“..Korku tüm tanrıların anasıdır..” Titus Lucretius Carus, M.Ö 70
“…Aslında uydurma olan hiçbir din yoktur, tüm dinler kendilerine göre
doğrudurlar, hepsi, kendine has biçimlerde, insan varlığının verili koşullarını
yerine getirirler..”
Emile Durkheim (1)
İnsanı anlamadan ve tarif etmeden onun din, ideoloji, imge ve sembollerini
yorumlamamız mümkün değil, din ve inançlar geleneği eğer insanın ezelden beri
gelen tamamlayıcı bir parçasıysa kökenleri nedir, nasıl hasıl olmuştur?
İnsan, öncelikle fizyolojik bir varlık olarak, bir bilinmeyenler ve
tehditler, riskler ve fırsatlar dünyasına doğmaktadır, geçici sığınağı anne
kucağında temel fizyolojik gereksinimlerini karşıladıktan sonra benliğini
keşfetme aşaması ve ilerde sorunlarla kendi başına başa çıkmak anlamına gelecek
bireysel bağımsızlık evresinde ise, topluma uyum zorunluluğu olan “eğitim
evresi” eşlik edecektir ona, demekki toplum, bireysel bağımsızlığının önündeki
ilk ve en önemli engeldir birey için.. Eğer bir cangılda doğanın tüm vaat ve
tehditleri ile başbaşa kalmayı değil de, nispi güvenlik sağlayan toplum içinde
yaşamaya karar vermişse, kendisine haz veren tüm edimleri, dürtülerini belirli
sınırlarda karşılayabilecek şekilde, tüm yaşamı boyunca uyulması gereken
ayrıntılı bir kurallar bütününe uyması gerekecektir. Bu sadece uygarlıklar için
değil, günümüzde çok az kalmış yaban topluluklar için de geçerlidir.. Topluma
eşsiz kişiliği ve yaratıcı potansiyeli ile güç taşıyabilecek birey, daha ona
dahil olduğu anda onun gücüyle sınırlanmakta, fethedilmektedir.. (2)
Karnını doyurma, barınma, giyinme, cinsellik, uyku, bedensel sağlığını
koruma, hayatta kalma gibi ana fizyolojik gereksinimler karşılandığında toplum
içinde bir denge algısı oluşur evrensel bireyde, bu istikrarlı bir varlık
duygusudur, ancak karmaşık hayatın akışı içinde belalar, beklenmedik ve
istenmeyen durumlar, hastalık, afet, savaş ve ölüm riski her zaman
olasıdır ve sezinsel olarak bu riskleri hissetmekte ve bu riskler tüm o
tatmin duygusunun “geçici bir denge” olduğu hissiyatını yaratmaktadır, bir
afet, savaş ya da krizde aç veya susuz kalabilir, kıtlıkta beslenme kaynakları
tükenebilir, bir hastalık ya da kaza, yaşam koşullarını işlevsiz
kılabilir ya da ölümle sonuçlanabilir..
Ancak insanın ezelden beri, en ilkel topluklardan neolitiğe oradan
uygarlığa varana değin, en büyük korkusu ölümdür, yüzbinlerce yıldır insan ırkı
olarak, sel, tufan, afet, iklimsel değişiklikler, vahşi hayvan saldırıları,
salgın hastalıklar gibi doğanın meydan okumalarına ve yıllarca süren savaş ve
katliamlara direnebilmiş ve aklın güdümündeki icatlarıyla mucizevi uygarlık
kuruluşlarını gerçekleştirebilmiş insanlık, ilkel topluluklardan uygar insana
ölüm karşısında hep yıkılmıştır. Henüz yaban topluluklarda ölüm, sadece
toplumdaki bir bireyin kaybı değil, o toplumun tüm bireylerinde yarattığı acı,
hüzün ve acizlik duygusuyla toplumun birlik temellerini de sarsan bir
felakettir..
Ancak toplum, sahip olduğu Akıl sayesinde fizyolojik olarak çözüm
bulamadığı ölüme bir savunma mekanizması olarak içgüdüsel ve ivedi bir çözüm
geliştirmek zorundadır, yoksa her ölümde yaşanan hayatın geçiciliği ve
anlamsızlığı duygusu, o güne değin töre, inanç, ahlak ve yasaklar sistemiyle
örgütlediği bireylerde bir dağılma ve tedrici itaatsizliğe yol açabilecek,
toplum ilerde giderek bir kaos ortamına dönüşebilecektir.. O halde ölüm, o
toplumun ileri gelenleri tarafından manevi olarak dıştalanmalı ve yadsınmalıdır,
ölen sadece bedensel olarak ölmekte ve insanın görünmez yanı olan ruhu aslında
başka alemlerde yaşamaktadır, işte burası, dinin, insan toplumları
varolduğundan beri, onun almış olduğu toplum biçiminden bağımsız olarak
varolduğu, insana ölümü yadsıtarak bir toplum ve tarih tesellisi sunduğu yerdir.. (3)
Herşey “insanın ağız tadını bozan” ölüm (4) karşısında ruhçuluk, animizm
ile başladı, yabanıllarda ölen ataların ruhu
bir tapınç nesnesi haline getirildi (5);
şamanlar hastalıklara çare bulmak, kayıp ruhları aramak için yeraltı dünyasına
seyahat ettiler, yabanıllar topluluklarına kabul edeceği bireyleri sembolik
olarak öldürüp yeniden doğmalarını (6)
sağlamak için çeşitli kült ayinleri düzenlediler, neolitik topluluklar kıtlık,
afet, hastalık ve ölümden korunmak için tanrılara sunular, kurbanlar sundular,
dünyanın bin bir yanında ilahi düzenin kaosa dönmemesi için rahip krallar
yaşlandığında öldürüldü ve genç ve yeni krallar tahta çıkarıldı (7),
Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı antik Ortadoğu topluluklarının kutsal metni
haline geldi, Tevrat’ta ve Gnostik tarikatlarda (8) yaratılmış
Adem’e ruh üflendi, Hindularda ruh enkarne oldu, Mısır’da ölen Osiris,
her firavunun öldüğünde onunla özdeşleşeceği yeraltı tanrısı haline
getirildi (9), ölüm karşısında ruhçuluk öğretisi Mısır'dan Tibet'e
varıncaya değin devasa bir "Ölüler Kitabı" külliyatı haline geldi, Sümer’de
ölen ve her yıl baharda bitkilerle birlikte yeniden doğan Dumuzi (Tammuz),
tanrıça karısının kıskançlığıyla ölüler dünyasını ziyaret etti (10), İsa öldü ve yeniden dirildi ve
azizler, Paulus ve peygamber Muhammed göğe yükseldi, ölümle sonunda toprağa
dönecek insan çeşitli dinlerde zaten topraktan yaratılmıştı..
Geçtiğimiz binlerce yılda bin bir yaratıcı biçim alarak, Joseph Campbell’in deyişiyle “binbir maske takarak” ölüm karşısında insanın yegane savunma mekanizması işte bu manevi tasarımları üretti..
“..kendilerine yakarılan ve kurbanlar sunulan doğaüstü varlıkların
yanısıra toplumda bir de kutsallığın uzmanları vardır..” diyor ünlü
dinler tarihçisi Mircea Eliade “.. ruhları görebilen, göğe
çıkıp tanrılarla konuşabilen, yeraltına inebilen, şeytanları ve hastalıkları
yenebilen kişiler. Şamanın toplumun psişik bütünlüğünü savunma işindeki
temel rolü işte bu noktada belirir: İçlerinden birinin kendilerine yardım
etme yeteneğinde olduğundan emindirler. Toplumun üyelerinden birinin
ötekilerden saklı ve görünmez şeyleri görebildiğini ve doğaüstü dünyalardan
dolaysız ve kesin bilgiler getirdiğini bilmek herkes için rahatlatıcı ve
avutucudur..” (Mircea Eliade,
Şamanizm, İmge Yayınları, sayfa 554).
Ve bir kez ruhçuluk tasarımı yaratıldığında, insanın yaratıcı imgeler
dünyasında hayaletler, kötü ruhlar, melekler, şeytan ve ifritler, kahramanlar
ve kurtarıcılar, öte dünyadan haber veren fal, kehanet, büyü gibi araçlar da
belirdi, bunların hepsi insanın derin “yaşama
içgüdüsü” ile henüz üstesinden gelemediği o kara ölüme karşı bir savaştı..
İnsanlık tarihi bize, çok açık bir şekilde, insanlığın önce kutsallaştırmadan akledemeyeceğini (11) göstermiştir: bir bebek için baba bir kahraman, anne bir peridir ve yaşam bir masal gibi gözükmektedir, bilimin muazzam ilerlemesinin temelinde gizemcilik, simya ve çeşitli sayı gizemciliğinin olması, ilksel büyü ve otacılıktan hekimliğin, kadim falcılıktan, rahiplerin gezegen ve yıldız gözlemlerinden modern astrolojinin doğması bunun kanıtlarıdır..
Her ne kadar ölüm, dinsel avuntularla toplum için giderilmiş gibi de
gözükse, bastırılmış bir tedirginlik olarak insanın
şuuraltında yaşamaya devam eder (12), şuuraltı ise dünyanın olağan
prensiplerine uymayan özerk bir karanlık alem düzeneğidir, Freud bastırılmış
korkuların nevrozlar halinde zıttına atlayabileceğini ve buna saldırganlığın
nedeni olan ölüm içgüdüsünün de dahil olduğunu (13) iddia
eder.
Dinler, birey ve toplumu derin umutsuzluğa sevkeden yıkıcı ölüme el koyarak
onu kutsal alana öteledi, ancak biz teselliyi ölümde değil (14), bizzat
“yaşamda” arayan ve onu akıl, vicdan, eşitlik ve adalet ülküsüyle yaşanılır ve
değerli kılmak isteyenlerdeniz...
20.08.2017
twitter: https://twitter.com/clksnme
Notlar:
1) Emile
Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Ataç Yayınları, 2005, sayfa 19
(İngilizce baskıdan karşılaştırmayla çeviriyi biraz değiştirdim).
2) “.. dinsel öğreti ve törenlerin ana amaçlarından biri, dolayısıyla benlik duygusunun olabildiği kadar bastırılması ve katılım duygusunun geliştirilmesidir.. “.. ve son olarak bütün mistik çabalarda esas hedef, benlik damlasının Bütün’ün okyanusunda erimesidir..” Joseph Campell, İlkel Mitoloji, İmge Yayınları, 1992, sayfa 89.
3) İlkel topluluklarla 2 yıl birlikte
yaşayarak onları yakından gözlemlemiş olan Malinowski bu hususu ünlü eseri
“Büyü, Bilim ve Din’de” (Kabalcı Yayınevi, 2000) ayrıntısıyla ele almıştır.
“İlkellerin İnanç ve Tapımında Yaşam, Ölüm ve Yazgı” bölümüne bakınız.
4) Mircea Eliade, neolitik öncesi en eski mezar buluntularının (Moustier çağı
M.Ö. 70.000 – 50.000) simgesel anlamlarını çözümlerken şunları ifade eder: “en
eski çağlardan bu yana ölüm sonrası hayata inanç, kırmızı toprak boya
kullanımıyla kanıtlanmış gibidir; bu boya ritüel anlamda kanı ikame eder, yani
hayatın simgesidir. Cesetlerin üzerine kırmızı boya serpiştirmek bütün
yerkürede zaman ve mekan içinde yaygın bir adettir..” ve devamında, bulunan
mezar yönlerinin güneşin doğduğu yöne paralel, yani Doğu’ya bakıyor olmasının
da bir yeniden hayat umudunu temsil ettiğini belirtir. Mircea Eliade, Dinsel
İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1, Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 23 ve 25.
5) Yabanıl hayata, vahşi doğadaki riskler ve kaza, hastalık v.b istenmeyen
durumlar nedeniyle hep bir tedirginlik ve “korkunun” eşlik ettiği birçok
antropoloğun ortak kanısıdır, yabanıl, ölümün doğal nedenlerden değil, büyüden
kaynaklandığı inancındadır: “..ölülerin
ruhları, tehlikeli ruhlar olarak görülür, bunlar, öteki dünyaya
gönderilmelerine gücenirler ve şimdi kötü durumlarının intikamını almak için yaşayanların
peşine düşmektedirler..”, ve yatıştırılmaları gerekir. Joseph Campell, İlkel
Mitoloji, İmge Yayınları, 1992, sayfa 131. Ayrıca
bakınız: Sigmund Freud, Dinin Kökenleri, Payel Yayınları, 2002, sayfa 110. Campbell, Afrika’daki neolitik
topluluklarda, ruhun asıl yaşadığı yer olduğuna inanılan kafatası kültünü Leo
Frobenius’dan aktarır: sayfa 132. Tarımla birlikte, bitkilerin ölüm ve yaşam
çevrimi, “bereket tapımı” ve “ölüler tapımını” birbirine yakınlaştırır: (Anadolu’da)
“…kafatası tapımı Hacılar’da (M.Ö 7.000) yaygın bir biçimde doğrulanmaktadır.
Çatalhöyük’te iskeletler ev tabanlarının altına, cenaze armağanlarıyla birlikte
gömülmüştü..” Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1,
Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 63.
6) Sir James Frazer, dinin totemcilik aşamasında olan ilkel toplumlarda
erginlenme ayinlerinin toteme aktarmak üzere gencin ruhunun çıkarılması
olduğunu savunur: “..öyleyse bu ayinlerin rolü, insan veya totemi arasında
yaşam ve ruhların takas edilmesidir.. “.. genç insan olarak ölür ve yaşama
hayvan olarak döner, hayvanın ruhu artık bedenindedir ve onun ruhu ise hayvanın
[totemin] bedenindedir…” James George
Frazer, İnsan, Tanrı, Ölümsüzlük, Altınbilek Yayınları, 2014, sayfa 492.
7) Antropolog Frazer’in ünlü eseri “Altın
Dal” bu tema ile başlar ve eserinin sonraki sayfaları buna tarihten çokça örnek
verir, Sir James Frazer, Altın Dal, Payel Yayınevi, 1990.
8) Gnostik Nag Hammadi metinlerinde
Demiurge veya kötücül güçler tarafından yaratıldıktan sonra Adem’in cansız
bedeni günlerce ortada kalır, sonra Gizli tanrı Nur aleminden melek göndererek
Adem’in bedenine hayat (ruh) üfler. Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Gnostik
Mitoloji’de Düşük Motifi, 19 Mayıs İlahiyat Fakültesi Dergisi.
9) Plutark ünlü eseri “Isis ve Osiris”
de, Osiris’in sadece Mısır değil, dünyaya medeniyet taşıyan insan biçimli bir
tanrı olduğunu yazar, ancak Seth tarafından öldürülür ve cesedi parçalara
ayrılır.. Plutark, Isis ve Osiris, Ruh ve Madde Yayınları, 2006; Frazer ise
Altın Dal’da antik dönem boyunca Ortadoğu’da her yıl Osiris için yas
düzenlendiğinden bahseder.
10) Ortadoğu’da çeşitli isimler (Adonis, Attis, Dionysos vs.) altında ve sıkça
görülen ölen ve yeniden dirilen bir tanrı figürü olan Dumuzi ya da Tammuz,
Sümer ve Babil aşk ve savaş tanrıçası İnanna’nın kocasıdır, İnanna’nın indiği
ölüler dünyasından kurtulması için yer altında tutsak kalır, Samuel Noah Kramer
ve Mircea Eliade miti yorumlarken benzer düşüncededir: “Mit Ereşkigal’in
krallığını fethe, yani ölümü yok etmeye giden aşk ve bereket tanrıçasını
uğradığı bozgunu anlatır..” Bakınız: Mircea Eliade Dinsel İnançlar ve
Düşünceler Tarihi, Cilt 1, Kabalcı Yayınevi, 2003, sayfa 88, ayrıca bakınız:
Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, İmge Yayınları, 2002, sayfa 26.
11) Tevrat’ın yasak bilgi ağacı ile sembolleştirdiği Akıl, doğa ve tarihin şiddetli meydan okumalarıyla sıçramalı bir gelişim izlemiş olmalı, burada önemli olan, önceden icatlar süreciyle doğaya yansıtılmış olan Aklın artık bambaşka bir evrede bulunmasıdır: Bu, Aklın, gen kopyalama ve dahası tehlikeli “yapay zeka” süreci ile “kendini kopyalama (kendi suretini yaratma) evresi”dir, yakınlardaki bir haberde sosyal medya için geliştirilen yapay zeka robotlarının kendi dilini konuşmaya başladıkları duyuruluyordu.!
11) Tevrat’ın yasak bilgi ağacı ile sembolleştirdiği Akıl, doğa ve tarihin şiddetli meydan okumalarıyla sıçramalı bir gelişim izlemiş olmalı, burada önemli olan, önceden icatlar süreciyle doğaya yansıtılmış olan Aklın artık bambaşka bir evrede bulunmasıdır: Bu, Aklın, gen kopyalama ve dahası tehlikeli “yapay zeka” süreci ile “kendini kopyalama (kendi suretini yaratma) evresi”dir, yakınlardaki bir haberde sosyal medya için geliştirilen yapay zeka robotlarının kendi dilini konuşmaya başladıkları duyuruluyordu.!
12) Freud, “Bilinçdışımız dediğimiz
şey – ruhsal yapımızın, içgüdüsel dürtülerden oluşan en derin katmanları-
negatif hiçbir şeyi, hiçbir yadsımayı tanımaz, orada karşıtlıklar
çatışır..” diyor. Sigmund Freud, Uygarlık, Din ve Toplum, Öteki
Yayınları, Ankara 1995, syf. 84
13) “..Ya da Erich Fromm'un belirttiği
gibi, kötülük "yaşamın kendi kendine karşı çıkması" ya da "ölü,
çürüyen, yaşamayan ve bütünüyle mekanik şeylere duyulan hayranlıktır..”
Jeffry Burton Russell, Şeytan, Kabalcı yayınları, 1999, sayfa 19
0 yorum :: Maskelenmiş köprü : Ölüm ve Din
Yorum Gönder