Bireysel Karşı Koyuş'un Arketipsel Temeli
Göktuğ Halis
İlkel toplulukların anlamasına
pek mümkün olmayan toplumsal kaygıların hesabını tutuyor yazı. Onların pek
basit biçimde karşılanabildiği biyolojik ve sosyal ihtiyaçların karmaşıklaşan
düzen içinde aldığı yeni hali anlatıyor. Böylece, ilkel kültürlerin yaygın,
kanıksanmış; doğrudan insan ilişkisini merkeze yerleştiren ilişki biçiminin
dağılmış olduğunu gösteriyor.
Çok daha önemlisi, insan türünün,
doğa ile kurduğu ilişkideki kırılmayı aktarıyor bize yazı. Onu keşfettiğimiz
anda, insan topluluklarının epeyce kalabalıklaşmış olduğunu, insanın, tüketim
eğilimini, ‘pozitif bir sistem’ oluşturarak doğaya dayatmaya başladığını
anlıyoruz onun sayesinde. İnsan toplulukları
artık, tarım aracılığıyla Doğa’yı, daha çok ürün vermeye zorlamakta madencilik
sanatıyla toprak ananın mahremiyetine saldırmaktadır. Geçmişin pek ‘saygın’
hassasiyetlerini, şükran, özür ve onurlandırma merasimlerini terk ederek;
doğanın unsurlarına, ‘karşı’ üstünlük sanısı geliştirmektedir. İlk defa bir
canlı türü, insan, yaşamsal ihtiyaçları dışında ve bu ihtiyaçlarda çok daha
fazla bitki ve hayvanı ‘kendisi’ için ayırmakta ve biriktirmeye başlamaktadır.
Bu kadarı geleneklerin
zorlandığını gösterir artık. Bundan sonrası ise yeni bir topluma işaret eder.
Dini öykülerin arkaik kökenleri
Ekonomik faaliyetler bir kenara
bırakılırsa, ilk yazılı metinlerin en eski konularını mitler, söylenceler ve
topluluğun dini alandaki fiziki ve ruhani aktiviteleri-ibadet ve
inanç-oluşturuyor.
Coğrafi anlamda, dini yazıların
tarihi, Mısır ve Sümer ülkesinden başlıyor.
Bu gelişmiş medeniyetler kesintisiz biçimde Tevrat, İncil ve Kur’an-ı
Kerim gibi, Modern Tek Tanrılı din disiplinlerinin, içeriğini oluşturan kaynaklar
olarak değer görmeyi hak ediyor. Bu yazılarda anlatılagelen, insan ve insanın yaratılışı, Cennet ve
Sürgün, katliam (Habil-Kabil), Nuh Tufanı ve Sodom-Gomorra gibi kadim
öykülerin, Tek Tanrıcı din inancı ve-veya ölüm sonrası sınama, cennet ve
cehennem, ebedi yaşam gibi kabullerin ilk örneklerini bu topraklarda buluyoruz.
Bu kesintisiz çizgi ve aktarma geleneği, bugün tüm dünyada epeyce yaygın olan
üç büyük tek tanrılı din inancının-Musevilik-Hıristiyalık ve İslamiyetin en
temel temalarının tarihin bilinen ilk topluluklarına dek uzanmış olduğunu
gösteriyor.
Dini metinlerdeki ortaklık neyi gösteriyor?
Modern akıl, bunları etkileşim -bayağı
bir ifadeyle araklama- olarak görürken dini-toplumsal akıl Tevhit dininin
mesajlarındaki evrensel aklın ispatı olarak tanımlıyor. Diğer taraftan ilkel
kültüre bakışta görmezden gelemeyeceğimiz, Psikoloji okulu, Jung ile son haline
varan ‘aktetip’ler düşüncesine atıfta bulunuyor. Bu okul sayesinde etkileşim ya
da evrensel bir akıl gibi açıklamalara ihtiyaç duymadan, bilinç-dışının
bilinmeyenlerle dolu alanına dalmış oluyoruz. Bu açıklama modeline göre, dini
temalar, mitik sembolizm ve dini düşüncenin her türlü kaynağı, bilinç dışının
ürünüdür. Bu haliyle toplumlar arasında bir temas olmasa da, insan beyni bu tip
verileri üretmeye doğuştan bir eğilim taşımaktadır. Bu ise, tüm dünya
dinlerinde neden ortak meselelerin böylesine benzer argümanlarla çözümlenmiş
olduğunu göstermede, gücü azımsanamayacak bir açıklama biçimi oluşturmada
yeterlidir.
Ancak bu okul bizleri günümüze
dek uzanan ve kesintisiz her toplumu öyle ya da böyle kendi içinde kıyım
yapmaya yöneltmiş bir tartışmanın kucağına bırakıveriyor. Böylece dinlerin
katliam, soykırım ya da sapkınlık tarihine eklemlenen bir kadim tartışmanın özü
hakkında fikir bildirme şansına sahip oluyoruz. Şimdilik, bu çatışmanın birey
ve onu baskılama eğilimi gösteren toplum refleksinden kaynaklandığını
söylemekle yetineceğim.
Sünnet ve yaralayıcı ayinlerin arkaik temelleri
İlkel kültürlerde çok daha
doğrudan biçimde gözlemleme şansını yakaladığımız, bireysel dürtü ve davranma
eğilimine duyulan öfke, dinler tarihinin ‘pek ayrıcalıklı temasına’ ulaştırıyor
bizi. Şaman’ın ve büyücünün ‘topluluk’ için taşıdığı değerin yitirildiği ve
yerini şiddetle-olasılıkla kanlı yöntemlerle hizaya getirmeye de varan bir
topluluk bilincinin baskısıyla, bırakın modern-ilkel toplulukları, Batı
kültürünün pek övündüğü modern coğrafyalarda dahi karşılaşıveriyoruz.
Başlangıçta, ilkel kabilelerde
gördüğümüz geçiş ayinleri-bize kalan en yaygın örneği sünnet ya da yaralayıcı/kan
çıkarmaya dayanan ritüeller- açık biçimde bireye verilen gözdağı anlamına
geliyor.
Bireysel arzunun-özgür davranma eğiliminin engellenmesi, kişinin
kendini topluluğa adama noktasındaki geçişinin tamamlanması; bu açık biçimde
yaşaması için kendisine adanmış bireylere ihtiyaç duyan topluluk bilincinin
refleksidir.
Böylece istisnasız tüm dinlerin
kendi iç tarihinde etkin olan saldırganlığın’ temel kaynağı olma işlevini
anlamada elverişli bir noktaya gelmiş oluyoruz: İlk olarak, bireyin, onun coşkun, iradi heyecanlar taşıyan; tıpkı bir
hayvan gibi davranma ediminin, topluluk lehine yenilgiye uğratıldığını
görüyoruz. Bu saatten sonra Şamanlara, dünyanın kıyıda köşede kalmış
coğrafyalarında rastlamaya başlıyoruz. Çok daha önemlisi, tüm yerleşik dinlerde
Şamanik figürlerin olası bir ortaya çıkma girişiminin, kanla bastırıldığını
görüyoruz. İslam Kültürü’nde Alevilerin,
Hıristiyan tarihinde Catharların-Albigenlerin ve Yahudi Kültüründe-katliam ve
kıyım olmasa da-incitme ve aşağılama potansiyeli bağlamında Kabalacıların,
böylesi bir iradeye maruz kaldığının tarihsel örneklerini fazlasıyla biliyoruz.
Dünyada artık, sadece topluluk dini vardır; itaat ve ibadeti, inanç
ile harmanlayan, statükonun değer ve yasalarına ses çıkarmayan yön, geri
dönülmez biçimde şişmiş gözükmektedir.
Dinin iki yönü: Özgürlük ve Biat
Böylece dinin, dış doğanın
gizlerini kendi olanaklarıyla anlama, yaşamda bir gizem var ise çözme ya da
hayatta yalnızca kendisinden sorumlu olma gibi, içgüdülerin aktif halde
davranışı yönlendirdiğini kolaylıkla fark edebileceğimiz bireysel gücü ile, bunu yaşamak için tehlikeli bulan ve gerekirse
şiddet eğilimiyle onu bastırmaktan çekinmeyen, hayatta kalmanın ortaklaşa
kodlarına ve simgelerine dayanan gücüyle toplumsal
kaynağı arasındaki uzlaşmaz çatışkıya temas etmiş oluyoruz.
Yazı toplum, söz bireydir
Yazı geleneği, bu çatışkıda
kendisini topluluk-yaşam ve ilişkilerinden yana konumlandırıyor. Bireyin topluluk tarafından
kontrolizasyonunun sağlandığı bu aşamada, bireysel yaşamda hiç de gerekli
olmayan bir buluş olarak yazı, bireyin kurallara bağlanması, kontrol edilmesi
ve denetlenmesi adına güçlü bir işlev üstleniyor. Yasalar, kabul ve
topluluk söylencelerinin yerini alıyor; ibadetler de dahil olmak üzere her
toplumsal alan bu şekilde can buluyor. Bu
haliyle sözlü kültürü, şiiri ve büyü ayinlerini yönlendiren ikna sistematiğinin
temel dayanağı olarak tılsım’ın, topluluk tarafından biçimlenen kutsal
kitapların sayfalarında neden öfkeyle karşıladığını anlama imkanına kavuşuyoruz.
Zira büyü-tılsım ya da fal-kehanet gibi çıkışlar, açık biçimde topluluğun
sağlığını bozan, bireysel –içgüdüsel kaynağa göndermeler yapmaktadır.
Buradan, günümüze dek uzanmış
etkin bir tartışmayı anlamada büyük avantajlar ediniyoruz: Kutsal kitapların
literal ayrımı ile gerçek anlam söylencesi arasındaki çatışmayı…
Toplum yozlaşırsa, din işlevsizleşir
Dinin yasal boyutunu oluşturan
metinlerin literal bağlamı, topluluk için az ya da çok yeterli bir çerçeve
oluşturuyor. İlk dini metinlerden en
gelişmiş olanlara dek hepsi, topluluğun bozulmuş düzenini düzeltme ya da tamir
etme gibi bir iddia da taşıyor. Bu İsa, Musa ve Muhammed gibi toplum
önderlerini epeyce rahatsız etmiş olan ‘ahlaki’ çöküş, toplumsal eşitsizlik ya
da adaletsizlik gibi doğrudan meselelere karşı verilmiş yanıtlar olarak
değerlendirilmeyi hak ediyor. Topluma
çeki düzen verme girişimi, açık biçimde, herkesi hizaya sokma gayesi güdüyor;
çünkü bu metinler sorumluluğu dinin "bireysel boyutu"na atıyor.
Bu kötülük, ‘çok Tanrıcılık’ ve ‘puta tapma’ olarak formüle ediliyor; Tek Tanrıcı
inançlar açık biçimde ‘bireyin Tanrı olma-ya da Peygamberce’ girişimlerinin
önüne geçme kaygısı taşıyor. Çok daha önemlisi, ortak inancı, kaynaşma, eşitlik
ve ideal bir düzen yaratacağını düşünüyor.
Devrimci-sosyal bir organizasyon
olarak genç bir dinin, ilk yıllarının ‘yetkin bir heyecan ve coşkunluk’
yarattığı doğrudur. Ama bu heyecan
zamanla soğuyor; zira dini öğretiler ‘topluluğun’ ahlakını korumada tek başına
yeterli olamıyor ve başta ekonomik eşitsizlikler olmak üzere toplumun
dayanaklarını kemiren kurtçuklar yeniden aktif hale geliyor. Bu durumlarda,
başlangıç dönemlerinde bastırılan ‘bireysel’ boyut, Şaman ya da Peygamberce
eğilimler yeniden ortaya çıkıyor. Bunun en tipik yolu ise, kısmi bir mahcubiyetle,
kutsallık halesiyle sarmalanmış dini metinlerin yetersizliğine yalnızca ima
yoluyla değinebilir, okuma ve anlama yöntemlerinin ortaya çıkmasıyla beliriyor.
Bu dini metinleri derinleştirme çabasıdır. Bir diğer deyişle bu çabalar, Kutsal
Kitapların derin okumalarının önemine işaret etmeye başlıyor.
Kutsal Kitaplarda Derinlik Arayışı
Açıktır, bu literal anlamın
sorgulanmasıdır. Dinin bireysel boyutunun-olasılıkla bilinçdışı düzlemle
ilişkili heyecanların-simge ve arketiplerin kutsal metinlere nüfuz etmiş
olmasından kaynaklanıyor bu durum ilk olarak. Zira bu kitaplar ya insanlar
tarafından kaleme alınmış ya da insana, onun derinliğindeki gerçeklere hitap
eden yapıtlardır. Bu heyecan verici imgeler, toplumun isteksizlik ve
karamsarlıkla atalet haline düşmesiyle birlikte zırhı yırtmaya hazırlanan öz
gibidir. Adına derviş, aziz, dede ya da
rabbi diyelim; mutlaka birilerini, literal anlamın değersizliğini savunmaya
başlıyor. Kesinlikle söyleyebiliriz: Bu bireysel okuma yöntemi, dinin yerel
ve kültürel niteliğini, evrensel kanallara bağlayan bir güç olarak
biçimleniyor.
Kutsal Kitapların –literal-sözcük
anlamı ile gerçek anlamı arasındaki kadim tartışma tarih boyunca kesintisiz
biçimde devam etmiştir. Büyük Yahudi Bilgesi, Simon Bar Yohai, Tevrat’ı yalnızca
yazıldığı gibi anlayana yazık! İfadesini kullanmıştır örneğin. İslam
Mutasavvıfları ve Hurufiler ise, Kutsal Kitap’ta ‘okuma derinliğini’ vaaz eden
açıklamalarda bulunuveriyor. ‘Kutsal
kitaplar okunduğu anda anlaşıldığı kadar ise’ değerleri pek düşüktür anlamına
geliyor bu.
Kitapların sözcük anlamına
yönelmiş bu eleştirilerin içten gelmiş olması ise şaşırtıcıdır. Zira içten içe
‘kitaplarda’ anlatılanların yetersizlik itirafıdır. Ancak itirazlar ‘yaşamsal’
kaygıların dürtüsünden hareket eder ve bu haliyle kitaplar yaşama katkı
sunamamaktadır.
Kitaplar bu haliyle toplumların
ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelir; dönüşüm önerisi kitapların kutsallık
halesinde oluşan dokunulmazlığı hesaba katıldığında toplumda elit bir azınlık
yaratmaya yönelik, ‘kökenlerini’ şamanizmde bulduğumuz bir bölümlenme yaratır. Bu bölümlenmeye göre ‘kutsal kitapların’
derin okumalarını gerçekleştiren kişiler toplum tarafından sapkındır; elitler
için ise Kutsal Kitap’ın özünü görme hususunda Tanrı tarafından hediyeler
bahşedilmiş ayrıcalıklara sahip kişilerdir. Elit kesimin iddiası, avamın
bayağılığı ve yalnızca ibadet etmeye mahkum pek özelliksiz yaşamına karşın,
Tanrı ile birleşme-konuşma ve onunla ilişkiye geçme olanağının açıktan açığa
itirafıdır.
Sonuç
Dinin bireysel kaynağı, peygamberliğin
ve Tanrı’dan vahiy alma geleneğinin herkes-en azından belli bir kesim-için
olanaklı olduğunu savunur. Bu tarihsel ve yerel bir iddia değildir; kaynağı
bilinçaltındadır ve örneğin, İslam
kültüründe son peygamber mitinin doğmasına vesile olacak tarzda itirazlar
doğurur. Topluluk, Muhammed gibi
açık biçimde Şaman kültürüne özgü semboller kullanan bir yükseliş-miraç öyküsüne
sahip karakterin kurduğu yeni düzenin, benzer güç iddiasıyla ortaya çıkan
diğerlerince sarsılma eğilimi taşıdığını bilmektedir. Bu tip bir karşı
çıkış, topluluğun bireysel kodlarını bastırmaya çalışan topluluk edimi ve
davranış karakteristiği için anlaşılabilirdir.
0 yorum :: Birey-toplum ilişkisinde baskı aracı olarak Din
Yorum Gönder