Zonguldak’ta doğdum ben. Lise yıllarında arkadaşlarım beni kızdırmak niyetiyle bana “kömürcü” diye hitap ederdi.
Bilmezlerdi; ben pek
sevinirdim...
Özal’ın ülkenin elde kalmış son
değerlerini üç beş kuruşa peşkeş çekmeye hazırlandığı dönemdi; bebeklikten
çocukluğa geçeli pek az zaman olmuştu. Kozlu ve İnağzı’ndan, Kilimli’ye, kimi
yerlerde bir uçurum gibi dikleşen bozuk otoyoldan gidip gelen işçi servislerinin
egzozuna boğulurduk; dikene değse patlayacak plastik bir
topun ardından koşarken.
Hakkını yemeyeyim memleketimin,
her daim yeşildir ve en çok da çocukları yumuşak toprağıyla karşılar. Yine de
denizi mavi değildir; Karadeniz’in
karalığı en çok Zonguldak’tadır. Suya kömürün tozu karışır…
Maden işçilerinin arasında çocuk olmak
Kamyon şoförüydü dedem, kömür
işletmelerinin aracıyla mahallelere içme suyu dağıtırdı; kucağında da ben.
Boyumdan büyük kamyon direksiyonunu sağa sola çevirmeye çalışırdım. İçme suyu
için sıraya giren çilekeş insanını hatırlıyorum. Hayatını yerin yüzlerce metre
altında, gırtlağı tıkayan kuruma aldırmadan kazanmaya çalışan maden işçilerinin
anne ve babalarını; kadın ve çocuklarını…
Karadon’un yuvarlacık
yollarında işimiz bittiğinde yabani incirler ve dağ çileklerinin kimse
tarafından sahiplenilmemiş zenginliğine dalardım. Rüzgar şimdi çoktan unuttuğum
kokularını getirirdi. Öyle yorulurdum ki, bahçede uyurdum. Şefkatli ellerle
taşınırdım.
Uyandığımda her şey yeniden
başlardı. Servisler dolar, yolculuk başlar; ocağa gelince herkes iner. Ben
ancak bu kadarını görebildim. Ötesi bana yasaktı...
Akşam gün batarken
ocaklardan, Kara Elmas’ın toprağının bağrından “kara kara” adamlar çıkardı;
uzun konvoylar oluşturan arabalara biner, evlerine dönerlerdi…
Her canlı gibi büyüdüm; masalsı
tınıları dağıldı dünyanın. İlki yaşlılıktı; dedem emekli oldu. Evini başkasına
verdi devlet. Onun için doğaldı; bir çocuk olan benim için “sürgün”.
İstanbul’a geldik; yüreğim
orada kaldı.
Büyüdükçe anladım; Zonguldak’ın
içini kazdıkça insanların içi kazınmıştır. Ölüm
bu topraklarda çok yakındır yaşayana; eninde sonunda gelen bir şey değildir. Her
daim yanındadır ve soluğunu hisseder…
İnsan canını sermayeye peşkeş çekmek
92’de Kozlu’da 263 kişinin
öldüğü grizu faciasından bugüne, Soma’ya ölen yüzlerce madencinin gerçeğidir
bu. Ve ne acıdır; kader değildir onların ölüm nedeni. Politikadır…
Devletin “kar etmiyoruz”
gerekçesiyle sattığı kömür işletmelerinin halini görmek için çaba harcamaya
gerek yok. Ne vahşi kapitalizmin, ne de
“özel sermayeye daha fazla yer açmak için” ekonomiden çekilen
devlet-gözetimli-kapitalizmin ilk cinayeti değil bu. Yeri geldiğinde sistem reflekslerinin
insanları açlığa ve toplu katliamlara, canlı canlı toprağın altında kalmaya
mahkum edebileceğini biliyoruz. Özel şirketlerde iş kazalarının devlet
işletmelerine oranla dört kat daha fazla yaşanması birçok şeyi açıklamaya
yetiyor.
Kömür işletmelerini
özelleştirerek, madencileri bir avuç “gözünü kar hırsı bürümüş” patronun
vicdanına terk edenler, bu cinayetlerin vebalini taşır. Memleketin değerlerini
üç beş kuruşa peşkeş çeken, özelleştirme projelerine imza atan; sonra
milyonlarca dolara dışarıdan kömür ihracatı yapan devlet politikalarını kuran
sürdüren ve yaşatanların boynunadır ölen madencilerin günahı...
Bir madenci efsanesinin mirası
Zonguldak’ta gördüğüm yüzü kara
insanları, Yunan’ın Maden Tanrısı Hephaistos’un, yamru yumru olmuş, çirkin mi
çirkin yüzü, güçlü duruşuyla harmanlanmış biçimde yerleşmiş meğer zihnime. 1659-1734 yılları arasında yaşamış
İtalyan ressam Sebastiano Ricci’nin “Venus
ile Cupido ve Vulkanus” çalışmasında, elinde bir demirci çekici ile gördüğümde
fark ettim bunu. Venüs ve Cupido ile kıyaslandığında
arka planda, olası çirkinliğini örtmeye yarayan ışıksızlık halinde
canlandırılmıştır Hephaistos burada. Mutlu aile tablosunun, Hephaistos’un
başının hemen üzerinde mavi gökyüzünü griye boyayan kasvetli bir bulut
aracılığıyla gölgelenişi, mitin gidişatıyla ilgilidir. Hephaistos, kendisini
savaş Tanrısı Ares ile aldatan karısını, büyülü bir ağ yardımıyla basacak, bu
gayrı resmi ilişkinin ayyuka çıkmasıyla iki tanrının itibarsızlaşmasına sebep
olacaktır. Aphrodite ve Ares, utanç içinde, ilki Kıbrıs’a, ikincisi ise
Trakya’ya, kaçmak zorunda kalır. Dirençli ve kızgındır her daim; dünyanın en
muteber nesnelerinin, savaş aletlerinin bu büyük ustası.
Öyküye göre Etna yanardağının
hiç durmadan tüten dumanı onun ocağında işlenen devasa cevherlerin ateşinden
çıkmaktadır. Hephaistos, tunçtan kadınlar ve gümüş köpeklerden oluşan yıkılmaz
bir çalışan ordusuna sahiptir.
Çok daha kesin olan, belden yukarısı çıplak,
kafasında bir işçi takkesiyle çalışır şekilde resmedilişidir.
Tüm mitik figürler gibi bir
eğretilemedir; madencinin çileye yazgılı romantik hali, modern dünyanın o pek
övündüğü güvenlik ve refah sistematiğini onlara yar etmeyen egemenlerin
heyulasında silinip gitmiştir.
Masal kahramanlarının ölümü…
Madencinin ortaya koyduğu,
toprağın bağrından söküp aldığı değerleri görünce, eski dünyanın onu, “tunçtan”
ve “gümüşten” ya da yıpranmaz bir madenden imal edilmiş şekilde sunmasının
nedenini anlarız. Bir kez daha, ruhsuz varlıklarmış gibi, çalışmaya yazgılı
emekçinin mekanikleşmiş ruh halini resmederiz; körelmeye yüz tutmuş duyularını,
yaşama arzusunun çekip gidişini…
Elbette, kahramanların
öykülerini anlatmaktır arkada kalanların görevi. Ve becerebildiğimiz biçimde…
Masal dünyasının sınırlarına dalmışken elimden geleni yapacağım:
“Ölümün simsiyah bir duman kılığında
yaklaştığını gören yüreğinin anlık çırpıntısını, yanındaki yoldaşına cesaret
aşılamak için bastırır madenci. El ele tutuşmuş, bedenin çürüyüp gitmeye
yazgılı halini umursamadan, kömürün siyahına inat, bedenlerden çıkan bembeyaz
can-ların aydınlattığı karanlık dehlizin, Tanrı’nın cennetine dönüşüverdiğini
görür. Gökyüzü tüm parlaklığıyla açıktır
ve çiçekler bin bir renkte saçılmıştır etrafa. Sevdikleri oradadır…
Ufukta, doğudan batıya, yatmakta
olan bir kadın gibi kıvrılan dağların eteklerinden denize kadar uzanan verimli
mi verimli bir arazidedir yeni evleri. Ve sürgünden önce gibidir sanki; emeğin
sömürüsünün olmadığı bir dünyadır. Doğa yeterlidir ona, geri kalan zaman, aşka,
oyuna ve öykülere adanmıştır. Onlar bu ülkede, sonsuzca mutlu yaşamıştır…”
0 yorum :: ÖLEN MADENCİLERİN ARDINDAN
Yorum Gönder