Göktuğ Halis
Hıristiyanlığın "merkezi
kutsalı" İsa ve sözleriydi. Onun söylediklerinin günümüze dek nasıl
kaldığı ise tartışmalı.
Tümü Yunanca yazılmış resmi
İncillerinden sadece birinin yazarı, Yuhanna, doğrudan İsa’nın yaşadığının
tanığıydı ve kitabını İ.S. 65-90 gibi geç bir tarihte, Efes’te kaleme almıştı.
Diğer kitaplardan en erken tarihlisi, İ.S. 60’lı yıllara tarihlenen Markos ise
12 havariden birisi değildi ve yine İsa’yı hiç görmeden “ani bir esinle onun
yoluna giren” Paulus’un yardımcısıydı. Bununla birlikte Markos’un anlatısı,
İsa’yı bizzat tanıyan bir havarinin, Petrus’un anlatılarına dayanıyor
olmalıdır. Diğer taraftan Matta ve Luka İncil'lerinin temel kaynağının
Markos İncili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunuyor. Yine Luka İncil’inin
yazarının da Paulus ile yakın arkadaşlık ilişkisi vardı ve hepsinden önemlisi,
Yahudi bile değildi. Son olarak Filistinli bir Hıristiyan olan Matta’nın
yazıları, yine İ.S. 70 gibi, göreli olarak geç bir dönemin ürünüydü.
İnanışa göre Kutsal Ruh'un
izleyici olarak hazır bulunduğu bir konsilde çok sayıda İncil - Müjde yazını
arasında gerçeğe uygun bulunanlar bunlardı. Diğerleri elendi. Günümüzde egemen
görüş, gündemdeki çok sayıda İncil'in sayısının dörde indirilmesi kararında,
havarilerin ve ilk Hıristiyanların kabullerinin etkin olduğunu iddia ediyor.
Hıristiyan akademisyen ve ilahiyatçı Prof. T. Michel, "diğer
İncillerin" belki de İsa hakkında, Kanonik İncillerde olmayan bilgiler
içermiş olsa dahi, kabul görmeyişinin nedenini, benzer bir gerekçeyle
açıklıyor. Bu mantıklıdır, zira İsa'nın ölümünün ardından Havariler, İsa'nın
dirilişine tanık olmuş ve bunu müjdelemiş, onun sözlerini sıklıkla tekrarlamış,
son akşam yemeği gibi ritüelleri sürekli canlandırmıştı. Bu ise, Kur'an-ı
Kerim'in yazıya geçirilişine benzer bir kutsallık iddiasının geçerli olduğunu
gösteriyor. Başlangıçta, söz ile aktarılan İsa'nın yaşamı, sözleri ve
mesajı aradan geçen zamanla, tahrifata uğrama tehlikesiyle karşı karşıya
kalmıştı. Böylesi bir durumda ise, ilk mü'minlerin uygulamalarının göz önünde
bulundurulduğu bir "deneyim" büyük önem kazandı.
Umberto Eco'nun dediği gibi
orijinal belgenin olmadığı hallerde, ilk kopya orijinal sayılır...
Hıristiyanlığın yozlaşması ise
merkezdeki kutsalın değişiminden kaynaklandı. Tüm Ortaçağ boyunca İsa'nın
sözlerinin aksine zenginlik ve ihtişamlı babaların yönettiği
"Kilise" İsa'nın sözlerinin yerini almıştı. Dinin kurucusunun
sözlerini uygulayanlar ise sapkın-heretik ilan edildi. Çok sayıda Hıristiyan
yorumcusu, yalnızca Havariler gibi yaşamak istediği, tüm mal ve mülklerini
sattıkları, İsa'dan aldıkları yetki ile vaat verdiği, günah çıkardığı ve Tanrı
dışındaki hiç bir otoriteye boyun eğmediği için yargılandı.
Merkezdeki yeni kutsal Kilise ile orijinal
"kutsal" İsa arasındaki mesafe bu dönemde açıldı. Bizzat yoksulluk
vaazında kişilerin yargılanma ve suçlu bulunma metinleriyle doludur
engizisyon tarihi. Yalnızca yoksulluk değil, İsa'nın barış öğüdü de çiğnendi bu
dönemde. Bizzat Papa'lar Haçlı
Seferleri ile doruk noktasına ulaşan bir savaşçı kültünü destekledi. Tanrı
adına savaşanlara, üzerlerinde "haç" işareti bulunan kıyafetler
giydirildi. Ölmeleri halinde bu işaret onlara cennet vaat ediyordu. Bu ordulardan bazıları, yalnızca
Müslümanları ve Yahudileri değil, kendilerini İsa Mesih'in gerçek takipçileri
olarak tanımlayan Hıristiyanları katletmekte kullanıldı.
İslamiyetin merkezi kutsalı
ise Kur'andı. İnanç Tanrı'nın sözlerinin bir vahiy meleği-Cebrail aracılığıyla
elçi Muhammed'e aktarıldığı kabulü üzerinde yükseldi. Peygamber, Cebrail'i ilk gördüğünde
orta yaşlardaydı. Buhari ilk karşılaşmayı şu şekilde anlatıyor:
"Melek beni tuttu,
takatim kesilinceye kadar sıktı, sonra bırakıp “Oku!” dedi. “Ben okumak bilmem”
dedim, İkinci kez beni tuttu, takatim kesilinceye kadar sıktı, bıraktı, yine
“Oku” dedi. “Ben okumak bilmem” dedim. Yine beni tuttu, üçüncü defa sıktı,
bıraktı ve “Yaratan Rab’bin adıyla oku, O insanı kan pıhtısından yarattı (…)”
İslam inancına göre Kur'an bu
kutsal aracı ile Peygamber'e vahyedilmişti. Vahiy, fısıldamak, gizli konuşmak anlamına
geliyor. Cebrail'in geldiği anları başka kimse fark etmezdi. Bazı zamanlarda
arı kovanına benzer sesler duyan olmuştu. Ancak bunar belli belirsiz şeylerdi.
Peygamber açıkça sessizleşir, beşeri duygularından geçer ve neredeyse kendini
bilmez bir hale gelirdi. Çünkü meleğin sözlerini dinlerdi ve bu sözler onun
hafızasına asla unutmasına olanak tanımayacak şekilde yerleşirdi.
Vahiy alma süreci sancılıydı
ve eninde sonunda bir insan olan Peygamber Muhammed için çok zordu. O melekle
temas halindeyken büyük sarsıntılar yaşadı, yüzü sarardı ve soğuk kış günleri de
dahi yüzünde ter taneleri belirirdi. Bir keresinde Cebrail, Peygamber devenin
sırtındayken gelmişti. Deve bu ağırlığı kaldıramadı ve arka ayakları üzerinde
çöküverdi.
İslamiyetin yozlaşması da tıpkı Hıristiyanlık gibi
"merkezi kutsalın" değişiminden kaynaklandı. Hıristiyanlığın aksine, bir ruhban sınıfına sahip
olmamakla övünen Kur'an yorumcuları aracılığıyla, Kur'an, merkezi rolünü
"ritüel"e bıraktı. İyi
Müslüman olmanın ölçüsü "namaz", oruç ve haccın mutlaklaştığı hareket
ve tutumlar silsilesine indirgendi. Anlam unutuldu, sosyal hareket ve ortaklaşa
uygulamalar tekrar edildi durdu. Kur'anın asal mesajları, zayıfın ve düşkünün
korunması, mütevazi ve ihtiyaçlara yeter ölçüde varlık edinerek yaşam, paylaşım
ve kulu her yerde gören Allah'ın öz benlikle özdeşleşmiş kapsayıcı bakışı hiçe
indirgendi. Allah yolunda savaşma ve "seninle savaşanla savaş"
emri pek az umursandı.
Çok daha önemlisi, tıpkı
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, orijinal öğretiyi savunanlar yahut İslam'ı
otoritelerden farklı şekilde yorumlayan nicelerine yönelik katliam tarihi
oluştu. İslam adına iktidarı kullananlar
diğerlerini sapkın olarak ilan etti. Hallac-ı Mansur'dan Nesimi'ye dek uzanan
tartışmalı bir geçmiştir bu...
Ve yine Hıristiyanlıkta olduğu
gibi İslamiyet'te de batıni kolların temel karakteristiği Allah ve Kur'an
dışında dünyevi bir otoriteye boyun eğmeme eğilimiydi. Nesimi'nin "Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken/Yeryüzünün
halifesi hünkara minnet eylemem" dediği de buydu. Sonrası malum, boynu
vuruldu, derisi yüzüldü. Halep'te 7 günlük teşhirinin ardından parçalara
ayrılan cesedi kendisine inananlara gönderildi.
Hıristiyan ülkeler Kilise'nin
baskısından insan aklını öne çıkararak kurtuldu. Gelişen yüzyıllarda Kilise, seküler
dünyadaki otoritesini ve bilim üzerindeki hakimiyetini yitirdi. Pozitif akıl
ekseninde örgütlenen yeni dünyanın kurumları Kilise'ye naçizane bir pay biçti
ve hatta dünyanın geri kalanıyla kurduğu sömürgeci ilişkide onu kullandı. Şayet varsa, orijinal İsa imgesi ve
Hıristiyanlığın merkezi kutsalı, iki ezeli düşmanı "akıl" ve
"ortodoksi" tarafından ezildi.
İsa artık, ulaşılamayacak
uzaktır.
Müslüman toplumları ise merkezi kutsalın ışığını çoktan
yitirdi. Helikopterle gerçekleşen hac ziyaretinden, hayvan kanı akıtmak olarak
anlaşılan kurban bayramlarına, içeriği anlaşılmayan kutsal seslerden ibaret
namazdan, 12 saatlik açlığın ardından zengin iftar sofralarına uzanan oruç
ritüeline dek çarpıklık, inananların temel karakteristiği oldu. Bizim ülkemizde de gelen her yeni gün, yolsuzluk ve
rüşvet, kadın cinayetleri, hayvanlara kötü muamele, doğa talanı, çocuk
tecavüzleri para ve servetin giderek güçlenen merkezi rolü ile dindarlık
arasındaki bağın güçlendiği algısını bu nedenle besledi. Çok daha önemlisi, yoksulun yoksul, zenginin zengin olarak kalmasına
olanak tanıyan sosyal dinamiklerin sağlamlaştırılmasıydı.
Dinlerdeki yozlaşma tarihin
her döneminde bir karşı koyuşu beraberinde getirmiştir. İktidarın bu
kalkışmaları "sapkınlık" olarak nitelediğini biliyoruz. Türkiye'de de
bu tip çıkışlara tanıklık ediyoruz. Ortaçağ'dan çıkış sürecinde Hıristiyanlarda
olduğu gibi Türkiye'nin dindarların elinde yozlaşmaya başladığını gören
"modernist" ilahiyatçılar da "sapkınlık" suçlamalarına
karşın mücadele etmeyi sürdürüyor.
Bu çabaların ortodoksi
üzerinde rahatsızlık yarattığını görebiliyoruz. Çünkü modernist ilahiyatçılar
her şeyden önce açıkça politik alandaki rakiplerdir. Bunlardan bazıları Kur'an-ı Kerim'i aklın ve bilimin ışığında yeniden
okumaya davet ederken, kimileri tarihsel gelişimi içinde sosyal eşitlik vaat
eden kuramlarla paralellikler sunmaya çalışmakta.
Söz konusu itirazlar ülkemizin
daha iyi bir yer haline gelmesinde fayda sağlar mı bilinmez. Ancak kesin olan
"din ile akıl" arasında uzlaşma çabalarının dinin bütünüyle işlevsiz
hale gelmesi ve orijinal değerini bütünüyle yitirmesiyle sonuçlanmasıdır. Zira
ilkel dünyadan modern tek tanrılı dinlere kadar tüm inanç sistemleri,
mistik-aşkın semboller, coşkunluk veren bilinç dışı zenginlik, aklı aşan bir alanla
ilişkilidir ve bunlardan soyutlanmış mesajlar, yalnızca toplumu düzenleyen,
aklı merkeze alan önerileriyle Peygamberler açıkça özelliksizdir.
"Dinlerin sosyal bir
adalet" ve "eşitlik" vurgusu vardır elbette, ancak "Kur'an’ın"
merkezdeki rolünü yitirmesine paralel biçimde bunlar gücünü zaten bütünüyle
yitirmiş durumdadır.
Kur'an ve kutsal mesajları
artık, ulaşılamayacak kadar uzaktır.
Yeniden merhaba,neler olmuş neler...Selamlar,
Kerestoteles...
Unknown
15 Kasım 2017 06:45