
Jung, arketipler ile rüyalarda
görünen simgeler arasında ilişkiyi anlatırken, etnografik araştırmalardan da
yararlanmıştı. Mit dilinin açık bir biçimde “simge” dili olduğunu ve simgenin
“anlamla” ilişkisi sorununu yeterince çözmüştü. Bugün din tarihçilerinin,
oldukça aşina olduğu bir konu. Ancak sosyal alanda simgelerin böylesine
işlevsel olabileceği kimsenin aklına gelmemişti. Bu hususta “komplo” sözcüğü
neredeyse büyüsel hale geldi. Birisinin “bana komplo kuruldu” demesi, “ “acaba
masum mu?” şüphesini doğurmaya yeter hale geldi. Bu Türkiye toplumunda kısmen,
12 Eylül ve sonrasında, Devlet’in halka karşı kurduğu “derin devlet”
ilişkilerinin beklenmedik birikimidir. Ne olursa, olsun, “gözüktüğü kadar
olmasına tahammül edemediğimiz bir dünya için böylesi tahayyüller neredeyse
kendiliğindendir.
3-Ak Parti ve kitlelerle ilişkide mitsel semboller
Kemalizmin Pozitif söyleminin güçsüzlüğü
uzun yıllar boyunca belli olmadı. Ancak AK Parti ve totaliterleşme yolundaki
adımlarının “mitik” niteliği, kitlelerdeki uyuşukluk hali, başarıyı “seçimler”
ve “seçimlerde oy alma sayısına” indirgemiş güdük bir demokrasi anlayışının
handikapıyla yüzleşince Kemalizm çöktü. Kitleler, Bilimsel-Batılı aklın değil, akıl dışından beslenen kavramlara akın
etti. Bu kimi toplumsal hassasiyetlerin de buluştuğu nokta olarak beklenmedik
bir sosyal başarı doğurdu.
AKP siyasetinde kullanılan dilin
tarihsel ve entelektüel yeterliliğinin önemi olmadığı ortaya çıktı. Bu durumda,
ona karşı verilen mücadelenin “batılı ölçütlere” uygun ve bilimsel aklı merkeze
alan niteliği başarısız oldu.
1-Kahraman Miti: AKP liderinin ortaya
koyduğu karakterin, kişisel hikayesinin bir “kahraman” arketipine temas eden yönleri
vardır ve bilinç dışının bu güç odağı beklenmedik bir sosyal tepki doğurdu.
Topluluğun bilinç dışında sahiplenme dürtüsünü güçlendiren “mazlum” vurgularına
gerek bile kalmadı
Daha açıklayıcı olması bağlamında
Musa, Mısır ve İsrailoğulları öyküsünden yararlanmayı öneriyorum. Ancak hemen
başlangıçta, Recep Tayyip Erdoğan ile tüm dinler için saygın bir Peygamber
Figürü olan Musa arasında bir özdeşleşim kurmadığımı belirtme zorunluluğu
hissediyorum. Anlamamız gereken, toplulukların, zaman ve mekan fark etmeksizin
benzer semboller üzerinden “bir yükseliş” öyküsü yazmaya olan eğilimlerinin
ortaklaşalığıdır.
Her iki öykünün de odak
noktasında, dışlanmış, hor görülmüş ve bir topluluk bulunuyor. Bu büyük ve
görkemli bir yükseliş öyküsü için en iyi başlangıç yeridir. Türkiye topluluğu
için Dünya hegemonik sisteminin en altında konumlanma, İsrailoğulları için
köleliktir. Yine her iki anlatıda da kahramanın öyküsü, bir dışlanma ve sürgün
ile başlıyor. Musa, halkından kopmuş, olası dünyaların en kötüsü Mısır
Sarayı’na düşmüştür. Erdoğan’ın ise “hapishane” günleriyle karşılaştırabiliriz.
Dünyevi ihtişamın simgesi-dünyaya bağlılık söz konusu olduğunda dünyanın
zamanının Batı Medeniyeti idi Mısır. Musa’nın reddedişi ve kendi topluluğunu
taşımak istediği yerin mitik anlatısı, Erdoğan’ın, alternatif kesimlerce kapalı
kapılar arkasında tam tersini yapmış olduğu eleştirisi sunulsa da, Batı ve
İsrail gibi temel düşman figürlerinin-one minute olayını hatırlayalım-öfkesini
dile getirişinin, kitleler nazarında güçlü bir karşılığı oluştu.
Otto Rank’ın şemasını aktaran
Freud, bir kahraman mitinin ana unsurlarını şöyle betimler: 1- Kahraman en
aristokrat ana babanın çocuğu, genellikle bir kralın oğludur(Freud bu madde ile
“hüküm hakkını kanında taşıyan feodal sistem” kabulünü açığa seriyor) 2-
Kahramanın ana rahmine düşmesi çok sayıda güçlüğün ve imkansızlığın ortasında
gerçekleşir.(İsa ve Zerdüşt gibi, mucizevi doğumlar) 3- Hamileliğe eşlik eden
kehanetler, kutsal esin müdahalesi. 4- Doğan kahramanın dış bir güç ya da unsur
tarafından öldürülmek istenmesi. 5- Kahramanın çoban, hayvan ya da mütevazi insanlar
tarafından müdafaa edilerek kurtarılması.6- Çocuğun serpilerek, hüküm gücünün
farkına varması. (6) Yaptığım karşılaştırmada özellikle 4. Maddeden sonrası
dikkat çekicidir.
Musa ismi İbranice’de “suyla
gelen” ya da “suyun getirdiği” gibi anlamlar taşıyor. Bu anlam, bir sepet
içerisinde nehre bırakılma ve Mısırlı bir prenses tarafından bulunma gibi
simgesel açıklamalarla dile getiriliyor Kitab-ı Mukaddes anlatısından (7). Bu
örgü Musa’ya ait değil aslında; daha önce de bu biçimiyle mitin kullanıldığını
biliyoruz. (8)
Diğer taraftan, sudan gelmenin
annenin döl yatağını temsil etme gibi çok daha evrensel karşılığı var. Ancak
Musa öyküsünde bu anlamın yersizliği, Freud ve diğer araştırmacıların da
dikkatinden kaçmamıştır; o da Mısırlı bir Prensesin nehirden bulduğu çocuğa
İbrani dilinde bir isim vermesidir. Bu durumda ismin Mısırca anlamına
yoğunlaşılır; bu halde de “moses”-gibi kullanımların genel olarak çocuk
anlamına geldiğini öğreniriz. Ancak kutsal kitap bu özelliksiz buluşu görmezden
gelmektedir.
Erdoğan isminin,
“er-doğmak”-yiğitliğe henüz doğuştan sahip olmak gibi görünür anlamının “isim
verme”, “ad koyma” gibi edimlerin değerini, en ilkel topluluklara dek taşıyan
kitle bilinç dışında bir etki yarattığını düşünebiliriz. Yine Recep isminin,
“heybetli” ve “gösterişli” şeklindeki anlamı için de benzer şeyleri
söyleyebiliriz. Bununla birlikte, belki de Musa isminin “sudan gelen” değil de
“çocuk” anlamına vurgu yapan “dünyevi” çok daha “heyecansız” yüzü, Tayyip
isminin anlamında da bulunuyor. “Avam’a haram olmayıp” Tarikat ehline haram
olan anlamına geliyor sözcük. Bir kaynaktan şu ifadeleri okuyabiliyoruz:
“Şu kadar var ki, büyük evliya
zatlar, avam gibi değildir. Onlar, harama düşme tehlikesi ile mubahların çoğunu
terk ederler. Hazret-i Ömer buyurdu ki: (Bizler harama düşmek korkusu ile
helallerin onda dokuzundan kaçındık.)(9)
2- Şeytan Miti: Söz konusu
figürlerin kullandığı akıl dışı kavramların bilinç dışında temas ettiği yer
Kemalizm’in temsil ettiği modernizm ve pozitivizmin karşısında, yalnızca Anadolu
halklarında değil, tüm dünya topluluklarında ölmeden kalan bir güce seslenir.
Altı bir türlü doldurulamayan “düşman” miti-paralel devlet-, tüm yerleşik
dünyanın olasılıkla acı veren kurumlarını aşağılayan dil, “saray” üzerinden
yürütülen “mitleştirilmiş” bir diğer kişinin, Mustafa Kemal’in yarattığı düzeni
neredeyse hhiç bir teorik açıklama yapmadan karşısına alır. Modernizmin teori
ihtiyacına, mit atfında gerek yoktur.
Şeytan figürü aslında tüm
modernizm süresince de en azından “uluslararası siyasette” sıklıkla
kullanılmıştı. Retorik değişmiş olsa da kesim biçimde tek bir anlam taşıyor.
Messadie’nin Şeytan’ın Genel Tarihi’ndeki ifadesiyle “iyiye dönüşmesi mümkün
olmayan kötülük” figürünün, paralel devlet açıklamalarıyla ilişkili olarak ne
sıklıkla kullanıldığını hatırlayalım. İlgi çekici olan Cemaat Lideri’nin de
bizleri Şeytan konusunda uyarmasıdır:
“(Cinler ve Şeytanlar) Dünyanın
dört bir yanında” demektedir Fethullah Gülen: “büyük güçler oluşturmakta ve bu
güçler vasıtasıyla yine insanlığın huzuru, saadeti adına milyonlarca insanı
katlettirmekte ve bütün bunları meşru göstermektedir’ (10) Şeytan’ın politik
bağlamda karşıt tarafı karşıladığını biliyoruz: ABD ve Hizbullah’ın
birbirlerine ilişkin ifadelerinden gördük. Esseniler’den bu yana politik
bağlamda Şeytan figürünün en çok zikredildiği zaman dilimidir modern dünya.
Kanımca Messadie’nin tanımından fazlasına ihtiyaç var. Ben, “bana-dönüşmeyen
öteki” olarak tanımlamayı öneriyorum.
3- Saray miti. Atatürk Orman
çiftliği üzerine yapılan Cumhurbaşkanlığı Sarayı, Mustafa Kemal ile simgelenen
“Kemalist Devrimler” sonrasındaki Yeni Türkiye vurgusunun temel sembolleri ile
temas kurmayı hedefliyor aslında. Belki bir hesaplaşma, belki “meşruiyet” (gücün
meşru kaynaktan alınması) belki de “güç iddası-onun üzerinde bulunma. Mitsel
anlamda bu açıklamaların pek önemi de
yoktur; kesin olan Mustafa Kemal’in de Osmanlı’dan miras aldığı
“saray-Dolmabahçe gibi ölümünün sembolü olmayı başarmış yapılar gibi-saray geleneğini
sürdürmesidir.
Malinovski ‘Büyü, Bilim ve Din”
isimli çalışmasında büyü geleneğinin en önemli unsuru olarak “tılsım”ın altını
çizmişti . Büyü ediminin uygulayıcı “ilk ata” ile kurduğu temastır, tılsım. Dini
inanışların farklı toplumlarında "gücün simgesi" olan tılsım, kaynak
kişi ya da öyküden uzaklaşabilir. Yaratıcı kişiden kalma bir beden parçası,
saç, kafatası ya da bir kemik; belki de onu anımsatan ve temsil eden apayrı bir
eşya. Avcı topluluklarda özellikle kemik ve onun gömülmesine dayanan büyü,
tohumun toprağa gömülmesi gibi yeniden doğumu olanaklı kılan dini bir anlam
taşır. (11)
Saray Mitinin ilk Ata ile
ilişkisi güçlüdür. Okuyucuya, Campbell’in , Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda yaptığı
bir açıklamayı, gündemdeki saray tartışmalarına başka bir açıdan bakma şansı
tanıyarak bitiriyorum:
“… Hala mitoloji alanından
beslenen her kültür, insan varlığının her aşaması gibi simgesel telkinlerle
yaşatılır… Orada burada özel tapınaklar vardır. Nerede bir kahraman doğmuş,
edimde bulunmuş ya da hiçliği geçmişse, o yer belirlenir ve kutsanır. Orada
mükemmel merkezilik mucizesini belirtmek ve yaymak için orada bir Tapınak
dikilir. Çünkü burası bolluğu geçişin mekanıdır. Bu noktada biri sonsuzluğu
keşfetmiştir. Bölge bu yüzden verimli bir meditasyona yardımcı olabilir.(…)
Tapınak binasına giren ve türbeye doğru ilerleyen kişi gerçek kahramanın eylemini taklit etmektedir. Amacı evrensel kalıbı
tekrarlamaktır.”(12)
Notlar:
1) Felsefe Sözlüğü. Bilim ve Sanat. 2003. Ankara.
Olguculuk. S.1061…
22) Bu hususta daha geniş bir fikir almak için bk. “Ekonomizm
Perspektifinden İlkel Kültür Sorunu”. Yeşil Öfke, sayı 12. Batı Hint
Adaları’nın keşfi sırasında yerli halka karşı gerçekleştirilen katliamlarla
ilişkili olarak, yerel kültürlerin “inançları” kapitalizmin “ekonomik değeri”
merkeze alan yaklaşımına uyumsuz olduğu için, “yerlilerin medeni-uygar hale
getirilmesi gerekmişti. Siyah ırkın “hayvanlık” basamaklarındaki ara formlar
olarak nitelenmesi, onların ekonomizmin inceliklerinden anlamayacak kadar
“ahmak” olduklarını düşünen “beyaz” ırkı kinini yansıtıyordu.
33) Arketip sözcüğünün anlamı ile ilgili olarak
Jung, ilk olarak 1938 yılında Eranos-Jahrbuch’de yayınlanan (Rhein-Verlag,
Zürih, 1939) "Die psychologischen Aspekte des Mutterarchetypus"-Anne
Arketipinin Psikolojik Yönleri isimli makalesinde doyurucu bir açıklama sunar.
Düşünürün burada da açıkladığı gibi, Antik Çağ’da da kullanımda olan ve
Platon’un “ideasıyla” özdeşleştirilebilir bir anlam içerir. “Tüm fenomenlerin
üzerinde olan bir “ilk imge”… Bk CARL GUSTAV JUNG, Dört Arketip, s. Çeviren
Zehra Aksu Yılmazer. Metis Yayınları. İkinci Basım 2005, İstanbul.
44) Campbell, J. Kahramanın Sonsuz Yolculuğu. S.
30. Eylül 2000 İstanbul. Kabalcı.
55) Doğa bilim yöntemlerinin, felsefe, insan ve
toplum bilimleri de dahil olmak üzere düm araştırma alanlarında geçerli olan
tek yetkin yöntem olduğunu göne süren düşünce. Felsefe Sözlüğü Bilim Sanat, s.
229
66) Freud, S.
Mısırlı Musa. “Dinin Kökenleri” s. 235.
75) Kitab-ı Mukaddes, Çıkış Bölümü’ne bakılabilir.
86) Bu konudaki en belirgin örnek, Akad Kralı Büyük
Sargon ile ilgilidir. O da Musa gibi, gizli bir doğumla dünyaya gelmiş ve bir
sepet aracılığıyla "nehire" atılmıştır. "Törelere meydan okuyan
annem bana gebe kaldı!" demektedir bir tablette Sargon, kendisi hakkında.
"Beni gizlice doğurdu. Sazdan bir sepete koydu ve göz kapağımı ziftle
mühürledi. Beni üzerime taşmayan ırmağa attı. Irmak beni doğurdu..."
Alıntı için bk. Gardner, Kutsal Ahit Sandığı’nın Sırları s. 50. Hikayenin
devamını Freud’dan alıntılayarak izleyebiliriz: “(…) Nehir beni su çeken
Akki’ye götürdü. Su çeken Akki yüreğinin iyiliğiyle beni dışarı çıkardı, beni
kendi oğlu gibi yetiştirdi. Su çeken Akki beni bahçıvanı yaptı. Ben bahçıvan
olarak çalışırken İshtar bana aşık oldu.” Freud, Mısırlı Musa, s. 235 .
18) Gülen, F. ‘Varlığın Metafizik Boyutu’ kitabından
alınmıştır.
19) Bk. Campbell, İlkel Mitoloji s. 289. Kabalcı.
0 yorum :: AKP SİYASETİ ve ARKETİPSEL İMAJLARIN Sosyal Yapı Üzerindeki Etkisi
Yorum Gönder