Göktuğ Halis
Göbeklitepe'nin inanç tarihi içindeki yeri
Nerede bir tapınak varsa orada bir ritüel yaşatılır. Ritüel ise,
heyecan veren ilk anlamın yitirilişinden başka bir şey değildir. İlk anlama
uzanan kapılar aşılmaz tüllerle örtülmüştür çünkü… Geçen her kuşakla birlikte,
ilk anlamın gücü silindikçe, “hareket” ve “kareografi” mutlak anlam haline gelir
ve “ilksel duyguyu” hatırlama ereğini yitirir. Artık ritüel “anlamın”
kendisidir.
Çünkü, insanın bilincinin açıklayabileceği davranış modellerinin
uzağına düşer ritüel… Kimse bilmez; mantık ve akıl “neden öyle değil de”
böyle sorusunu, “çünkü bu böyledir” yanıtından öteye yanıtlayamaz. Sözle ifade
edilemez. Eninde sonunda, “ilk büyük atanın”, peygamberin ya da büyük
kurtarıcının eyleminin taklidi, onun emri ve hareketlerinin yinelenişi(tekrarı)
açıklamasına sığınır kalırız…
Bilinç düzeyindeki bu silik tabloya rağmen, “evrensel” bir duygu
ortaklaşalığı saptayabiliriz elbette. Ritüelin kökenlerine ilişkin- aykırılık
ağıyla sistemleşmesi imkansız hale gelen bilinmezlik ağına tezat biçimde- kesin
olan bu “davranış modelinin” anlam evrenindeki boşlukta beslenerek taşlaşmış
olmasıdır. Topluluğun bu edimin-ritüelin- kendisine yarar sağladığına dair
inancı sorgulanamaz düzeydedir. Ritüel “tekil ayinlerden” doğar ve tekil
ayinleri amaçlar ve gündelik kaygıların yerini “inanca” dair
dogmatik-sorgulanamaz kabullerin aldığı görülür. Daha açık ifadeyle, sembol olarak ritüel, unutulmuş, küle
dönmüş anlam ve heyecan ateşini canlı tutmaya, onu anımsamaya yönelik öneridir;
ama ironik biçimde onun unutuluş gerçeğidir de. Anlam silindikçe “kutsiyet”
ağırlığı artar, dinler böylece kemikleşir ve hatta yozlaşır. Ritüele dayanan
her din, ilksel heyecanların yitirilişinin temsilidir.
Ritüelde tekil “ayinin” ruhu, ilksel uygulayıcının hatırası can
çekişmektedir o halde… Bireyin ve doğanın yaşamsal-doğrudan güçleriyle bağı
çoktan yitirilmiştir. Küle dönüşmüş hüzünlü bir bilinç “mutlak” hale getirilmiş
hareket ritminden “selamet” umar. İlkel ayinin ruha esenlik veren gücü
yitirilince dogma, onu öte dünyaya, bu gerçeklik algısıyla ulaşamayacağımız,
tadamayacağımız zaman ve diyarlara gönderir. Modern toplumlarda cenaze
törenlerinin “yaşam heyecanında” yitime neden olması bundandır; dogmatik dinin
öte dünya vaadi, içeride bir yerde kuşkuyla karşılanır. Cenaze törenlerinin
şölenlerle, ölen kişinin Tanrı’nın çayırlarında ilahi mutluluğa gönderilişi
gerçeğinin coşkusuyla kutlanışının üzerinden çok zaman geçmiştir. Ve artık
cenaze törenleri, yargılanma gününe dek sürecek sıkıntılı bir bekleyiştir.
Sonrasında “yargılama” ve tüm taşlaşmış dinlerin öte dünyaya özgü cennet ve
cehennem olasılığı…
Dogma, ritüel, tapınak
Dogmatik din “ritüeli” baş tacı eder; ve bu ritüel için görkemli
yapıların inşasına girişir. Nerede bir cami, kilise, havra ya da Budist
tapınağı varsa, orada ritüel vardır ve kült yapılar, “ritüelin” ölümü anımsatan
donukluğunun karşısına görsel bir heyecan sunar insan ruhuna. Anlam, resim,
mozaik, müzik ve mimarinin ton, resim ve şekilden oluşan formlarına dönüşür.
Evrensel simgeler otantik anlamlarıyla canlandırılır ki, aslında olan gerçek
dini anlamın-ilksel duygu yoğunluğunun ölümünü engellemeye çalışmaktır. Taklit
eyleminin “büyüsel” anlamlarına öfkeli olan dogmatik din, “saygılı bir tekrar”
öğüdü verir. Ancak tehlike çok yakındır, burası İbrahim’in inşa ettiği ilk
evdir; burada İsa vaftiz edilmiş, ekmek ve şarap ayinini burada yapmıştır.
Tapınağa giren her kişinin, “kurucu”nun eylemini taklit etmekten çıkarak bizzat
kurucu kişi haline geldiği “ilksel taklidin” anlamını öldürmeye çalışır
dogma dini. Zira tarihsel bir bağlam kurulmuştur ve iktidar ilişkileri, “gerçek dini düşüncenin” ölümü olmadan Dogma
dininin yaşayamayacağını gösterir. Dini eylem, koyulan kurallara saygı
istedikçe, din taşlaşır.
Yine de ritüel “bu taş yapılara” can verir; o varsa din de vardır.
Aksi halde cesede dönüşür ve gömülmesi gerekir. Göbeklitepe Tapınaklarındaki
gömülmeyi bu bakış açısıyla açıklamak yalnızca hüzünlüdür. Zira onlar, gömme
işlemlerini gerçekleştirenler sonsuz yaşam umudunun militanlarıydı ve gömme
eylemlerinin “yaşamsal bir sınırsızlık-devamlılık” sunacağını düşünmüştü.
Belki de umdukları gerçek oldu; dünya nüfusunun böylesine
yozlaşacağını ve uzay teknolojilerinin, doğayı yıkıma götürmeye ant içmiş atom
teknolojilerinin “şeytani” gerçekliğine ilişkin en küçük bir fikirleri
olmamasına rağmen, “ölçüm ve denetleme araçlarını” koltuk altlarına sıkıştırmış
bilim insanları binlerce yıl sonra onların inşa ettiği muhteşem cesede ulaştı.
Bu toprakların en azından modern insanların sahip olduğu inançlar kadar kutsal
ve korunmaya değer olduğunu düşünmeden “kazmaya” başladı bilim adamları…
Kutsal alana “saygı”, düşüncesizce adına bilim denen bilgi tapıcılığına kurban
edildi.
Bir zamanlar bu cesede hareket veren ve onu parlatan ruhtan
günümüze ise günümüz dinlerine de silik spekülasyonlar kaldı. Acaba onlardan ne
aldık? Dinde evrim diye bir şey var mı? Tapınç nesnelerimizle onlar arasında
bir ilişki var mı? Onlar bizim inancımızı etkiledi mi? Ve çok daha önemlisi,
onlar tevhid inancına sahip miydi?
Dinlerin evrimi ve etkileşimi
Göbeklipe Tapınaklarıyla ilişki kurmak suretiyle dile
getirebildiğimiz bu soruların yanıtlanması adına, Freud’un çocukluk gerilimleri
ya da Jung’un arketiplerinin betimlemeye çalıştığı bir “aşkın” güç, binlerce
hatta on binlerce yıla rağmen, görünür dinlerin yerel kabuğu soyulduğunda,
inanç alanının şaşırtıcı ortaklaşalığında açığa çıktı, ruhbilim çalışmalarıyla.
Bu ekol, dini duyguyu yaratan “psikolojik” olgular ya da dini düşüncenin
nedenini tüm dünya için geçerli “din dışı”(pratik ya da ruhbilimsel) kaygılarla
açıklayan modellerden yalnızca biriydi. Buna ek olarak, bu statik dinlerin
yaratıcısı olarak bir alımlama, etkilenme ve sentez olasılığı bulunuyordu.
Psikolojik-antropolojik açıklama sistemleriyle neredeyse hiç ilgilenmeyen
modern dinler etkileşim olasılığını, ancak Tanrı-Allah tebliğinin tarih öncesi
insanlara yönelik kısmı ile açıklamaya razı oldu. Zira bir evrim ya da
etkileşim varsa, dinsizliğe ve sapkınlığa örtük de olsa çağrıdır. Çok daha
önemlisi evimerizasyon ve alımlama ile diğerleriyle ortak özellikler, içinde
kimi doğrular barındıran ama sapkınca hareketlerle kutsal bildirimden kopan
insanların sapkınlığını vermiyorsa, “otantik din meşruiyetini” yitirir.
Diğer taraftan “Tapınakların”, duvarların içine yerleşmiş insan ya
da hayvan fertlerinin ritüelik kareografilerinin bitimiyle taşa dönüşümünde
ürkünç bir yan bulunmadığını belirtmeliyim. Bundan çok daha vahimi, evrensel bir yaygınlık olarak “yok olması
gereken” dinlerin, yaşamaya dair inadının dünya coğrafyasına yaşattığı
acılardadır. Dinler tarihinin
katletmeyle ilişkili yüzüdür bu… Adil olan belki de, ona inanan insanların
ihtiyaçlarına yanıt veremeyen bir dinin yok olmasıydı.
Ancak dinler yok olmaz, en sancılı anlarda dahi “diğerlerinden”
yardım alır.
Buradaki “diğerleri” ifadesi, şayet “coşkusunu” koruyorsa,
“başka” bir dindir. Öyle bir sentez oluşur ki; bu ne biri ne de ötekidir. Bir
Latin Amerika Hıristiyanlığı çıkar ortaya örneğin. Ancak hiçbir topluluk,
böylesi bir dönüşümden sonra Tapınaklarını ve kutsal merkezlerini yıkmaz ya da
toprağın altına gömmez. Yeni biçimler
kazanan ritüele uygun şekilde düzenlenen yeni tapınak, “sentetik” dinin ya da
“dindeki” evrimin gereklerine uygun olarak dizayn edilir. Yıkım ya da
gömülme ancak “kutsal” ile ilişki kurulursa açıklanır; ilkinde bir istila-Tanrı
adına katletme- ikincisinde ise bir “ritüel” vardır. Gömme olgusunun
“yitirilen” bir dinin işlevsizleşmesiyle açıklama çabası nafiledir; zira uygun
olan kaderine terk edip gitmedir. Hiçbir topluluk, “anlamını yitirmiş”, doğal
olarak silik hatıralarla temsil edilen “yığına” dönmüş merkezi gömmek için
böylesine uzun zaman ve emek harcamaz...
Çok
daha önemlisi, ölmekte olan bir din-topluluğunun sorunlarına çare olamayan bir
inanç-alımlama yapacağı coşkun bir din bulamazsa, arketipsel alanlara yönelir.
Şamanik İslamın uygulayıcısı olarak Alevilere ve Yahudi Mistisizmine uzanan
sentez, orijinal dinin yeniden, yeniden ve yeniden dönüştüğünü gösterir. Bu ise
“coşkun” referansların Şamanca rolle temsil edilen “en eski” dinden
devşirildiğini gösterir; dini evrimin “ileriye” dönük “yüksek” basamaklarından
değil.
Sapkınlık ve dindarlık
Çünkü, arketipsel sesleniş, yozlaşmış dini kurtarır; zira bu kanal
otantik dinin kuruluşunda tüm peygamberlerin de beslendiği, ölümsüz inanç
akışından beslenir. Süleyman
Tapınağı’nın bir daha dikilmeyeceğini anlayan Yahudi Rabbi’lerin, bir kurtuluş
bulmak amacıyla “Kutsal Kitap”ın sayfalarına yöneldiğini hatırlayalım. Yeni bir
okuma biçimi doğar buradan. Sözcükler yer değiştirir, gizli anlamlar bulunur ve
yeni bir okuma biçimi ortaya çıkar. Gizlide kalmış mesajlarda örülü bu yeni
din, yok olmanın eşiğine gelmiş bir sürgün toplumunu ayakta tutmaya yarayan
heyecanı salar etrafa… Ve coşkulu bir inanç, toplumlara, yeni yaşam enerjileri
sunar.
Böylesi dönüşümlerin öte yanında dogmatik din, tüm handikaplarına
rağmen kendini korumak ister. Taşlaşmış din, dönüşmek istemez; ortaya çıkan bu
ucubelere nefretle bakar. İroniktir,
inancın olmazsa olmaz gereği olarak öte dünyaya yoğunlaşması gereken bakışı, bu
dünyaya, iktidar ilişkilerine, siyaset, ekonomi ve imar faaliyetlerinin
ayrıntılarına gömülmüştür. Buradan çıkamaz; bu mutlaklaştıkça benzer
şekilde hareket eden diğerleriyle ilişki Vatikan’ı verir ve Halifeliği… Ruhban
sınıfı var oldukça, onun hükmetme arzusu, “devlet yönetimine” pek uygun hale
gelir. Bu nedenle “öteki” ile olan ilişki hiçbir zaman düşmanca değildir. Ve bu
durumda da “öteki” asla “öteki” değildir…
Gerçek öteki, aslında taşlaşmış dinlerin özünde durmaktadır ve
sofu dindarların, Şeytanın kutsanışı gibi aşırı eğilimlerden, dehşet ve
korkuyla kaçmak için kendilerine çektirdiği acıların uç-aşırı durumlar
olmadığını gösterir. Çünkü “gerçek öteki” dogmatik dini yeniden okuyanlar;
sapkınlardır ve ne acıdır ki, Ortodoksi aslında, “kendisinin bozulmuş” olduğunu
görebileceği kapıların tümünü kapatmıştır. Çok daha önemlisi iktidarı ele geçirmeden
hemen önce, “sapık ilan edip” katlettiği, kazıklara bağlayıp yaktıklarıyla
ortaklaşa, o zamanın hakim dini ortodoksisine karşı “özgürlük” için ortaklaşa
bir savaşım yürüttüğünü, aynı kaptan yemek yediğini unutmasıdır.
Taşlaşmadan önce, tüm dinlerin beslendiği ortak kaynak
saptamasının olgular arası geçerliliği var. Dağ ve tepe kutsallığından, mağara
mistisizmine, Tanrı ile görüşmeden, çarmıh, göksel atlarla olgunlaşan “hayvan”
tapıcılığına ve Kabe ya da Süleyman Tapınağı ya da Hacer-ül Esved gibi kutsal
yapı ve taş tapıcılığına kadar uzanan, bakire ve kurban törenlerine kadar
genişleyen izler ancak dogmayla bastırılabilir. Ancak modern psikiyatri, zorla
bastırılan her eğilimin ve ölçülü de olsa kendine bir çıkış bulamayan
çocukluk eğilimlerin, bu kez tahribatla dışarıya çıkmaya çalıştığını ispatladı.
Her dinin çocukluk dönemlerinde yaşadığı coşkunluk anlarına geri dönme eğilimi
azımsanamaz; zira bu o dinin bireyselliğini aşan bir kanala temas eder.
Buradan iktidarı ele geçiren ve siyasi güç olarak dini iktidar
için işlevsel bir davranış modeli doğar.
En iyi ifadesiyle dünya meselelerine güvenmek ve ortodoksinin taşlaşan
katmanlarından sızan “arketipik” güçlere düşmanca saldırmaktır. Bu
“heretizmin” tarihine götürür bizi… Cadılar, puta taparlar, Şeytancılar,
gnostikler, falcılar, astrologlar, büyücüler, Aleviler, simyacılar ve
Kabalacılar…
Sosyal dinin “ötekini” tanımlarken kullandığı ifadeler değişir ama
anlam hep aynıdır. Bunlar, bir iktidar aracı haline gelişine hem rasyonel hem
de içgüdüsel düzeyde karşıtlık geliştiren, kişileri tanımlamak için kullanılır.
Her biri “Şeytani”dir ve şeytani olan, iyiliğe dönüşmeyen saf kötülüğün
ötesinde, “asla bana dönüşmeyendir”.
Göbeklitepe, şaman, rahip
Dinin sosyal boyutu, Şaman’ın dini faaliyet içindeki otoritesinin,
“neolitik” döneme özgü ekonomik model ve ortaya çıkan yeni dini algı karşısında
değerini yitirmesinden kaynaklandı. Bir
katılım ve ortak davranış hali olarak yeni din, “gnostik” dünya görüşünün ilk
örneklerinin “kendine biçtiği” seçkin rolün sosyal bağlar içerisinde
yitirilmesi yolunda baskı oluşturdu. Maske giydirilen “soytarılar” haline
geldi Şamanlar ve kozmik dengede rol oynayan “çevrim ayinlerinin” yalnızca bir
parçası olmaya zorlandılar. Prof. Schmidt bu açıdan iyimserdir; zira o
“şamanların” din adamlarına dönüştüğünü düşünen yaygın kesimin içindedir.
Gerçekte olan ise “şamanın” ve “kendini toplumun üzerinde gören egosunun”
aşağılanışıdır.
Bu dönüşüm, Paleolitik’ten Neolitiğe dönüşümün temel
göstergesidir.
Neolitik dinin ilk kült yapılarından biri olduğunu düşündüğümüz
Göbeklitepe’de gördük Şaman’ı. Tören alanına sırtını dönme saygısızlığını
göstermiştir ve literatüre uygun biçimde bir kuşla-olasılıkla akbaba-ile
birlikte canlandırılmıştır. Ancak bunların çok ötesinde “kafası” yoktur ve
kalkık fallusuyla “ilkel içgüdülere” dair abartılı bir eğilimi temsil
eder…
Ritüel alanı içerisindeki bu küçücük çizim, onun değerini
yitirdiğini gösterir artık ve yaşamsal bağlamda diğerlerine benzer bir role
razı olmuştur. Prof. Schmidt’in “T” ya da “M” kafalı figürlerin resmediliş
yaygınlığından ve bunun avcı topluluklara özgüllüğüne ilişkin açıklamaları,
“tarım” ve bitki kültürünün hassasiyetiyle gelişen yeni dini algının gözden
kaçırılmasına yol açabilir. Bunlar “tören alanına” düzenli ve kurallara riayet
eder şekilde sıralanır; işlevsel rolleriyle bizler için artık bulunamaz
yöneticinin açıklayabileceği hareket ve ritmin parçası haline gelir. Bunlar
belki Şaman’dır; belki onların hatıralarının eğretilemeleri olarak Tanrı-ya da
Tanrısal varlıklar-, belki de “kurban edilen hayvan ya da insan bedenlerinin
taşıyıcısı-kozmik bir ağaç, arketipsel bir haç figürüdür. Tüm bunlar arasında
pek fark yoktur; zira eninde sonunda tümü, “ölen ve yeniden” doğan Tanrı
mitleriyle ilişkili bir yön taşır. Tıpkı bitkiler gibi yeniden dirilecek,
verimliliği yöneten kutsal coğrafyaya adanmış sunuların avcı topluluklara özgü,
özgür ve kuralsızlık ritmi yitirilmiştir. Her bir figür yönetici rahip-ler-in
kontrolündedir.
Neolitik toplumun bitkiler, kozmos, evren ve gök cisimleri gibi
çok daha geniş perspektife yayılan dini algısının, hayvanlar ve sınırlı doğa
güçleriyle açıklanan dini hassasiyete özgü güç odaklarına tapınç göstermesi
beklenemezdi…
Göstermedi de. Şaman hayvanı-en azından insanın hayvana
dönüşümünün olanaklarını-simgelemekteydi çünkü… Ancak yeni din “insanı” merkeze
alıyor ve ona büyük roller veriyordu. Çok daha önemlisi doğa ile uyumlu
yaşayan, kan dökme ediminde pişmanlık duyan ve acı çeken Şaman’ın tiyatral
sahnelerinin komikliği ve işe yaramazlığından dem vurdu. Yeni dünya, doğanın ve
evrenin merkezinde insanın bulunduğu ve dünyanın tüm nimetlerinin insana hediye
edildiğini söyleyen kitabi dinlere doğru yol almıştı.
Göbeklitepe’nin önemi de buradadır; bu kült mekan yalnızca bu
yaşam görüşünün değil, bireyin “sosyal organizasyon” karşısındaki Şamanca güç
iddiasının yerle bir edildiği tarihsel ilk örnektir. Dolayısıyla, bireysel
karşı koyuşun arketipsel temellerine düşmanca bakışı tertipleyen ve heretizmin
doğuşunu simgeleyen ilk örnektir…
Yeni bir yaşam biçimi doğmuştur artık… Yerleşik hayatın sunduğu
olanaklardan büyük medeniyetlere giden yol, insanın yüzbinlerce yıldır
sürdürdüğü göçerlik olgusunu, yaygın olarak sonlandırdığını gösterir.
Göbeklitepe, yeni bir yaşam sisteminin ve dini algının sembollerinden biridir…