Göktuğ Halis
Türkiye
gündemi büyük bir hızla değişiyor; barış süreci, Gezi olayları, AKP yolsuzluk
soruşturmaları, Özel Yetkili Mahkemeler, diktatörlük rejiminin kalıtsal
etkileri ve son olarak Kobane-IŞİD-Türkiye ve diğer ülkelerde oluşan, sıradan
insanlar ve bizler için muğlaklıklardan oluşan çok bilinmeyenli bir denklem…
İstisnai
oluşumlar dışında, ülkenin egemen kesimiyle organik ilişki halinde olduğundan artık
emin olduğumuz kitle iletişim araçları (KİA) işleyiş sistematiğinin de
etkisiyle günceli-gündemi takip etmenin epeyce zorlaştığını söylemek mümkün.
Çok çabuk
unuttuğumuzu, bizde büyük etkide bulunması gereken gelişmelerin bizi pek az
ilgilendirir hale geldiğini ya da yaşama ve hayatımızı sürdürme gayretimizin
ülke sorunlarında yeterince aktif rol oynamamızı engellediğini fark etmiyoruz
bile. Pek
kolaylıkla unutuyoruz; yeniden unutacağız, asla unutmayız dediğimiz bir çok
şeyi olduğu gibi.
Oysa bir umuttu Gezi
Gezi
olaylarının ülkenin gidişatındaki birçok mesele için olduğu kadar, toplumsal
uyuşukluğun giderilmesi hususunda da bir milat teşkil ettiği düşüncesi, epey
bir kabul görmüştü oysaki.
Bu düşünce,
sistem şayet kendisini yalnızca idari araçlarla (polis vb) müdafaa etseydi
doğru olabilirdi. Ancak ideolojik savunma mekanizmaları çok daha aktif haldedir
ve bilinç-beğeni belirleme gücü, hızla değişen gündemin takibini ve yaşanan
olayların değerlendirilmesi sürecini etkilemeye devam etmektedir. TV dizileri, sinema ve kitap endüstrisi,
entelektüel zenginlik olarak sunulan ve pek çok uzmanın (!) katıldığı tartışma
programları, modern mitler ve komplo teorileriyle genişleyen güçlü bir
etkileşimin bulanık hale getirdiği ana tablo, gerçeğin anlaşılmasının
karşısında çok daha güçlü bir tehdit olarak gözüküyor. Artık kesindir; toplum
bu zihinsel keşmekeşle baş edemiyor; edemeyecektir.
Mücadelenin
ideolojik yükü çok daha ağırdır; zira meydanlarda yürütülen savaşımın
savunuları daha geniş kitlelere ulaşma yolunda polis şiddetinden çok daha güçlü
bir düşman ile karşı karşıyadır.
Türkiye
ne Gezi süreciyle birlikte yükselen toplumsal muhalefete ne de bu muhalefetin
savunularının çok daha geniş kitlelere aktarılması sürecindeki sıkıntılara
yabancıdır. Gezi sürecinin 12 Eylül darbesinden sonraki ilk büyük kitlesel
karşı çıkışın sembolü olarak okunabileceğini, en azından okunması yolunda
hatırı sayılır bir ısrarın öznesi olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte semboller
ancak ilk anlam ile doğru şekilde ilişkili halde ise açıklayıcıdır. Popüler
kültürün tanımlama ya da top 10 listesi oluşturma gibi eğilimlerinin muhalif
kesim içinde de aktif halde bulunduğunu görmek bizleri şaşırtır. Haklı ve
sağlıklı bir tanımlama işlemini tarihsel sürece bırakmadan, 68 ya da 74 kuşağı
gibi göndergelerden beslenen bir 90 kuşağı vurgusunun nasıl çıktığı belli
değildir örneğin. Üstelik tarihsel
öncellerin muhalefet sürecindeki radikalliğinin, talep ve ifadelerindeki
netliğinin karşısında, bilgisayar teknolojilerini iyi kullanmayı bilen genç
kesimlerin yalnızca bir iktidar partisi karşıtlığıyla anlamlanan tavrı
karşılaştırılabilir olmaktan uzaktır. Bir kuşak tanımı için pek erkendir ve
Gezi süreci şayet bir kuşak hareketi olarak nitelendirilecekse bu sonraki
kuşakların hakkıdır.
Türkiye’nin devrimci
kuşakları
Türkiye
yakın tarihi, ’68 ya da ’74 kuşağı gibi ülke problemlerinin gidişatına tavır
gösteren radikal karşı çıkışlara sahne olmuştur. DP iktidarının 27 Mayıs’taki
askeri müdahaleyle sonlanması ve oluşturulan demokratik anayasanın etkisiyle
yükselişe geçen toplumsal muhalefetin ilk yönü, ülkenin uluslararası
finans-kapital düzenine biatına tavır olarak ortaya çıkmış öğrenci hareketi
olarak tanımlanabilir. Muhalefet ağırlıklı olarak Nato ya da IMF gibi
emperyalist kuruluşların ülkedeki etkinliğinin artışının, “bağımsızlık” şiarına
tezat oluşturduğu saptamasına ulaşır. Anti-emperyalist mücadele için, Mustafa
Kemal ve Kurtuluş Savaşı bir sembol olarak işlevseldir.
Elbette
Kemalizm ve Anti-Emperyalizm vurguları, 70 öncesi ülkede kemikleşen sağ
iktidara tepkiselliğin yalnızca bir yönüdür. Bu süreçte özellikle M. Çayan
tarafından olgunlaştırılacak, Latin Amerika modelli silahlı mücadele teorisinin
kurulduğuna tanık oluruz.
12
Mart darbesi, ülkede radikal sol kültürün yükselişini engelleme gayretinin
prototipidir. Ancak bu muhalefet
kültürünün dayanakları güçlüdür ve ekonomik-sosyal bilinci yüksek, Kemalist
propagandadan tamamıyla arındırılmış bir model oluşmuştur 70 sonrasında. Sosyalizm
adına silahlı mücadele kültürü yenidir; bununla birlikte yaygın şekilde rağbet
görür. Yasa-dışı örgütler, entelektüel düzeyi yüksek mensuplar barındırır. Bilim, sanat ve felsefe ile ilgilenen,
yalnızca ülkenin değil dünya uluslarının problemlerinin çözümüne aktif özne olarak
katılmaya gayret gösterir bu kuşak; İsrail işgaline karşı Filistin’den yana
tavır konulur, bizzat savaşmak üzere Ortadoğu’ya militanlar gönderilir. Doğru
bir tavır ile milliyetçilik ve Kemalizm eleştirileri dillendirilmiştir.
Türkiye
ekonomisindeki temel problemler, silahlı mücadeleyi yöntem olarak belirlemiş devrimcilerin
çıkış noktasıdır. Marksist ideoloji Türkiye’de 70-80 arasında, Sosyalist bir
devrim için koşulların olgunlaşmış olduğu düşüncesindedir. Bununla birlikte, kendiliğinden
gerçekleşmeyecek olan bir dönüşüm için “çelişkilerin keskinleştirilmesi” ya da
“görünür hale getirilmesi” olarak tanımlanan aşama örgüt ediminin temel
motivasyonudur. Dönem yükselen işçi hareketlerine, grevlere, öğrenci
protestolarına; IMF politikalarıyla giderek yoksullaşan halkın içten içe
büyüyen hoşnutsuzluğuna gebedir.
Dikey hiyerarşili parti modeli
Silahlı örgütlerin ve devrimcilerin, sosyo-ekonomik atmosferin yatkınlığından
yararlanması olasıydı. Ancak bunu başaramadılar. Her şeyden önce Marksist-Leninist örgüt yapısı dikey-hiyerarşik bir
yapı içeriyordu. Örgütler yöneticilerden oluşuyordu ve tıpkı Bolşevik Parti
örneğinde olduğu gibi, alta doğru genişleyen basamaklar içeriyordu. Ast-üst ilişkisinin özgürlükçü bir kurtuluş
projesine yatkın olmayacağı şeklindeki Anarşist eleştiri bir tarafa, silahlı
örgütlerin sayısındaki artış öncü parti rolü usulünde alternatif bir rekabet
doğurdu. Rekabet, yer yer şiddetli çatışma ve tartışmalara yol açınca, silahlı
örgütlerin sistemin çelişkilerini keskinleştirmek adına yürüttüğü eylemlerin,
geniş kitlelere yeterince ve doğru bir şekilde anlatılması hususunda enerji
kaybı yaşandı. Boşluk egemen kesimlerin halkta yaşamakta olan anti-komünist
duyguyu besleme politikası ile doyuruldu. Örgütlerin kendilerini halka sağlıklı
biçimde ifade etmek bir tarafa, sistemin karalama kampanyası karşısında güçlü
bir prestij kaybına uğradığı görüldü. Böylece
ortaya, halkın pek de sevmediği ama halk adına savaşım iddiasıyla eylemlerde
bulunan örgütlerin merkezde durduğu çarpık bir tablo oluştu.
Tüm
bu problemlere karşın 12 Eylül öncesinde liberal sistemin temel diyagramlarına
açık bir kitlesel eleştirinin geliştirilmiş olduğunu görmek mümkündür. Bu, devlet
içinde katmanlaşmış yasadışı kuvvetlerin tarih sahnesine çıkışını daha etkin ve
çabuk kıldı. Egemen sistemin özellikle silahlı mücadele yöntemini benimsemiş
devrimci girişimlerin karşısına ülkücüleri piyon olarak sunması iki amaca
hizmet etti. Devlet tarafından beslenen Milliyetçi militan gruplar toplumsal
muhalefetin yükselmiş olduğu yerlerde açık bir korku unsuru oluşturmaya
başladı. Faili meçhul cinayetler, katliamlar; liberal hukuk sisteminin dahi
hiçe sayıldığı suçlar silsilesi, devrimci kalkışmanın önüne açıkça dikildi. İkincisi ve çok daha önemlisi, 12 Eylül
müdahalesini tasarlayan asker kesimine eylemlerin meşruluğunu savunma olanağı
verdi. Askerler, ülkede sağ-sol (kardeş) kavgası bulunduğu savunusunu
diline pelesenk etti; çok doğaldır ki,
devletin aşırı milliyetçi militanlarca, yükselmekte olan toplumsal muhalefeti
ezme amacıyla kullandığından bahsetmedi. Çok daha önemlisi işlenen cinayetler, katliamlar ve yasa dışı edimlerle
sivil hayatın terörize edilmesinde devletin payını görmezden gelmesiydi.
12 Eylül ve sonrası:
Faşist-Şeriatçı sistemin geçit resmi
12
Eylül müdahalesiyle devrimci avı başladı. Bilim adamları, aydınlar, sanatçılar,
politikacılar ya kovuşturmaya uğradı ya da ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Devrimciler askeri mahkemelerde yargılandı; işkence gördü, aşağılamalara maruz
kaldı. Alelacele tertiplenen anayasa, ülkede on yıllarca devam edecek anti
demokratik uygulamaların temelini attı. Ülkede bilim, sanat ve spor gibi
kültürel alanlardan “siyaset” sözcüğü dışlandı. Apolitik bir toplum oluşturma yolunda baskılar, bu idealin devamı
hususunda da eğitim reformları işlev kazandı. MEB müfredatı alabildiğine kafatasçı bir eğilim sundu; Türk’ün ve
Türk’lüğün nasıl olup da dünyaya kök söktürdüğü, faşizan vurguların sorumsuzca
ayyuka çıktığı bir aralık, beklediği nesillere pek kolayca elde etti. Yeni nesiller tüketim kültürünün parçası
haline geldi; özelleştirmeler ve devletin ekonomiden elinin bütünüyle çekmesine
vesile olan Yeni Dünya Düzenine büyük bir hevesle adapte olundu…
Gezi
sürecine dek özellikle 90’lı yıllarda yükselen kısmi öğrenci hareketi bir
kenara bırakılırsa, devrimci kuşakların hatırası sözlerde sınırlı kaldı. Bu doğaldır; yenilgi köktendir, 12 Eylül,
denizin dibini tarayan trolcüler gibidir. Ülke toprağının verimliliğini
acımasızca kesip budamıştır. Özal
iktidarıyla başlayan, Anap, DYP ve RP ile devam eden, en sonunda AKP ile
noktalanan sağ-milliyetçi-dinci iktidarlar zincirinin ülkeyi sürüklediği
karanlığın ana dönemeçlerinden birisi olarak tarih sahnesindeki yerini
almıştır. AKP 12 Eylül’ün ülkedeki sosyal-demokratik mücadelenin dipten
budanması adına her ne gerekiyorsa yapılması gerektiği yolundaki gayretkeş
çabasının ürünüdür. Olası dünyaların en kötüsü, sosyalizm, bu topraklardan
çekip gitmeli ve bu fikirler bir daha yeşermemelidir. Çok yakın bir geçmişte yaşananlar cemaatlerin ya da faşist toplulukların
12 Eylül cuntacılarının fikirlerine güçlü biçimde sadakat gösterdiğini
doğrulamıştır.
Bugün AKP iktidarından
hiç de hazzetmeyen, hoşlanmayan ve belki de nefretle bakan niceleri, çok değil,
yalnızca 10 yıl önce, Sosyalist idealler adına mücadele eden aydın insanların
fiziki ve zihinsel olarak linç edilişine, sürgülerine ve
horlanmalarına nasıl çanak tuttuklarını hatırlamalıdır.
14.10.2014
0 yorum :: Türkiye çıkmazının temel dayanakları ve genç kuşaklar için özet bir okuma
Yorum Gönder