Duyuru: Yazar Göktuğ Halis, Türk Dünyası Vakfı tarafından
08.12.2017 tarihinde Şanlıurfa’da düzenlenecek “MEDENİYETLER BEŞİĞİ MEZOPOTAMYA
SEMPOZYUMU”nun saat 16:00’da gerçekleştirilecek 2. günkü oturumuna konuk konuşmacı
olarak katılacaktır.
Duyuru: Göktuğ Halis "Medeniyetler Beşiği Mezopotamya Sempozyumu"na katılıyor
Gönderen
Yeniyol
30 Kasım 2017 Perşembe
21:35
Hıristiyanlık ve İslamiyette Merkezi Kutsal Sorunu ve Yozlaşma Dinamiği
Göktuğ Halis
Hıristiyanlığın "merkezi
kutsalı" İsa ve sözleriydi. Onun söylediklerinin günümüze dek nasıl
kaldığı ise tartışmalı.
Tümü Yunanca yazılmış resmi
İncillerinden sadece birinin yazarı, Yuhanna, doğrudan İsa’nın yaşadığının
tanığıydı ve kitabını İ.S. 65-90 gibi geç bir tarihte, Efes’te kaleme almıştı.
Diğer kitaplardan en erken tarihlisi, İ.S. 60’lı yıllara tarihlenen Markos ise
12 havariden birisi değildi ve yine İsa’yı hiç görmeden “ani bir esinle onun
yoluna giren” Paulus’un yardımcısıydı. Bununla birlikte Markos’un anlatısı,
İsa’yı bizzat tanıyan bir havarinin, Petrus’un anlatılarına dayanıyor
olmalıdır. Diğer taraftan Matta ve Luka İncil'lerinin temel kaynağının
Markos İncili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunuyor. Yine Luka İncil’inin
yazarının da Paulus ile yakın arkadaşlık ilişkisi vardı ve hepsinden önemlisi,
Yahudi bile değildi. Son olarak Filistinli bir Hıristiyan olan Matta’nın
yazıları, yine İ.S. 70 gibi, göreli olarak geç bir dönemin ürünüydü.
İnanışa göre Kutsal Ruh'un
izleyici olarak hazır bulunduğu bir konsilde çok sayıda İncil - Müjde yazını
arasında gerçeğe uygun bulunanlar bunlardı. Diğerleri elendi. Günümüzde egemen
görüş, gündemdeki çok sayıda İncil'in sayısının dörde indirilmesi kararında,
havarilerin ve ilk Hıristiyanların kabullerinin etkin olduğunu iddia ediyor.
Hıristiyan akademisyen ve ilahiyatçı Prof. T. Michel, "diğer
İncillerin" belki de İsa hakkında, Kanonik İncillerde olmayan bilgiler
içermiş olsa dahi, kabul görmeyişinin nedenini, benzer bir gerekçeyle
açıklıyor. Bu mantıklıdır, zira İsa'nın ölümünün ardından Havariler, İsa'nın
dirilişine tanık olmuş ve bunu müjdelemiş, onun sözlerini sıklıkla tekrarlamış,
son akşam yemeği gibi ritüelleri sürekli canlandırmıştı. Bu ise, Kur'an-ı
Kerim'in yazıya geçirilişine benzer bir kutsallık iddiasının geçerli olduğunu
gösteriyor. Başlangıçta, söz ile aktarılan İsa'nın yaşamı, sözleri ve
mesajı aradan geçen zamanla, tahrifata uğrama tehlikesiyle karşı karşıya
kalmıştı. Böylesi bir durumda ise, ilk mü'minlerin uygulamalarının göz önünde
bulundurulduğu bir "deneyim" büyük önem kazandı.
Umberto Eco'nun dediği gibi
orijinal belgenin olmadığı hallerde, ilk kopya orijinal sayılır...
Hıristiyanlığın yozlaşması ise
merkezdeki kutsalın değişiminden kaynaklandı. Tüm Ortaçağ boyunca İsa'nın
sözlerinin aksine zenginlik ve ihtişamlı babaların yönettiği
"Kilise" İsa'nın sözlerinin yerini almıştı. Dinin kurucusunun
sözlerini uygulayanlar ise sapkın-heretik ilan edildi. Çok sayıda Hıristiyan
yorumcusu, yalnızca Havariler gibi yaşamak istediği, tüm mal ve mülklerini
sattıkları, İsa'dan aldıkları yetki ile vaat verdiği, günah çıkardığı ve Tanrı
dışındaki hiç bir otoriteye boyun eğmediği için yargılandı.
Merkezdeki yeni kutsal Kilise ile orijinal
"kutsal" İsa arasındaki mesafe bu dönemde açıldı. Bizzat yoksulluk
vaazında kişilerin yargılanma ve suçlu bulunma metinleriyle doludur
engizisyon tarihi. Yalnızca yoksulluk değil, İsa'nın barış öğüdü de çiğnendi bu
dönemde. Bizzat Papa'lar Haçlı
Seferleri ile doruk noktasına ulaşan bir savaşçı kültünü destekledi. Tanrı
adına savaşanlara, üzerlerinde "haç" işareti bulunan kıyafetler
giydirildi. Ölmeleri halinde bu işaret onlara cennet vaat ediyordu. Bu ordulardan bazıları, yalnızca
Müslümanları ve Yahudileri değil, kendilerini İsa Mesih'in gerçek takipçileri
olarak tanımlayan Hıristiyanları katletmekte kullanıldı.
İslamiyetin merkezi kutsalı
ise Kur'andı. İnanç Tanrı'nın sözlerinin bir vahiy meleği-Cebrail aracılığıyla
elçi Muhammed'e aktarıldığı kabulü üzerinde yükseldi. Peygamber, Cebrail'i ilk gördüğünde
orta yaşlardaydı. Buhari ilk karşılaşmayı şu şekilde anlatıyor:
"Melek beni tuttu,
takatim kesilinceye kadar sıktı, sonra bırakıp “Oku!” dedi. “Ben okumak bilmem”
dedim, İkinci kez beni tuttu, takatim kesilinceye kadar sıktı, bıraktı, yine
“Oku” dedi. “Ben okumak bilmem” dedim. Yine beni tuttu, üçüncü defa sıktı,
bıraktı ve “Yaratan Rab’bin adıyla oku, O insanı kan pıhtısından yarattı (…)”
İslam inancına göre Kur'an bu
kutsal aracı ile Peygamber'e vahyedilmişti. Vahiy, fısıldamak, gizli konuşmak anlamına
geliyor. Cebrail'in geldiği anları başka kimse fark etmezdi. Bazı zamanlarda
arı kovanına benzer sesler duyan olmuştu. Ancak bunar belli belirsiz şeylerdi.
Peygamber açıkça sessizleşir, beşeri duygularından geçer ve neredeyse kendini
bilmez bir hale gelirdi. Çünkü meleğin sözlerini dinlerdi ve bu sözler onun
hafızasına asla unutmasına olanak tanımayacak şekilde yerleşirdi.
Vahiy alma süreci sancılıydı
ve eninde sonunda bir insan olan Peygamber Muhammed için çok zordu. O melekle
temas halindeyken büyük sarsıntılar yaşadı, yüzü sarardı ve soğuk kış günleri de
dahi yüzünde ter taneleri belirirdi. Bir keresinde Cebrail, Peygamber devenin
sırtındayken gelmişti. Deve bu ağırlığı kaldıramadı ve arka ayakları üzerinde
çöküverdi.
İslamiyetin yozlaşması da tıpkı Hıristiyanlık gibi
"merkezi kutsalın" değişiminden kaynaklandı. Hıristiyanlığın aksine, bir ruhban sınıfına sahip
olmamakla övünen Kur'an yorumcuları aracılığıyla, Kur'an, merkezi rolünü
"ritüel"e bıraktı. İyi
Müslüman olmanın ölçüsü "namaz", oruç ve haccın mutlaklaştığı hareket
ve tutumlar silsilesine indirgendi. Anlam unutuldu, sosyal hareket ve ortaklaşa
uygulamalar tekrar edildi durdu. Kur'anın asal mesajları, zayıfın ve düşkünün
korunması, mütevazi ve ihtiyaçlara yeter ölçüde varlık edinerek yaşam, paylaşım
ve kulu her yerde gören Allah'ın öz benlikle özdeşleşmiş kapsayıcı bakışı hiçe
indirgendi. Allah yolunda savaşma ve "seninle savaşanla savaş"
emri pek az umursandı.
Çok daha önemlisi, tıpkı
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, orijinal öğretiyi savunanlar yahut İslam'ı
otoritelerden farklı şekilde yorumlayan nicelerine yönelik katliam tarihi
oluştu. İslam adına iktidarı kullananlar
diğerlerini sapkın olarak ilan etti. Hallac-ı Mansur'dan Nesimi'ye dek uzanan
tartışmalı bir geçmiştir bu...
Ve yine Hıristiyanlıkta olduğu
gibi İslamiyet'te de batıni kolların temel karakteristiği Allah ve Kur'an
dışında dünyevi bir otoriteye boyun eğmeme eğilimiydi. Nesimi'nin "Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken/Yeryüzünün
halifesi hünkara minnet eylemem" dediği de buydu. Sonrası malum, boynu
vuruldu, derisi yüzüldü. Halep'te 7 günlük teşhirinin ardından parçalara
ayrılan cesedi kendisine inananlara gönderildi.
Hıristiyan ülkeler Kilise'nin
baskısından insan aklını öne çıkararak kurtuldu. Gelişen yüzyıllarda Kilise, seküler
dünyadaki otoritesini ve bilim üzerindeki hakimiyetini yitirdi. Pozitif akıl
ekseninde örgütlenen yeni dünyanın kurumları Kilise'ye naçizane bir pay biçti
ve hatta dünyanın geri kalanıyla kurduğu sömürgeci ilişkide onu kullandı. Şayet varsa, orijinal İsa imgesi ve
Hıristiyanlığın merkezi kutsalı, iki ezeli düşmanı "akıl" ve
"ortodoksi" tarafından ezildi.
İsa artık, ulaşılamayacak
uzaktır.
Müslüman toplumları ise merkezi kutsalın ışığını çoktan
yitirdi. Helikopterle gerçekleşen hac ziyaretinden, hayvan kanı akıtmak olarak
anlaşılan kurban bayramlarına, içeriği anlaşılmayan kutsal seslerden ibaret
namazdan, 12 saatlik açlığın ardından zengin iftar sofralarına uzanan oruç
ritüeline dek çarpıklık, inananların temel karakteristiği oldu. Bizim ülkemizde de gelen her yeni gün, yolsuzluk ve
rüşvet, kadın cinayetleri, hayvanlara kötü muamele, doğa talanı, çocuk
tecavüzleri para ve servetin giderek güçlenen merkezi rolü ile dindarlık
arasındaki bağın güçlendiği algısını bu nedenle besledi. Çok daha önemlisi, yoksulun yoksul, zenginin zengin olarak kalmasına
olanak tanıyan sosyal dinamiklerin sağlamlaştırılmasıydı.
Dinlerdeki yozlaşma tarihin
her döneminde bir karşı koyuşu beraberinde getirmiştir. İktidarın bu
kalkışmaları "sapkınlık" olarak nitelediğini biliyoruz. Türkiye'de de
bu tip çıkışlara tanıklık ediyoruz. Ortaçağ'dan çıkış sürecinde Hıristiyanlarda
olduğu gibi Türkiye'nin dindarların elinde yozlaşmaya başladığını gören
"modernist" ilahiyatçılar da "sapkınlık" suçlamalarına
karşın mücadele etmeyi sürdürüyor.
Bu çabaların ortodoksi
üzerinde rahatsızlık yarattığını görebiliyoruz. Çünkü modernist ilahiyatçılar
her şeyden önce açıkça politik alandaki rakiplerdir. Bunlardan bazıları Kur'an-ı Kerim'i aklın ve bilimin ışığında yeniden
okumaya davet ederken, kimileri tarihsel gelişimi içinde sosyal eşitlik vaat
eden kuramlarla paralellikler sunmaya çalışmakta.
Söz konusu itirazlar ülkemizin
daha iyi bir yer haline gelmesinde fayda sağlar mı bilinmez. Ancak kesin olan
"din ile akıl" arasında uzlaşma çabalarının dinin bütünüyle işlevsiz
hale gelmesi ve orijinal değerini bütünüyle yitirmesiyle sonuçlanmasıdır. Zira
ilkel dünyadan modern tek tanrılı dinlere kadar tüm inanç sistemleri,
mistik-aşkın semboller, coşkunluk veren bilinç dışı zenginlik, aklı aşan bir alanla
ilişkilidir ve bunlardan soyutlanmış mesajlar, yalnızca toplumu düzenleyen,
aklı merkeze alan önerileriyle Peygamberler açıkça özelliksizdir.
"Dinlerin sosyal bir
adalet" ve "eşitlik" vurgusu vardır elbette, ancak "Kur'an’ın"
merkezdeki rolünü yitirmesine paralel biçimde bunlar gücünü zaten bütünüyle
yitirmiş durumdadır.
Kur'an ve kutsal mesajları
artık, ulaşılamayacak kadar uzaktır.
Gönderen
Yeniyol
14 Ekim 2017 Cumartesi
12:50
Etiketler:
Aydınlanma,
Dikine,
dikine grubu,
Din,
dinler tarihi,
Göktuğ Halis,
Hristiyanlık,
İsa,
İslam,
medeniyet tarihi
Aydınlanmadan Bağnazlığa: Orhan Gökdemir’e Açık Mektup..!
Mustafa Çölkesen
Dünyanın hali gereği, koca bir
ülkede yaşasanız bile, sosyalistler bir bakıma aynı mahallenin çocukları
gibidir, tıpkı onlar gibi, geçtiğiniz sokakları, mekanları değiştirseniz bile,
günün birinde bir anda yüzyüze gelmekten kaçamazsınız.. O halde, pek istekli
olmasanız bile, “akacak kan damarda durmaz” misali, bir hesaplaşma da
kaçınılmazdır.
Daha önce hakkında bir veda
yazısı yazdığımız eski yazarımız Orhan Gökdemir, yakınlarda, Gezi döneminden bu
yana haklarında bilgi sahibi olduğumuz sıra dışı bir hareket olan Anti-Kapitalist
Müslümanlar hakkında “kibirli bir eleştiri” yazısı kaleme aldı, bütünü itibariyle
yazı, anti-kapitalist müslümanların çıkış noktasını ve ilham kaynağı olan
figürleri ayrıntılı bir şekilde tasvir ediyordu, buraya kadar bir itirazımız
yok, hatta Gökdemir, makalesinde, anti-kapitalist islami hareketin ideolojik
dayanaklarını, o satırları ilk kez okuyan bir sosyalistin şaşıracağı, hatta etkisinde
kalabileceği kadar tarafsız yansıtmıştı:
Ali Şeriati’nin islam geleneği
içindeki devrimci duruşunu tarif ederken Orhan Gökdemir şunları yazıyordu: “Arkasında
bıraktığı inanca göre Muhammed yalnızca bir din değil, aynı zamanda sınıfsız
ütopyaya doğru sürekli bir devrim yaşayan dinamik bir toplum kurmak için
gönderilmişti. İmam Ali’nin ilk halifelere karşı çıkmasının nedeni, onların
otoriteyi gasp etmelerinin yanı sıra, kodamanlarla uzlaşarak asıl davalarını
satmalarıydı. Öyleyse aydınlara düşen görev devrimci İslam’ın temel niteliğini
yeniden keşfetmek ve diriltmekti…” (1)
Buradaki objektif tasvirine
karşılık, yazının hemen devamında, kapitalizmin bu anlayışı pazar ilişkileriyle
silip süpürdüğünü ve değerli ilahiyatçı İhsan Eliaçık’ın, Ayetullah’ın Türkiye
versiyonu, vekil Eren Erdem’in ise Ali Şeriati’nin bir tür enkarnesi olduğunu söyleyerek
“sizin tuttuğunuz yol, yol değildir..” diyecek kadar şımarık bir hadsizlikten,
karşılıksız bir kibirden kendini alamıyor yazar.
Peki Orhan Gökdemir o eleştirdiği kesimi hangi
saflara davet ediyor ya da yazar sosyalist gelenek içinde hangi siyasi anlayışı
temsil ediyor? İşte burası, bize göre, aslında
yazarın “en savunmasız olduğu” yer,
ve zaten yazar, sosyalizm gibi bir “üst başlıkla” sözü de yuvarlıyor orada..
Orhan Gökdemir, Anti-kapitalist Müslümanlara
“sizin savunduğunuz değerler piyasa koşulları altında sonunda yozlaşmaya, şimdiki
Emevi islam anlayışına mahkumdur” derken, bir
süre önce şemsiyesi altına girdiği TKP’nin dünya çapında, fiilen, yozlaşarak
yıkılmış bir despot rejimin, Stalinist Sovyet bürokrasisinin ideolojik enkarnesi
olduğunu unutuyor, unutturmak istiyor. Kaldıki,
eğer Gökdemir dünya tarihini objektif bir şekilde kavramış olabilseydi, haklarında
eleştiri yazısı yazdığı Anti-Kapitalist Müslümanlara varıncaya dek, şimdi şahit
olduğumuz her türden siyasi islam dalgasının bir zamanlar sosyalizm etiketi
taşımış, ama hızla kendi ideolojisine ihanet etmiş bir ucube rejim olan Sovyet
bürokrasisinin çökmesinden kaynaklanan ideolojik, manevi boşlukta yeşerdiğini de
akledebilirdi...
Peki asıl olarak bu çağrı kimedir?
Lenin’den hemen sonra onun en yakın mücadele arkadaşlarını, SBKP’nin Merkez
Komitesi’nin yarısından fazlasını kurbanlıklar gibi boğazlayan ya da Sibirya’da
ölüm sürgününe yollayan, köylülerin elinden silah zoruyla zulmederek toprak
alan, “burjuva ve proleter dogmasıyla” halkın en temel hak ve özgürlüklerini,
bilimi, felsefeyi, sanatı, sol muhalefeti kısıtlayan, ülkenin tüm yaratıcı
enerjisini bir yasaklar, devlet fetişizmi ve istihbarat takipleriyle boğan,
yukarıdan aşağıya örgütlenmiş bir bürokratik komuta ekonomisi ve ayrıcalıklı
sınıfların (Nomenklatura) gözetiminde dev bir karaborsa piyasasının eşlik
ettiği korkunç bir kıtlık dünyası oluşturan, 3. Enternasyoneli kapatıp, “tek
ülkede sosyalizm” doktriniyle kendi ideolojik memuru haline getirdiği ülkeleri
topla, tankla, işgalle hükmetmeye çalışan o milliyetçi,
asker üniformalı diktatörlüğe mi?
Orhan Gökdemir, kendince çıkmaz
sokak olarak nitelendirdiği Anti-Kapitalist Müslümanları, tüm insanlığın başka bir dünya özlemini yıkmış olan, ideolojik taraftarı
olduğu işte bu Stalinist diktatörlüğe çağırmaktadır.
Hikayeyi birde 20. yüzyılın tarihi konusunda bir başyapıt, eşsiz bir eser kaleme almış ünlü Marksist
tarihçi Eric Hobsbawm’ın kendi sözlerinden dinleyelim:
“..SSCB’nin bu dönemi ardından
gelen Demir Çağı’na hükmeden Stalin, denebilir ki benzersiz, vahşi, acımasız ve
hiçbir şeyden çekinmeyen, olağanüstü bir otokrattı. Pek az adam bu kadar yaygın
bir terörü tek başına yönlendirmiştir..” (2).
“..Bu noktada sistem, Stalin’in
yönetimi altında bir otokrasi, yurttaşlarının hayat ve düşüncelerinin bütün
yönleri üzerinde tam bir denetim kurmaya çalışan, onların bütün varlıklarını,
yüksek otorite tarafından tanımlanan ve belirlenen hedeflere mümkün olduğu kadar
tabi kılan bir sistem haline geldi. Marx ve Engels’in tasarladıkları kesinlikle
bu değildi..” (3).
Özetle, yanlış yerde duranın
ötekileri “yanlış yerde duruyorsunuz buraya gelin..” diyerek başka bir Muaviye, monarşi rejimine çağırdığı bir saçmalıktır bu (4), (5).
Kaldı ki, Gezi’den beri tüm
muhalif girişimlerin içinde yer almış, islami kesimden de olsa ideolojik
hatlarını, sosyalizmin dinsel bir ifadesi olan “Mülk Allah’ındır” diyerek, iktidar, servet ve kapitalizm eleştirisi
üzerine kurmuş, dinsel reformcu bir tevhid anlayışına bu bağnaz önyargının
gerekçesi nedir?
Bilim yaşlanmayı insan vücudunda
zihinsel ve biyolojik süreçlerin tersine çalışması olarak kabul eder, yaşlanmayla
birlikte özgür zihinden daha dogmatik bir dünya algısına geçiş tipiktir, Orhan Gökdemir, siyasi bağnazlık yerine, aydın
zihinlerin büyük fazileti olan “eleştiri silahını” önce kendisine ve hicret ettiği, bir despotun Türkiye’deki ideolojik enkarnesi TKP çevresine çevirmelidir,
yoksa daha öncede söylediğimiz gibi (6),
akıbeti, bir siyasi iflas olan hocası Yalçın Küçük ya da yıkıntılarından şimdiki
dinci, mezhepçi, ırkçı gericiliğin hortladığı çökmüş Sovyet rejimi gibidir..
03.09.2017
Notlar:
(1) Orhan Gökdemir’in yazısı burada bulunuyor: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/anti-kapitalist-muslumanin-son-yolculugu-207514
(2) Eric Hobsbawm, Kısa 20.Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı,
Sarmal Yayınevi, 1996, sayfa 439.
(3) Eric Hobsbawm, Kısa 20.Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı, Sarmal
Yayınevi, 1996, sayfa 446.
(4) Sözcükler insanı sınırlar, daha geniş anlamları gizler ve siyaset,
iktidar hırsı adına bazı gerçeklerin perdelenmesidir, Stalin’in bir gerici
otokrat olduğunu Orhan Gökdemir’in bizzat kendisinden duymuştuk, ama siyasi
sorumlulukları gereği (!) bu konudan ulu orta bahsetmeyecektir.
(5) Rusya’da Stalinist diktatörlük konusunda çok geniş bir kaynakça
var, dileyen şu ayrıntılı online kaynağa da bakabilir: http://www.gunzileli.com/2009/12/25/bitmeyen-tarih-ersen-olgac/
(6) Dikine’den ayrılmasını
müteakip Gökdemir için şu yazıyı kaleme almıştık: http://dikine.blogspot.ca/2017/07/orhan-gokdemir-icin.html
Gönderen
Yeniyol
3 Eylül 2017 Pazar
15:06
Etiketler:
Ali Şeriati,
Devrim,
Dikine,
dikine grubu,
Din,
dinler tarihi,
İhsan Eliaçık,
marksizm,
Mustafa Çölkesen,
Sosyalizm,
uygarlık tarihi
Duyuru: Domain adresimiz
Bu duyuruyu müteakiben sitemize erişim için sadece www.dikine.net adresini kullanmanızı rica ederiz.
Gönderen
Yeniyol
2 Eylül 2017 Cumartesi
22:00
Maskelenmiş köprü : Ölüm ve Din
“..Korku tüm tanrıların anasıdır..” Titus Lucretius Carus, M.Ö 70
“…Aslında uydurma olan hiçbir din yoktur, tüm dinler kendilerine göre
doğrudurlar, hepsi, kendine has biçimlerde, insan varlığının verili koşullarını
yerine getirirler..”
Emile Durkheim (1)
İnsanı anlamadan ve tarif etmeden onun din, ideoloji, imge ve sembollerini
yorumlamamız mümkün değil, din ve inançlar geleneği eğer insanın ezelden beri
gelen tamamlayıcı bir parçasıysa kökenleri nedir, nasıl hasıl olmuştur?
İnsan, öncelikle fizyolojik bir varlık olarak, bir bilinmeyenler ve
tehditler, riskler ve fırsatlar dünyasına doğmaktadır, geçici sığınağı anne
kucağında temel fizyolojik gereksinimlerini karşıladıktan sonra benliğini
keşfetme aşaması ve ilerde sorunlarla kendi başına başa çıkmak anlamına gelecek
bireysel bağımsızlık evresinde ise, topluma uyum zorunluluğu olan “eğitim
evresi” eşlik edecektir ona, demekki toplum, bireysel bağımsızlığının önündeki
ilk ve en önemli engeldir birey için.. Eğer bir cangılda doğanın tüm vaat ve
tehditleri ile başbaşa kalmayı değil de, nispi güvenlik sağlayan toplum içinde
yaşamaya karar vermişse, kendisine haz veren tüm edimleri, dürtülerini belirli
sınırlarda karşılayabilecek şekilde, tüm yaşamı boyunca uyulması gereken
ayrıntılı bir kurallar bütününe uyması gerekecektir. Bu sadece uygarlıklar için
değil, günümüzde çok az kalmış yaban topluluklar için de geçerlidir.. Topluma
eşsiz kişiliği ve yaratıcı potansiyeli ile güç taşıyabilecek birey, daha ona
dahil olduğu anda onun gücüyle sınırlanmakta, fethedilmektedir.. (2)
Karnını doyurma, barınma, giyinme, cinsellik, uyku, bedensel sağlığını
koruma, hayatta kalma gibi ana fizyolojik gereksinimler karşılandığında toplum
içinde bir denge algısı oluşur evrensel bireyde, bu istikrarlı bir varlık
duygusudur, ancak karmaşık hayatın akışı içinde belalar, beklenmedik ve
istenmeyen durumlar, hastalık, afet, savaş ve ölüm riski her zaman
olasıdır ve sezinsel olarak bu riskleri hissetmekte ve bu riskler tüm o
tatmin duygusunun “geçici bir denge” olduğu hissiyatını yaratmaktadır, bir
afet, savaş ya da krizde aç veya susuz kalabilir, kıtlıkta beslenme kaynakları
tükenebilir, bir hastalık ya da kaza, yaşam koşullarını işlevsiz
kılabilir ya da ölümle sonuçlanabilir..
Ancak insanın ezelden beri, en ilkel topluklardan neolitiğe oradan
uygarlığa varana değin, en büyük korkusu ölümdür, yüzbinlerce yıldır insan ırkı
olarak, sel, tufan, afet, iklimsel değişiklikler, vahşi hayvan saldırıları,
salgın hastalıklar gibi doğanın meydan okumalarına ve yıllarca süren savaş ve
katliamlara direnebilmiş ve aklın güdümündeki icatlarıyla mucizevi uygarlık
kuruluşlarını gerçekleştirebilmiş insanlık, ilkel topluluklardan uygar insana
ölüm karşısında hep yıkılmıştır. Henüz yaban topluluklarda ölüm, sadece
toplumdaki bir bireyin kaybı değil, o toplumun tüm bireylerinde yarattığı acı,
hüzün ve acizlik duygusuyla toplumun birlik temellerini de sarsan bir
felakettir..
Ancak toplum, sahip olduğu Akıl sayesinde fizyolojik olarak çözüm
bulamadığı ölüme bir savunma mekanizması olarak içgüdüsel ve ivedi bir çözüm
geliştirmek zorundadır, yoksa her ölümde yaşanan hayatın geçiciliği ve
anlamsızlığı duygusu, o güne değin töre, inanç, ahlak ve yasaklar sistemiyle
örgütlediği bireylerde bir dağılma ve tedrici itaatsizliğe yol açabilecek,
toplum ilerde giderek bir kaos ortamına dönüşebilecektir.. O halde ölüm, o
toplumun ileri gelenleri tarafından manevi olarak dıştalanmalı ve yadsınmalıdır,
ölen sadece bedensel olarak ölmekte ve insanın görünmez yanı olan ruhu aslında
başka alemlerde yaşamaktadır, işte burası, dinin, insan toplumları
varolduğundan beri, onun almış olduğu toplum biçiminden bağımsız olarak
varolduğu, insana ölümü yadsıtarak bir toplum ve tarih tesellisi sunduğu yerdir.. (3)
Herşey “insanın ağız tadını bozan” ölüm (4) karşısında ruhçuluk, animizm
ile başladı, yabanıllarda ölen ataların ruhu
bir tapınç nesnesi haline getirildi (5);
şamanlar hastalıklara çare bulmak, kayıp ruhları aramak için yeraltı dünyasına
seyahat ettiler, yabanıllar topluluklarına kabul edeceği bireyleri sembolik
olarak öldürüp yeniden doğmalarını (6)
sağlamak için çeşitli kült ayinleri düzenlediler, neolitik topluluklar kıtlık,
afet, hastalık ve ölümden korunmak için tanrılara sunular, kurbanlar sundular,
dünyanın bin bir yanında ilahi düzenin kaosa dönmemesi için rahip krallar
yaşlandığında öldürüldü ve genç ve yeni krallar tahta çıkarıldı (7),
Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı antik Ortadoğu topluluklarının kutsal metni
haline geldi, Tevrat’ta ve Gnostik tarikatlarda (8) yaratılmış
Adem’e ruh üflendi, Hindularda ruh enkarne oldu, Mısır’da ölen Osiris,
her firavunun öldüğünde onunla özdeşleşeceği yeraltı tanrısı haline
getirildi (9), ölüm karşısında ruhçuluk öğretisi Mısır'dan Tibet'e
varıncaya değin devasa bir "Ölüler Kitabı" külliyatı haline geldi, Sümer’de
ölen ve her yıl baharda bitkilerle birlikte yeniden doğan Dumuzi (Tammuz),
tanrıça karısının kıskançlığıyla ölüler dünyasını ziyaret etti (10), İsa öldü ve yeniden dirildi ve
azizler, Paulus ve peygamber Muhammed göğe yükseldi, ölümle sonunda toprağa
dönecek insan çeşitli dinlerde zaten topraktan yaratılmıştı..
Geçtiğimiz binlerce yılda bin bir yaratıcı biçim alarak, Joseph Campbell’in deyişiyle “binbir maske takarak” ölüm karşısında insanın yegane savunma mekanizması işte bu manevi tasarımları üretti..
“..kendilerine yakarılan ve kurbanlar sunulan doğaüstü varlıkların
yanısıra toplumda bir de kutsallığın uzmanları vardır..” diyor ünlü
dinler tarihçisi Mircea Eliade “.. ruhları görebilen, göğe
çıkıp tanrılarla konuşabilen, yeraltına inebilen, şeytanları ve hastalıkları
yenebilen kişiler. Şamanın toplumun psişik bütünlüğünü savunma işindeki
temel rolü işte bu noktada belirir: İçlerinden birinin kendilerine yardım
etme yeteneğinde olduğundan emindirler. Toplumun üyelerinden birinin
ötekilerden saklı ve görünmez şeyleri görebildiğini ve doğaüstü dünyalardan
dolaysız ve kesin bilgiler getirdiğini bilmek herkes için rahatlatıcı ve
avutucudur..” (Mircea Eliade,
Şamanizm, İmge Yayınları, sayfa 554).
Ve bir kez ruhçuluk tasarımı yaratıldığında, insanın yaratıcı imgeler
dünyasında hayaletler, kötü ruhlar, melekler, şeytan ve ifritler, kahramanlar
ve kurtarıcılar, öte dünyadan haber veren fal, kehanet, büyü gibi araçlar da
belirdi, bunların hepsi insanın derin “yaşama
içgüdüsü” ile henüz üstesinden gelemediği o kara ölüme karşı bir savaştı..
İnsanlık tarihi bize, çok açık bir şekilde, insanlığın önce kutsallaştırmadan akledemeyeceğini (11) göstermiştir: bir bebek için baba bir kahraman, anne bir peridir ve yaşam bir masal gibi gözükmektedir, bilimin muazzam ilerlemesinin temelinde gizemcilik, simya ve çeşitli sayı gizemciliğinin olması, ilksel büyü ve otacılıktan hekimliğin, kadim falcılıktan, rahiplerin gezegen ve yıldız gözlemlerinden modern astrolojinin doğması bunun kanıtlarıdır..
Her ne kadar ölüm, dinsel avuntularla toplum için giderilmiş gibi de
gözükse, bastırılmış bir tedirginlik olarak insanın
şuuraltında yaşamaya devam eder (12), şuuraltı ise dünyanın olağan
prensiplerine uymayan özerk bir karanlık alem düzeneğidir, Freud bastırılmış
korkuların nevrozlar halinde zıttına atlayabileceğini ve buna saldırganlığın
nedeni olan ölüm içgüdüsünün de dahil olduğunu (13) iddia
eder.
Dinler, birey ve toplumu derin umutsuzluğa sevkeden yıkıcı ölüme el koyarak
onu kutsal alana öteledi, ancak biz teselliyi ölümde değil (14), bizzat
“yaşamda” arayan ve onu akıl, vicdan, eşitlik ve adalet ülküsüyle yaşanılır ve
değerli kılmak isteyenlerdeniz...
20.08.2017
twitter: https://twitter.com/clksnme
Notlar:
1) Emile
Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Ataç Yayınları, 2005, sayfa 19
(İngilizce baskıdan karşılaştırmayla çeviriyi biraz değiştirdim).
2) “.. dinsel öğreti ve törenlerin ana amaçlarından biri, dolayısıyla benlik duygusunun olabildiği kadar bastırılması ve katılım duygusunun geliştirilmesidir.. “.. ve son olarak bütün mistik çabalarda esas hedef, benlik damlasının Bütün’ün okyanusunda erimesidir..” Joseph Campell, İlkel Mitoloji, İmge Yayınları, 1992, sayfa 89.
3) İlkel topluluklarla 2 yıl birlikte
yaşayarak onları yakından gözlemlemiş olan Malinowski bu hususu ünlü eseri
“Büyü, Bilim ve Din’de” (Kabalcı Yayınevi, 2000) ayrıntısıyla ele almıştır.
“İlkellerin İnanç ve Tapımında Yaşam, Ölüm ve Yazgı” bölümüne bakınız.
4) Mircea Eliade, neolitik öncesi en eski mezar buluntularının (Moustier çağı
M.Ö. 70.000 – 50.000) simgesel anlamlarını çözümlerken şunları ifade eder: “en
eski çağlardan bu yana ölüm sonrası hayata inanç, kırmızı toprak boya
kullanımıyla kanıtlanmış gibidir; bu boya ritüel anlamda kanı ikame eder, yani
hayatın simgesidir. Cesetlerin üzerine kırmızı boya serpiştirmek bütün
yerkürede zaman ve mekan içinde yaygın bir adettir..” ve devamında, bulunan
mezar yönlerinin güneşin doğduğu yöne paralel, yani Doğu’ya bakıyor olmasının
da bir yeniden hayat umudunu temsil ettiğini belirtir. Mircea Eliade, Dinsel
İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1, Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 23 ve 25.
5) Yabanıl hayata, vahşi doğadaki riskler ve kaza, hastalık v.b istenmeyen
durumlar nedeniyle hep bir tedirginlik ve “korkunun” eşlik ettiği birçok
antropoloğun ortak kanısıdır, yabanıl, ölümün doğal nedenlerden değil, büyüden
kaynaklandığı inancındadır: “..ölülerin
ruhları, tehlikeli ruhlar olarak görülür, bunlar, öteki dünyaya
gönderilmelerine gücenirler ve şimdi kötü durumlarının intikamını almak için yaşayanların
peşine düşmektedirler..”, ve yatıştırılmaları gerekir. Joseph Campell, İlkel
Mitoloji, İmge Yayınları, 1992, sayfa 131. Ayrıca
bakınız: Sigmund Freud, Dinin Kökenleri, Payel Yayınları, 2002, sayfa 110. Campbell, Afrika’daki neolitik
topluluklarda, ruhun asıl yaşadığı yer olduğuna inanılan kafatası kültünü Leo
Frobenius’dan aktarır: sayfa 132. Tarımla birlikte, bitkilerin ölüm ve yaşam
çevrimi, “bereket tapımı” ve “ölüler tapımını” birbirine yakınlaştırır: (Anadolu’da)
“…kafatası tapımı Hacılar’da (M.Ö 7.000) yaygın bir biçimde doğrulanmaktadır.
Çatalhöyük’te iskeletler ev tabanlarının altına, cenaze armağanlarıyla birlikte
gömülmüştü..” Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1,
Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 63.
6) Sir James Frazer, dinin totemcilik aşamasında olan ilkel toplumlarda
erginlenme ayinlerinin toteme aktarmak üzere gencin ruhunun çıkarılması
olduğunu savunur: “..öyleyse bu ayinlerin rolü, insan veya totemi arasında
yaşam ve ruhların takas edilmesidir.. “.. genç insan olarak ölür ve yaşama
hayvan olarak döner, hayvanın ruhu artık bedenindedir ve onun ruhu ise hayvanın
[totemin] bedenindedir…” James George
Frazer, İnsan, Tanrı, Ölümsüzlük, Altınbilek Yayınları, 2014, sayfa 492.
7) Antropolog Frazer’in ünlü eseri “Altın
Dal” bu tema ile başlar ve eserinin sonraki sayfaları buna tarihten çokça örnek
verir, Sir James Frazer, Altın Dal, Payel Yayınevi, 1990.
8) Gnostik Nag Hammadi metinlerinde
Demiurge veya kötücül güçler tarafından yaratıldıktan sonra Adem’in cansız
bedeni günlerce ortada kalır, sonra Gizli tanrı Nur aleminden melek göndererek
Adem’in bedenine hayat (ruh) üfler. Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Gnostik
Mitoloji’de Düşük Motifi, 19 Mayıs İlahiyat Fakültesi Dergisi.
9) Plutark ünlü eseri “Isis ve Osiris”
de, Osiris’in sadece Mısır değil, dünyaya medeniyet taşıyan insan biçimli bir
tanrı olduğunu yazar, ancak Seth tarafından öldürülür ve cesedi parçalara
ayrılır.. Plutark, Isis ve Osiris, Ruh ve Madde Yayınları, 2006; Frazer ise
Altın Dal’da antik dönem boyunca Ortadoğu’da her yıl Osiris için yas
düzenlendiğinden bahseder.
10) Ortadoğu’da çeşitli isimler (Adonis, Attis, Dionysos vs.) altında ve sıkça
görülen ölen ve yeniden dirilen bir tanrı figürü olan Dumuzi ya da Tammuz,
Sümer ve Babil aşk ve savaş tanrıçası İnanna’nın kocasıdır, İnanna’nın indiği
ölüler dünyasından kurtulması için yer altında tutsak kalır, Samuel Noah Kramer
ve Mircea Eliade miti yorumlarken benzer düşüncededir: “Mit Ereşkigal’in
krallığını fethe, yani ölümü yok etmeye giden aşk ve bereket tanrıçasını
uğradığı bozgunu anlatır..” Bakınız: Mircea Eliade Dinsel İnançlar ve
Düşünceler Tarihi, Cilt 1, Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 88, ayrıca bakınız:
Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, İmge Yayınları, 2002, sayfa 26.
11) Tevrat’ın yasak bilgi ağacı ile sembolleştirdiği Akıl, doğa ve tarihin şiddetli meydan okumalarıyla sıçramalı bir gelişim izlemiş olmalı, burada önemli olan, önceden icatlar süreciyle doğaya yansıtılmış olan Aklın artık bambaşka bir evrede bulunmasıdır: Bu, Aklın, gen kopyalama ve dahası tehlikeli “yapay zeka” süreci ile “kendini kopyalama (kendi suretini yaratma) evresi”dir, yakınlardaki bir haberde sosyal medya için geliştirilen yapay zeka robotlarının kendi dilini konuşmaya başladıkları duyuruluyordu.!
11) Tevrat’ın yasak bilgi ağacı ile sembolleştirdiği Akıl, doğa ve tarihin şiddetli meydan okumalarıyla sıçramalı bir gelişim izlemiş olmalı, burada önemli olan, önceden icatlar süreciyle doğaya yansıtılmış olan Aklın artık bambaşka bir evrede bulunmasıdır: Bu, Aklın, gen kopyalama ve dahası tehlikeli “yapay zeka” süreci ile “kendini kopyalama (kendi suretini yaratma) evresi”dir, yakınlardaki bir haberde sosyal medya için geliştirilen yapay zeka robotlarının kendi dilini konuşmaya başladıkları duyuruluyordu.!
12) Freud, “Bilinçdışımız dediğimiz
şey – ruhsal yapımızın, içgüdüsel dürtülerden oluşan en derin katmanları-
negatif hiçbir şeyi, hiçbir yadsımayı tanımaz, orada karşıtlıklar
çatışır..” diyor. Sigmund Freud, Uygarlık, Din ve Toplum, Öteki
Yayınları, Ankara 1995, syf. 84
13) “..Ya da Erich Fromm'un belirttiği
gibi, kötülük "yaşamın kendi kendine karşı çıkması" ya da "ölü,
çürüyen, yaşamayan ve bütünüyle mekanik şeylere duyulan hayranlıktır..”
Jeffry Burton Russell, Şeytan, Kabalcı yayınları, 1999, sayfa 19
Gönderen
Yeniyol
20 Ağustos 2017 Pazar
17:09
Etiketler:
Cennet,
Dikine,
dikine grubu,
Din,
dinler tarihi,
İslam,
Mircea Eliade,
Mit,
Mitoloji,
Mustafa Çölkesen,
Şamanizm,
uygarlık
Kurban Kültü ve Arkaik Anlamları üzerine
Göktuğ Halis
Kendini Yahudi-Hıristiyan
dizgesinin bir parçası olarak tanımlayan İslam geleneğinde Kurban, imanın temel
koşullarından biri olarak kabul edildi.
Kurban ritüelinde İslam geleneği
kendini modern tek tanrılı dinlerin kurucu-mitsel atası İbrahim’e dayanan bir
söylence-mite dayandırdı. Bu öykünün kökenleri Kitab-ı Mukaddes’in
Tekvin-Yaratılış- bölümüne dek uzanmaktadır. Çokları için tanıdıktır:
Söz konusu anlatıda, yaşamının bu
aşamasına dek "samimi bir
imanla" Rab'be bağlılığını ispat etmiş olan İbrahim’in sınamaya tabi
tutulduğunu anlarız. Rab, İbrahim'i
sınamak ister; oğlu İshak "Moab diyarında kendisine kurban verilmelidir.
Gerçekten de İbrahim, Rab'bın
emrini sorgulamadan yerine getirir. Yanında hizmetçileri ve oğlu İshak olduğu
halde Moab'a yönelir. İsa'nın, ölümüne sebep olacak haçı sırtında taşıması gibi
İshak da, kurbanın Tanrı'ya adanan kısımlarını yakma işine yarayan
"odunlarını" sırtında taşımaktadır.
Mit, İbrahim’in oğlu İshak,
Rab'be tam kurban verileceği sırada göksel bir müdahalenin yaşandığını aktarır.
Gökyüzünden inen bir melek onu engeller. (1)
Allah yolunda kalan tek oğlunu kurbana hazır olan bir peygamberin içten
imanı, ödüllendirilmeye layıktır.
Hıristiyanlık dışında, modern tek
tanrılı dinlerin kurban kültünün dayandığı bu öyküde dikkate değer birkaç mesaj
bulunuyor.
Bu mesajlara geçmeden önce genel
bir ilkeye değinmeliyim: Zerdüşt'ün yaşam öyküsünde de göreceğimiz gibi (2), bir kutsal törene karşı çıkış yalnızca
uygulamaya ya da kareografiye karşı çıkış değildir. Bu kalkışma simgesel bir değer taşır ve çok daha geniş bir kabulün, o
ritüeli zorunlu koyan "dinin" reddedildiğini gösterir. En azından
bir reform yaşandığı gerçektir.
İbrahim örneğinde bu ilke şu
anlama gelir:
İshak'ın kurban edilişi öyküsü,
yalnızca İbraniler için geçerli bir "ritüelin" çağları aşan
yaygınlığının kökenini açıklama gayesi taşımaz. Aynı zamanda, özellikle “Çıkış”
sonrasında karşı karşıya gelinen Kenan inanışının "çocuk kurbanına"
dayanan geleneksel "kutsal törenlerine" karşı bir tavır niteliği
taşır (3).
Bereket ve verimlilik amaçlı
kurban ritüelinin, Kenan illerinde insan, özellikle çocuk kurbanına varan
aşırılıklara vardığı bugün kesin olarak bilinmektedir. Özellikle neolitik
topluluklarda, mevsimsel döngülerde ya da verimlilik kaygısının yoğun olduğu
sembolik tekrarlarda gerçekleştirilen insan kurbanı uygulaması Avustralya’dan
Amerika kıtasına dek uzanan yaygınlığa sahiptir. Neolitik dönem inancının bu
belirgin niteliği, J. Campbell’in
deyimiyle medeniyetin bir katliamla başladığını gösteren mitolojilerce de
doğrulanmıştı (4).
Elbette bu inanç, öldürülen kişilerin Tanrı haline geleceği-ya da
öldükten sonra dirileceği-yönündeki bir başka inanç biçimiyle katmanlaşmıştır.
Bu İsa’nın ölümü ve dirilişiyle ilişkili çok daha kadim bir izleğin parçasıdır.
Diğer taraftan insan kurbanı
göçebe topluluklar için işlevsizdir. Bu toplulukların etkin bir nüfus kontrolü
uyguladıkları biliniyor. Bu mücadele ve savaşlar içerisinde yaşayan bir kavmin
duyduğu insan ihtiyacı bağlamında da işlevsiz bir uygulamadır. Elbette İbrani
öğretisinde Her şeyden önce "çocuk" kurbanı, Tanrı'nın "semereli
olun" ve "çoğalın" gibi otantik emirlerine de aykırılık teşkil
eder (5).
İnsan ve Tanrı’yı buluşturan ritüelin unutulan anlamı: Eşitlik
Kuşkusuz İshak’ın kurbanı
mitosunda geçen iki kurban biçimi -insan ya da hayvan-ne olursa olsun, bizlere
bir gerçeği daha hatırlatır. Dini inancın en ilkel biçimlerine dek kurban
uygulamasının izlerini sürebiliyoruz ve nerede bu ritüele rastlasak insan ile Tanrı’nın buluştuğu bir anlam
dağarcığına temas etmiş oluruz.
E. Durkheim tarafından
insanoğlunun ilk dini olarak betimlenen bu dinin kökeni “totem” sözcüğünün ilk kez 1791 yılında J. Long isimli bir
İngiliz tarafından K. Amerika yerlilerinden öğrenildiğini aktarır Freud (6). Kural
olarak yenebilen "zararsız ya da tehlikeli olabilen bir hayvan, ender
olarak da bir doğa unsuru ya da bitki” olarak tanımlanabilir.
Yukarıdaki tanımda geçen yenilebilirlik
hususu tartışmalıdır. Zira kimi topluluklarda totem etinin yenmesi kesinlikle
yasaklanır.
Uzmanlar bu çelişki hususunda
kesin bir netliğe ulaşamadı. Bu kabulün toplumdan topluma farklılık gösterdiği
açıktır ve bir genelleme yapabilmek oldukça zordur. Türk-Moğol geleneğinde
“ata-hayvan” kurbanının bulunmadığı görüşünde olan Roux, buna karşın, kül rengi
öküz ve beyaz atın kurbanı ile ilgili bilgiler karşısında şaşkınlığını
gizleyemez. Ulaştığı sonuç ise tatmin edici olmaktan uzaktır: “Büyük bir karışıklık buna yol açmış olabilir. Atlar
ve öküzler, gök ve yere kurban edilir. Gök ve yer atalarla karıştırılmıştır. At
ve öküzler ise atalar olduğu için ataların kurban edildiği sanılmıştır (7).
En doğru çözümlemenin şu şekilde
yapılabileceği kanaatindeyim:
Totem, belli dönemler-özel günler-dışında eti yenmesi kesinlikle yasak
olan-bir soy bağının ilk örneğini-ata’yı temsil etmektedir.
Yemek yiyen ve eti yenilen Tanrı sembolizmi
Totemin “yenilebilirliği”
konusunda ilerledikçe tüm toplumun katıldığı kutsal ayinlerde, totem hayvanının
yeme amacıyla kurban edildiğini saptamak mümkün hale gelir. Totem” dininin
dinamikleri tüm toplumun katılmasının şart olduğu törenlerle söz konusu ilahın
kurbanıyla ilgili varyasyonlar içerir.
Freud’un da belirttiği gibi,
totem hayvanının kanı, eti ve kemikleri çiğ olarak tüketilirken, klan üyeleri,
kutsal hayvana benzer biçimde giyinir; onun gibi hareket eder. Toplumun hiçbir
ferdi yeme eyleminden kaçamaz; bu törenlerin amacı, ikilidir. Hem, öldürülen hayvanın kutsallığını
özümseme hem de öldürmenin sorumluluğunun reddedilişiyle ilintilidir bu durum.
Yani tüm toplumun sevap ve günah ikiliğini ortaklaşa karşıladığı bir eylem
olarak gözüküyor…
Totem dininde kurban uygulamasına
ilişkin analitik çözümlemenin bir boyutunda herhangi bir hayvanın
yenebilirliği, yaşam özünün insana aktarılması anlamını içerdiğini de bu
aşamada belirtmeliyiz. Uygulamada ilkel inancın, kendini bağladığı ve yaşam
gücü sunduğu ilksel atanın gücünün bedene transferi gerçekleşmiş olur.
Herkesin eşit olduğu bir sosyal buluşma: Kutsal yemek kültü
Söz konusu tanım, bu haliyle
“ilkel” avcıların hayvanı “baba”-soyun başlatıcısı- olarak görme eğilimi
Freud’un ilk kurban olarak baba düşüncesini etkilemiş olabilir.
Bu “yemek kültürü ekseninde”
insan türünün, kendi ilahıyla buluşma merasimi; onun gücünün özümsenmesi,
arkadaşlığın paylaştırılması sürecidir.
Kurban yemeği sayesinde Tanrı, ona
tapanların “sofra arkadaşı” olur. Roux’un aktardığı gibi “Robertson
Smith’den beri kurbanın Tanrı’nın eşlik ettiği bir yemek olduğu bilinmektedir…”
Aynı kaynakta “Tanrı’ya sunulan yemek tanrıyla aynı anda yeniden Tanrının sofra
arkadaşı oluruz…” (8).
Totemizm bağlamında kurban,
uzmanların da sıklıkla değerlendirdiği gibi eninde sonunda “Tanrı ile
kulu”-“Ata ile onun soyundan geleni” yahut “doğanın güçlü ruhları-modern tek
tanrılı dinlerde Melek inancına evrilecek güçleri-insan ile aynı sofrada
buluşturan bir uygulama olarak tanımlanabilir.
Hiç kuşkusuz bu yemek-sofra-şölen
gibi olguların dinler tarihindeki kutsal yeri ve bağlamıyla ilgili farklı bir
konuya yönelik analizle desteklenmelidir. Ancak bu noktada şu önemli husus
belirtmeliyim: Totem, açık biçimde bir topluluk temsilidir. Topluluğun, kurucu
ata miti ve onun gücünün aktarımı, kelime anlamıyla tanrının katıldığı bir
sofra edimi bir metafordur. Gerçek anlam
ve sembollerde gizli güç, tüm topluluğun, “eşit ve hiyerarşisiz bir biçimde”
aynı sofrada buluşmasını öngörmektedir.
Durkheim’in “Tanrı toplumdur” dediği, budur (9).
İsa’ya giden yol
Elbette Neolitik inanç
biçimlerine giden yolda Şamanizm’in kurban uygulamalarına da tek cümle ile de
olsa değinme zorunluluğumuz bulunuyor:
“Bir av töreni öncesinde, bir
hastalığın tedavisinde (10), kayıp ruhun çağrılmasında ya da mevsimsel
döngülerin eşiğinde, toprağın ürünlerinde verimlilik sağlamak isteyen
topluluklarda kurban, doğanın güçlerini (11),
evrensel ya da lokal doğa ruhlarını insana yardımcı hale getirebilir.
Neolitik döneme özgü kurban ritüelinde
anahtar kavramın “verimlilik” olduğunu belirterek ilerleyebiliriz. Yukarıda da
kimi yerlerde değindiğim için şimdilik, verimliliğin sağlanması için topluluğun
kurban ettiği genç insanların yeniden dirileceğine duyulan inancın asal bir
yapı oluşturduğunu tekrarlamakla yetineceğim.
Yeniden dirilen Tanrı motifinin
bizler için bilinen en yaygın örneği İsa’dır. Hıristiyan teolojisinde İsa’nın
kendini kurban olarak sunduğunu ve tanımladığını biliyoruz. Elbette bu öyküde
İsa, ilk günah temasıyla ilişkili bir karakter olarak biçimlenmektedir.
İsa, ilk günah için kendisini
kurban seçerken, tüm insanlık adına küskün Baba’yla barışmanın anahtarını
sağlamak üzere kendini feda edecek mitsel kahraman rolüne bürünür
Bir diğer deyişle İsa kendisini
kurban olarak sunarken, artık babanın yerine geçmek arzusundan vazgeçildiğinin
sözünü vermiş olur.
SONUÇ: Yitirilen anlam ve eşitlik ideali
Bu açıklamalar ışığında, modern
tek tanrılı dinlerin kurban tanımının bu kurucu ilkeye yönelik ilksel
tanımlardan bir kopuş ve geç dönem bozulmalarını içeren bir uzantı olduğunu
söyleyebilecek noktadayız artık.
Mitsel anlatılardaki sembolizmin
çözümlemesinden uzak yorumcuların, “Tanrı’nın bir sofrada oturup yemek yemesi
ya da yaratıcının etinin yenmesi gibi olguları “sapkın-heretik” ya da “pagan”
öğeler olarak nitelediğini biliyoruz. Elbette bu yorumların ortodoksi açısından
acil bir önem taşıdığı gerçektir. Özellikle İslam gibi, geçmiş dinleri, bozulmuş, kendini de sahih olarak niteleyen bir dini ideoloji için bu tip
çıkışların yaşamsal olduğunu biliyoruz. Ancak bu yorumlardaki temel hata, dinin
bilinç dışı kökenlerinde yer alan kimi unsurların, dinin temel öğelerini
meydana getirdiğini görmezden gelmesidir.
Doğaldır ki, İbrahim’e Lut’un yok
edileceğini haber veren üç göksel varlığın inişi ve gerekse Yeni Ahit’te yer
alan son yemek sahnesinde görüldüğü gibi, dini ideolojilerin zamansal evrimi,
kendini arkaik anlamlardan yeterince kurtaramaz ve bilinç dışı kökenlerin
varlığına işaret etmeyi sürdürür.
Bir örnek olarak İsa’nın son
yemeğini verebiliriz. Arketipsel bir kaynak olarak Tanrı ile kulların yemeği
olgusu, İsa’nın “son yemeği” sahnesinde başarıyla canlandırılır. İnsan türünün
türediği düşünülen ilksel varlığın-ilk Ata’nın “törenler” eşliğinde yenmesini
ön gören arkaik anlamla temas çok güçlüdür. İncil’in sözleri, Tanrı ile insanı
aynı masada buluşturan bu gerçeklik alanının en bilindik örneklerindendir:
“Alın, bu benim bedenimdir”
diyerek öğrencilerine verdi. Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine
verdi. Hepsi bundan içti. “Bu benim kanım” dedi İsa, “Birçokları uğruna
akıtılan antlaşma kanıdır.” (12)
Günümüz dinlerinin, kurbanın
yorumu hususunda, kendini insanlığın ilk günah yükünden arındırmak için kendini
kurban eden İsa’nın anıştırdığı ilksel anlamlardan çok uzağa evirildiğini
görmek mümkün.
Yeni yorum, yalnızca dini bir
emir olarak hayvanların kanının akıtılmasına indirgenmiştir. Tüm ritüeller
gibi, gündelik yaşamla ilişkisinin kopmuş, somut amaçsallığın yitirilmiş
olduğunu görürüz. (13)
Oysaki ilkel kültürlerde kurban, Tanrı ile insanı buluşturan bir anlam,
bir eşitlik ve verimlilik ilişkisi sunmuştu.
Böylece “ilerlemecilik” ilkesinin
eleştirisi için elverişli bir kaynağa daha ulaşmış oluyoruz.
25.07.2017
Notlar:
1) Ve İbrahim elini uzattı, ve oğlunu boğazlamak
için bıçağı aldı. Ve RABBİN meleği göklerden ona çağırıp dedi: İbrahim,
İbrahim; ve işte ben, dedi. Ve dedi: Elini çocuğa uzatma ve ona bir şey yapma.
Çünkü şimdi bildim ki sen Allah’tan korkuyorsun, ve kendi biricik oğlunu benden
esirgemedin. Bkz. Tekvin 22: 10/12
2) Zerdüşt de kendi döneminde
rahipler sınıfının sürdüğü yaşam tarzı ve statüsüne yönelik eleştirisine kanlı kurban
törenlerini eleştirerek başlamıştı. Zerdüşt’ün eleştirisinin bir çoban olarak
hayvanlarla kurduğu yakın ilişkinin beslediği sevgiden türediği yorumları fazla
abartılmamalıdır. Zira kesilen etin yoksullara dağıtıldığı kurban kesimlerini
desteklediğini biliyoruz. Bununla birlikte onu temel hedefi sosyal yozlaşmanın
nedeni olduğunu düşündüğü din adamları sınıfıdır. İsa’dan yüzlerce yıl önce
Zerdüşt, yüksek sınıfın sırtını döndüğü zengin din adamları sınıfına öfkelidir.
Bir örnek için bkz. Taroparewela 29-1, s. 116.
3) Batı Samileri kurban şenliklerinde, hala memede olan
yüzlerce çocuğu Baal için ateşe atma ritüelini kuşaklar boyunca sürdürmüştü.
Paralel bir yorum için bkz. ÖRS, Hayrullah s. 52.
4) Campbell, tarımcı topluluklarda insan
kurbanının yaygınlığı hususunda doyurucu açıklamalar yapmıştır. Bk. İlkel
Mitoloji s.291’de: “bitki egemenliğindeki Ekvator bölgesinde gördüğümüz insan
kurbanı insan kaderinin bitki dünyasındaki ölümü, çürümesi ve verimli dönüşümü
ritleriyle belirlenmiştir…”
5) İbrahim’in oğlunu kurban etmek yerine,
“hayvan” kurbanına yönelişi, kavminin, yerleşik-tarımcı topluluk geleneklerini
sahiplenmediği “göçebe-avcı” yaşam tarzına tabi olduğunu vurgulayan simgesel
bir anlatım da olabilir. Zira hayvan kurbanı göçebe topluluklarda daha yaygın
bir gelenektir.
6) FREUD, S. Totem ve Tabu.
(A.T.K Çevirisi), s. 189-190.
7) ROUX. J. P. Orta Asya’da
Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar s. 330.
8) Roux a.g.e. Roux s. 218.
9) “Çünkü bir toplum yalnızca,
kendisini meydana getiren fertler yığınından, onların işgal ettikleri
topraktan, kullandıkları şeylerden ve icra ettikleri hareketlerden değil,
özellikle de onun kendisi hakkında oluşturduğu idealden meydana
gelir..."s. 495... Ayrıca bk: "Tanrı toplumun mecazi bir ifadesinden
başka bir şey değildir..." DURKHEIM, E. Dini Hayatın İlkel Biçimleri s.
274
10) Bir hastalığın tedavisinde
kurbanın rolü hakkında bkz. KOECHEROWA, L.M. "Şaman Ayini Yeniden Yapılanma
Deneyi" s.78,79,80.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/1190/13750.pdf.
11) “Buriyatlarda dağların,
nehirlerin, ırmakların, göllerin, ormanları vs’nin uzun zaman önce ölmüş
kişilerin ruhları tarafından canlandırıldığı düşünülürdü…” alıntı için bk. Roux
s. 33. Şayenlerin, büyük su kütlelerine kurban adama ritüellerini açıklayan bir
mit ile ilgili olarak bkz. MARRIOTT, A-RACHLIN;Carol K. Kızılderili Mitolojisi
s. 77-83. Bu öyküde bir yılana dönüşen Şayenlinin son isteğinde bahsedilir.
12) Matta: 26 ve sonrası
13) Bunun tek istisnası adak
uygulamalarında halen görülmektedir. Bu bir dileği yerine getiren Tanrı’ya
sunulan bir armağandır artık.
Gönderen
Yeniyol
25 Temmuz 2017 Salı
16:23
Etiketler:
Arketip,
Dikine,
dikine grubu,
Din,
dinler tarihi,
Göktuğ Halis,
İbrahim peygamber,
İslam,
Kurban,
maddi uygarlık,
medeniyet tarihi,
Mezopotamya Dini,
Mit,
Mitoloji
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)