Orhan Gökdemir
Kenan Evren, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan. Arada Mesut Yılmaz,
Tansu Çiller gibi önemsiz duraklar var ama Türkiye’nin son 35 yılının
belirleyici isimleri işte bunlar. 1920’den 1980’e 60 yıllık bir kültür savaşı
ve siyasi mücadelenin Cumhuriyet aleyhine sonuçlanmasının hazin hikâyesinin
kahramanlarıdır hepsi. Tarihleri, 24 Ocak kararları ile ekonomik olarak intihar
etmiş bir düzenin yobazizme uzun yolculuğudur. Dramatik bir askeri darbeyle
açılmış, sağıcı-dinci siyasi geleneğin omuzları üstünde ilerlemiştir. Düzenin
yobazizme bu kaçışın temelinde 24 Ocak kararları olduğuna göre Türkiye
egemenlerinin islama teslim oluşunun hikâyesidir anlattığımız.
Daha geride bir kök bulma imkânımız var mı? Türk siyasal hayatını
şekillendiren siyasal akımlardan biri olma iddiasına karşılık, siyasal islamı, muhalif
kimliğinden çok devlet kucağında büyümüş
olması ile ayırt edebiliyoruz. En büyük referansları olan Saidi Kürdi, dönemin istihbarat
teşkilatının içinden geliyordu. Devlet için silahlanmış ve devlet için
vuruşmuştu. Onun yerini doldurma iddiasındaki taklitçisi Fethullah Gülen de
aynı yolu izledi. Çıkışı Erzurum
Komünizmle Mücadele Derneği’dir ki istihbarat saymamızda bir sakınca yoktur.
İlk ve en büyük eylemleri ise Kanlı
Pazar’dı. O gün ülkenin İslamcıları
ABD’ye başkaldıran gençleri linç etmek için harekete geçti. Böylece
Türkiye’nin İslamcılarının kayda geçmiş ilk eylemi organize bir faşist şiddet
eylemi oldu.
Bütün bu
tecrübelerin özeti, soldan ve Kürt hareketinden farklı olarak Türkiye
İslamcılığının Kemalist devletin kucağında büyümüş olmasıdır. Doğuşundan
itibaren devletinin yakınında oldular, hiç başkaldırmadılar ve hep devletin düşmanlarını düşman bellediler.
Bugün devleti yöneten kadroların içinden geldiği Milli Türk Talebe Birliği de devletin
“komünizmle mücadele” projesi içinde şekillendi. Birliğin, başlangıçtaki
“milliyetçi” görüntüsünün hızla “mukaddesatçılığa” dönüşmesi de bu programa uygundu.
Devlet, daha 70’li yıllarda, tehdidin
önüne barikatı milliyetçilik ile kuramayacağını anlamıştı. Bu yüzden
birliği temsil eden “bozkurt”un yerini “kitap” aldı. Kitap Kuran’dı ve bu yeni
dönemin ruhunu daya iyi temsil ediyordu. Abdullah
Gül, Mehmet Ali Şahin, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Beşir Atalay, Ömer
Dinçer, Taner Yıldız, Abdülkadir Aksu, Hüseyin Çelik işte o “kitaplı” birliğin
getirisi oldu. Artık bozkurdun
izinde değillerdi ama komünizmle mücadele, bilinçaltlarında hep diri kaldı.
Erbakan’ın “milli görüş”ü bu antikomünist gençler için zorunlu bir
duraktı. Parti hem koruyucu bir şemsiye sağlıyor, hem de ikbal yollarını açık
tutuyordu. Ayrıca antikomünizm siyasal İslamcılığın alameti farikasıydı.
Kitabın ötesinde, bunlar daha belirgin bir siyasal hat oluşturulmasında
etkiliydi.
1960’lı yıllarda başlayan ve 1970’li yıllarda bir iç savaşa dönüşen sol sokak
hareketleri, milliyetçi ve dinci siyasal hareketleri devlet için daha çekici
kılmıştı. Milliyetçiler elbette tercih edilirdi, ancak cumhuriyetin kuruluşundan
bu yana “Türk milliyetçiliği”nin nüfuz alanının siyasal dinciliğe göre çok
sınırlı olduğu anlaşılmıştı. Siyasal
kamplaşmaların ateşinin düştüğü dönemlerde din halka ulaşmakta daha etkili bir
araçtı. Diyanet işleri, devletin bir faaliyetiydi ve uzun zamandır devlet,
dini memurları aracılığıyla kontrolünde tutuyordu. Ayrıca siyasal bir rengi
olsa da dincilik genel olarak devletin hassasiyetlerini paylaşıyordu.
12 Eylül’ün elinde tuttuğu siyasal islam işte böyle bir şeydi,
kullanılmaya milliyetçilikten daha elverişliydi ve ülkeyi sarsan 70’li yıllarda
daha geri planda kalarak milliyetçi siyasal hareketten daha az yıpranmıştı.
Darbeci
generaller klasik Kemalist laiklik ilkesini terk ettiler ve dini, devletin
gözetiminde tekrar kamu yaşamının sınırları içine aldılar. Bunu
yaparken dini de belli bir biçimde tarif etmeye çalıştılar. Bu din “Türk-İslam Sentezi” olarak biliniyordu
ve ideolojik bir tercih olarak dinci milliyetçiliği sembolize ediyordu. Devlet
için din bundan böyle kalabalıkları hizaya getirmeye yarayan basit, sade bir
disiplin aracıydı.
Kenan
Evren’in yaptığı işte buydu; konuşmasının arasına ayetler serpiştirerek
kalabalıklar nezdinde belli bir meşruiyet sağlıyordu. Bir
anlamda yeni dönemde dinin rolünü test ediyordu. 12 Eylül’ün kitlesel popülaritesinin arkasında da işte böyle bir
dönüşüm yatmaktaydı. Devletin dini,
azınlıkla çoğunluğu yönetmenin bir aracı olarak yürürlükteydi. Bütün
bunların ötesinde 24 Ocak kararlarıyla kapağı açılan vahşi kapitalizmi
kalabalıkların sindirebilmesinin tek yoluydu din. Yani 24 Ocak kararlarının gizli maddeleri arasında, dinsel dozu
arttırılmış bir yönetim ve islamize edilmiş bir halk yaratmak da vardı.
Bunun somut kanıtlarından biri, 12 Eylül Anayasasında dinin bir ferdi vicdan meselesi olduğunu
“unutarak” Diyanet İşleri Başkanlığına toplumun bütünleşmesini sağlamak
görevinin verilmesiydi. “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri” zorunlu din ve
ahlak derslerini de gerekli kılıyordu haliyle. Laik devletin anayasası “manevi değer” kılığında dini kutsuyordu.
Artık
“Atatürkçü” bir “dinci milliyetçilik” yürürlükteydi. Bu Atatürkçülük anti
Kemalist bir yeni Atatürkçülüktü. Atatürk burada Türk-İslam Sentezine göre yeniden
tanımlanmıştı. Kurucu önder devlet tarafından imamdan hallice bir politikacı
olarak anlaşılıyordu. Bu durumda laiklik de artık din-devlet işlerinin
ayrılması olarak anlaşılmayacaktı.
Bu bir
anlamda Cumhuriyet’in ölüm haliydi. Laik devlet ölmüştü ve ölü devleti elinde
tutanlar cenazeyi kaldırmak için bir imam arayışına girmişti.
Necmettin Erbakan eldeydi, ancak yeni duruma uyum sağlayamayacağı çok çabuk
anlaşıldı. Kapattılar, yerine Turgut Özal’ı buldular.
Özallı yıllar, bir yandan vahşi kapitalizmin inşasına girişildiği, bir
yandan da devletin dinci milliyetçiliğe göre restore edildiği yıllardı. Devlet
dinin yetmediği yerde devletin kapısı tarikat ve cemaatlere de açıldı. Özal’ın
Anavatan Partisi bir dinciler ve milliyetçiler koalisyonu görünümdeydi. Bugünkü
iktidar partisinin pek çok kadrosu da o partinin dinci kanadından devşirildi.
Özallı yıllar boyunca Erbakan’ın dinci partisi sınırlanmış bir alanda
bir yan rolü oynamak zorunda bırakıldı. Çünkü Milli Görüş ile AKP arasında
derin farklılar vardı. Büyük ölçüde Batıdan beslenmesine karşın Milli Görüş,
anti batıcı ve antikapitalist eğilimler taşıyordu. Yeniden tanımlanmış devletlü
dine fıtratları uygun değildi.
İmdada 28
Şubat kararları yetişti. Düzen ağırlığını AKP’den yana koyarak Erbakan’ı ve
partisini engelledi. Erbakan’ın önü açılan öğrencileri o gün Batıcı ve AB’ci
oldu. Cumhuriyeti gömecek son imam için artık ortam hazırdı.
Yani dincileri neoliberal piyasacılara dönüştürmek de yine bir devlet
projesiydi. Böylece “millet, milli,
selamet, fazilet ve saadet” çizgisi, ak’a dönüşmüş, Erbakan’ın yerini Erdoğan
almış, kalkınmacı bir dinsel eğilimden faizci bir İslamcılık türetilmişti.
1997 devlet açısından da bir kırılma noktasıydı. 12 Eylül’ün başlattığı
dinci eğilimler artık mantıki sonuçlarına yaklaşıyordu. Eski düzenin kalıntılarını temizlemek üzere “Ergenekon” için harekete
geçildiğinde karşı devrimin son hamlesi de yapılmış oldu.
2007’de
başlayan bu davaları anti-Kemalist devletin dinci milliyetçi tarihini
mahkemeler aracılığıyla yeniden yazma girişimi sayabiliriz. Eski
rejimin temsilcileri toplandı ve bir tür istiklal mahkemesinde yargılandı.
Mahkûm edilmeye çalışılan şey laik Kemalist cumhuriyetti. Tek tek yargılanan
kişilerin geçmişlerine dikkat edilmemesini böyle de anlayabiliriz. İktidarın kontrolündeki “yandaş” basını da
basın saymaktan çok bu mahkemelerin bir uzantısı saymalıyız. Genellikle polisin
ve savcının rolünü üstlendiler ve zamanla birer infaz kurumuna dönüştüler.
Bir direniş oldu mu, tartışabiliriz. Ancak Ergenekon ve yan davalarında
yargılananlar genel olarak dik durdu. Sonunda bu davaların bir cemaatin
“kumpas”ına bağlanması ise olup biteni anlamalarını imkânsız kıldı. Çıktılar ve
sustular.
Oyunun
bozulmasını ise hiç umulmadık bir harekete, Gezi direnişine borçluyuz. Gezi
direnişi yenilmez sanılan iktidarı sarstı, korkuttu ve sindirdi. İktidar
koalisyonunda cemaat yarılması da ancak iktidarın yüzünde bu korkunun görülmesinden
sonra mümkün oldu. Laik ve bilimsel eğitim yürüyüşünü ve arkasında gelen okul
boykotunu Gezi’den ayırmıyoruz. Bütün bunlar, dinci milliyetçiliğin sınırlarını
da ortaya çıkarmıştır. Devletin ve toplumun islamizasyonu doruğundadır ve bu
aynı zamanda sınırla olduğu anlamındadır. Demek ki artık 12 Eylül’ü kapatmanın
eşiğindeyiz.
Kenan Evren bir diktatördü, anayasa referandumuna kendini kaynak yaptı
ve anayasaya evet diyenler Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olmasına da evet demiş
oldu. Hukuksuz bir cumhurbaşkanıydı ve kapı kapı dolaşarak diktatörlüğüne rıza
göstermeyenlere küfür etmeyi görev edindi.
Tayyip Erdoğan da kendini bir referanduma kaynak yaptı ve anayasa
değişikliğine evet diyenler onun Cumhurbaşkanı olmasına evet demiş oldu. O da
kapı kapı dolaşıyor, kapı bulamadığında muhtarları topluyor ve direnen halka
küfür ediyor.
Dinci
milliyetçilik dini ve milliyeti bitirdi, geride derin bir çürüme ve derin bir
ahlaksızlık kaldı. Teslim etmeli ki çürüyen halktır.
Ancak her çürümeden yeni bir hayat doğar. Eski Mısırlılar bok böceğini
işte bunun için kutsamışlardı.
Eylülist dine özgürlük dönemi kapanıyor, şimdi dinden özgürlük zamanı. Laik cumhuriyeti bundan daha iyi ne
tanımlayabilir?
0 yorum :: YENİ BİR CUMHURİYET İÇİN!
Yorum Gönder