“Âşık”(Arapça: âşik), “aşk” sözcüğündün
türüyor. Köken Arapçadır… Türk Dil Kurumu bu sözcüğü “aşırı” sevgi ve bağlılık
durumu olarak tanımlıyor.
Kurumun resmi internet sitesinde sözcüğe
yönelik aramalar ise komik zorluklar içeriyor. Çünkü sözcüğü “Âşık” değil de
“aşık” olarak aratırsanız anatomik bir ifadeye ulaşıyorsunuz: Aşık kemiği gibi…
Âşık kimsenin, kaskatı kesilmiş ruh halinin bir eğretilemesi olarak bu da
doğrudur elbette…
Âşık sözcüğü ise TDK tarafından
birkaç madde ile açıklanıyor. İlki pek doğal olarak yukarıdaki “aşk” tanımından
türeyen bir anlam: Aşırı sevgi ve bağlılık durumunu yaşayan kişi… Elbette
“vurgun” ve “tutkun”… TDK’nın sunduğu ikinci anlam ise biraz tartışmalı, çünkü
kültür ve sanat tarihinin pek etkileyici teması olarak “âşık” olma durumunu
“kadına oranla erkeğe” yakıştırıyor.
Türk Dil Kurumu’nun 5 maddelik “âşık”
açıklamasının üçüncüsü “halk ozanı” ibaresi içeriyor. Bu durumda bir “cins
isimdir”. Geleneksel kültürde anlam
bulan bir statü olarak “cins” oluşturacak genel şemsiyenin altında toplanan
kişilerin tümünü karşılar. Antik dünyadan bu yana özel bir önem taşıyan söz
söyleme ve anlatma sanatını yaygın olarak “şiir” biçiminde ve Anadolu’daki
haliyle “saz” (elbette musiki) eşliğinde icra eden kimseleri…
Elbette bu tanım eksik; özellikle
sözcüğün çağrışımlardan çok ilk anlamını mutlaklaştıran-literal anlama özel
önem veren-moderniteye özgü “tanımlama” eğilimini baz alacaksak. Tanımın
tamamlanabilmesi için “gizemli alanlara” bulaşmak gerekiyor; zira “Âşık”a ait
niteliklerin açığa serilmesi için bu zorunlu… Bir diğer deyişle “âşık” kişiyi
besleyen “akıl dışı” kaynakların analizine ihtiyaç var.
Pek tabiidir ki bilim insanının,
bilim insanı tavrıyla davrandığı sürece beceremeyeceği bir iştir bu; hissiyatın
ötesinde bırakın “pozitif tutumu” “aklın” hiçleştirildiği bir parantezdeyizdir
artık… Sözcüklerin görünenin ardındaki –gizli- anlamlarının, “çağrışımlarda” ve
“alt anlamlarda” bulunması gereken bir düzeydir bu…
Aşık ve Veysel
Bilal Babaoğlu’nun, 30 Aralık’ta
vizyona girecek ilk sinema filmi “Âşık”ın senaryosu, Cumhuriyet sonrasında
Anadolu insanı için “ozan” ya da “âşık” denince akla gelen ilk isim olan
Veysel’in gençlik yıllarının yorumundan hareketle oluşturulmuş. “Âşık”ın
yaratıcısı, basın toplantısında filmin bir “kurgu” olduğunun altını çizdi.
Böylesi iyidir kuşkusuz, “tarihsel bir dönem” ya da karakteri bire bir yansıtma
iddiasını “belgesel” taşıyabilir ancak. Öbür taraftan bu işe girişen
nicelerinin “kurgu” sözcüğünü önsel bir savunma aracı olarak kullandığını
biliyoruz. Bu sayede tarihsel aykırılıklara vurgu yapan bilim insanlarının saldırılarına
da direnmiş olursunuz ve bir sanat eserini icra ederken sanatçının yapmayı
istediği şeyin ötesinde-pek gereksiz olarak tanımlayabilme olasılığının
bulunduğu alanlarda da-söz yığının sarf edilmesinin önüne geçmiş olursunuz…
“Çok saçma olmuş; Kanuni hiç de böyle birisi değildi…”gibi…
Diğer taraftan Âşık Veysel,
“popülaritesiyle” göz alıcıdır. Bilal Babaoğlu’nu film henüz proje
aşamasındayken “Veysel”i seçerek kolaycı davranmakla tenkit ettiğimi
hatırlıyorum. Temel mesele Veysel’in “popüler kültür” ürünü olarak-olabilecek
olan diğerlerine kıyasla-en elverişlisi ve akla ilk gelen olmasından
kaynaklanıyordu. Bu durumda da “Aşık Veysel”in merkezde yer aldığı bir film
çalışmasına yönelen kişinin olması gerekenin çok altında “yaratıcılık” örneği
gösterdiğini iddia etmiş oluyorsunuz.
Ancak bu eleştirileri dile
getirirken “Âşık Veysel”den esinlenen bir film çalışmasını göze alan kişi için
oluşturduğu “tehdidi” hiç hesaba katmadığımı itiraf etmeliyim. İnternet
üzerinden “Âşık” filminin fragmanlarının altına yazılan yorumları okuyana kadar
da aklıma gelmemişti. Bu yorumlara temas ettiğimde şunu fark ettim: Böylesine
bilindik bir örneği beyaz perdeye taşıma gayesi “kolaycılığı” ölçüsünde
“riskliydi” de… Zira herkes “bu karakteri” biliyor ve tanıyordu. Bu durumda da
anlatı, herkesin bildiği bir “karakteri”, hangi izlenmeye değer niteliğiyle
işleyecekti? Bir diğer ifadeyle sanatçı, kimsenin görmeyi başaramadığı bir
gerçekliği “nasıl anlatacaktı”?
Aşık ve mit
Karşılaştırmalı mitoloji
çalışmalarının tüm dünyaca tanınan otoritelerinden J. Campbell, dini alanın
kültürel ifadelerinin “dinin orijinal bağlamından kopması” olarak değerlendirdi.
Campbell’in ifadeleri, C. G. Jung’un “arketipler” fikrinden besleniyordu;
kurama göre dinin özü “coşkunluk” yaratan ilk an’daydı. Dinin sosyal bağlamı
ise bu anın ötekilere anlatılması ve aktarılması sürecinde kullanılan
araçların-çoğunlukla sembollerin-bu coşkunluğu aktarmasındaki güçsüzlüğünden
oluştu. Bu durum kalıtlaştıkça, ortodoksi doğdu ve ritüel mutlaklaştı.
Semboller ise ilk anlamı koruma ve kollama olarak tanımlanan işleve ek olarak
yeni bir işlev üstlendi; “katmanlaşmanın” ve statikleşmenin aracı haline geldi.
Campbell’in kuramı açısından “o
ya da bu zamanda” “o ya da bu coğrafyada” oluşan dini bir sistemin-dinin
orijinal bağlamı açısından-pek değeri yoktu. Zira dini alan “evrensel” bir çağrışımın-her
bir bireyi harekete geçiren ve coşkunluk yaratan gücüne temas eden-olasılıkla
ezoterik yönleri- dışında yalnızca “yerel” ve “kültüreldir”. Erich From’un da
sıklıkla vurguladığı gibi kültürel ve dolayısıyla yetersiz anlam ise “ancak”
sembollerin derinleştirilmesiyle aşılabilirdi. Bir diğer ifadeyle “her dinde
gözüken ortak sembollerden” hareketle kesintisiz bir bağ kurulabilir ve
“kültürel iddiaların yozlaşmış belirtilerinin ötesine geçebilir…
Bilal Babağoğlu’nun “öyküsü”,
“kutsal” alanla ilişkisi kurulmadan açıklanamayacak tarihsel bir karakteri ele
alıyordu. Ancak “evrensel bir mesaj” ve “kozmik tekrar içeren bir yol öyküsü
için” hikayenin merkezine “Veysel”i oturtmama inceliğini gösteriyordu; merkezdeki
açıkça “Aşık”tı, Ama Veysel kılığındaydı... Daha açık bir ifadeyle kurgu,
“yerel bir öyküden”, kültürel bir biçimden, evrensel “bağlama” erişme ve bu
bağlamı yakalama denemesiydi. Bu durumda ise Bilal Babaoğlu “popüler kültür”
çerçevesinin pek uzağına düşen ikinci bir sınamanın altındaydı: Sembollerin
kurgudaki kullanımı ve bunların karşılaştırmalı mitolojiden bilinç dışının
karanlık dehlizlerinde yatan çağrışımlarının-arketipsel karşılıklarının-bilinç
düzeyine nasıl çıkacağı sorunu…
“Aşık” filminin senaryosunun ilk
versiyonları-ki defalarca değiştirilmiş, üzerinde düşünülmüş ve kimi zaman çok
önemli addedilen sahneler ertesi gün değersiz sayılmıştır-sembolizmin kullanımı
ve felsefi bağlam açısından çok daha güçlüydü. Filmin senaryosunda İslam’ın
ezoterik yorumundan beslenen bir tarikat ferdi olarak Veysel’in yaşamını olduğu
kadar “beslendiği derin mi derin kaynağa-en azından nüfuz etme adına da hatırı
sayılır bir çaba sarf eden Babaoğlu, senaryonun sembolizmi ön plana çıkaran
versiyonlarından kısa sürede vazgeçti. Zira bu haliyle yapıt, sinema seyircisi
için uygunluğunu belli ölçülerde yitiriyordu.
Bir denge gözetmeye çalışmıştı Aşık filminin yaratıcısı. Bunu başarıp
başaramadığına seyirci karar verecek. Benim kanaatime göre senaryo, bu kararla
değer yitirmişti. Ancak senaryodaki değişiklik sonrasında kurulan dengenin,
kahramanın açıkça dini alan ile ilgili bir düzey olan bir “Aşık”lığa ulaşacağı
bir yol kurgusuna dayanan senaryosunun “soyut” bağlamdan koparılması adına önemli
bir avantaja kavuştuğu da bir gerçek. En azından karşımızda, felsefi düzeyi
tüketilebilir hale indirgenmiş bir sinema filmi belirmişti.
Aşık ve Aşık
Aşık filmi, dünyevi-tensel bir
aşkın peşinden giden kişinin “uhrevi” bir mertebeye ulaşması öncesindeki
“mayalanma” aşamasını mesele ediyor. Böylesi bir hedefi “bilinç” düzeyine
indirgemenin zorluklarından bahsetmeye bile gerek yok. Neyse ki ilkel
kültürlerden günümüze dek kullanılan kimi kalıplar-anlatılardaki
ortaklıklar-modern anlamda sanat anlayışının yardımına yetişti. Bilal Babaoğlu
anlatısını bu kalıpların içine yerleştirme gerekliliğinin, en başından beri
farkındaydı. Ortaya “bir arayış”, “kahramanın yolculuğu” ve “yol” öyküsü çıktı.
İzleğin, toplayıcı-avcılardan modern dünyaya ait inanç biçimlerine uzanan
“arkaik” ve evrensel tekrarlardan oluşması gerekiyordu.
Peki, Bilal Babaoğlu bunu
yeterince başardı mı? Yanıt: Kesinlikle hayır…
Ancak merkezi kutsalın “piyasaya
sürülen metanın tüketimi” ve inkar edilemez biçimde “para” merkezinde
örgütlenmiş kurumlarca oluşturulduğu bir dünyanın “sanatçı” üzerinde
oluşturduğu baskıyı hiçe sayarak hiçbir yere ulaşamayız. Kesin bir karar verebilmek için yönetmenin
bundan sonraki çalışmalarının izlenmesi gerekecek…
Kesin olan Bilal Babaoğlu’nun
“kahramanının” yolculuğunun sonunda mertebe kazandığıdır. Modern dünyada buna
“itibar” denmektedir. Budunbilim araştırmacılarının tercihi ise
“erginlenme”dir. Ben ise ilkel kültürlerin tanımını tercih ediyorum: Kozmik
güç…
Veysel öyküsünde bu “kozmik güç” “âşıklıktır.”
Avare ve aklı bir karış havada kişilere yöneltilmiş küçümseyici seslenişlerle
karıştırmayalım bunu; zira Tanrısal bir esinin alanıdır bu…
Bir kutsal söz söyleme sanatıdır
artık onun imtiyazı; bir kişinin söylediği sözün uçmadan, hiçliğe karışmadan kuşaklara
ve yüz yıllara direnmesi nasıl mümkün olabilir ki? Hangimizin sözleri, diğerlerini
aydınlatan bir ışığa dönüşebilir?
Veysel değersizdir artık. Yol onu kutsal-esin
dolu bir tarihin-parçası haline getirmiştir. Veysel gitse de sazı kalır artık…
twitter: @goktughalis