Göktuğ Halis
Yüksek teknolojik ürünlerin
pazarlama stratejileri için merkezi bir rol oynayan reklamların bilinç dışına
gönderdiği ilk mesajdır “hız”. Bu sunumlarda, ürünün taliplerine, hiç durmadan
çalışan beyinlerin-bir grup bilim insanının- yaşamı kolaylaştırma adına sürekli
çalışmakta olduğu anlatılıyor. Söz konusu ürünlere sahip olanlar ise seçkinler
arasına girme şansını yakalıyor.
Kişinin satın aldığı ürünler
aracılığıyla kendini özel hissetmesi, pazarlama stratejisinin olmazsa olmazı.
Bu reklamlardan biri, bir masa
büyüklüğündeki mikro küplerin iç içe geçerek, sonunda tek birde birleşmesi
kurgusuna dayanıyor. Buradaki her bir küp, sonsuz çeşitlilikteki fonksiyonların
temsili; sonda kalan ve tüm diğerlerini bünyesinde toplayan “tek küp” ise, mekân
algısının yorucu baskısından kurtuluşa ilişkin bir sadeleştirmeye karşılık
düşüyor. Bir taneydi, ama tüm diğerlerinin niteliklerini bünyesini
barındırıyordu. Böylece insan “yaşamak için ihtiyaç duyduğu tüm
gereksinimlerini-küçük bir kutucuğa sığdırmış oluyordu.
Modernlik sonrasında, ekonomizm
merkezli yaşam algısı bu teknolojiye çok şey borçluydu. Yalnızca fabrikaların
mekanikleşmesi değil; teknoloji odaklı iş kolları tüm dünyada hatırı sayılır
bir istihdam yoğunluğu oluşturmuştu. Yeni bir iş yapma biçimi doğmuştu;
dünyanın “küresel köye dönüştüğü bu dönemde” bunun dışında kalmak her şeyin
dışında kalmaktı. İçte olmak ise “her şey” ile ilişkili olmaktı. Küçücük
ofislerde, yahut 40 metrekarelik kutucuk nitelikli residence dairelerinde
yaşayan çok sayıda genç beyin, dünyanın mesajlarını buradan alıyor ve dünyaya
buradan mesaj gönderiyordu.
Bir reklam sloganına uygun
biçimde, her şey bir kutuya sığmıştı.
Kadın ve kutu-sandık sembolizmi
“Kutu sembolizmi” kadim
kültürlerin dağarcığında olumlu bir anlama sahip değil. İçinde bilinmeyen bir
şeyleri saklıyor öncelikle. Toplumun bütününe açık olmayan ve diğerlerinin
anlamadığı bir ya da birkaç şeyi dışarıdan saran bir kılıf özelliği taşıyor.
Kimi mitolojik örneklerde “kutu”
ya da onunla eşdeğer anlamlara sahip sembollerin felaket taşıyıcısı olduğunu
okuruz. En yaygın örnek “Pandora’nın Kutusu” öyküsüydü. Anlaşıldığı Kadarıyla
Zeus, Prometheus’un kardeşine bir bela göndermek istemiş ve kadını yaratmıştı.
Düğün hediyesi olarak verdiği kavanoz-yaygın biçimde kutu olarak
bilinir-zamanın bir yerinde açıldı ve dünyaya kötülükler yayıldı.
Kadın ve “kutu” ya da ona
dönüştürülebilir sandık-küre-kap gibi semboller arasında önemli işlevsel ve
figüratif benzerlikler var. Da Vinci bunu “kupa” simgeselliğiyle karşılamıştı;
anlatılmak istenen “çok önemli bir şeyleri saklamaya”, gizlemeye ve koruya
yarayan bir hazne barındırmasıydı. Bu açıkça gebeliğe olanak biyolojik
donanımla ilgili. Musa ve Sargon gibi tarihsel-mitolojik kişiler, nehre
bırakılmış sandukanın içindeki bebeklik yaşamının ardından insanlarca
bulunmuştu. Bu ulu kişilerin doğuşu hep aynı evrensel kalıplarda tekrarlanır;
zira üstün kişilerin doğumuna görkem katmak istemiştir anlatıcılar. Nehir,
sandık-kutu ve çocuk açık biçimde doğum eğretilemesidir.
Kadın, “saklı
hazne”-kap-kutu-sandık sembolizmi ile kötülük arasında zorunlu bir ilişki
kurmuştu kimi mitolojiler. Kötülüğün, kadın aracılığıyla yayıldığı bir diğer
örnek de Kitab-ı Mukaddes’in cennet öyküsüydü. Burada da Yılan, önce kadını
kandırmıştı. Yine kimilerine göre yasak ağacın meyvelerinden yeme eylemi,
“saflığın yitimine yol açan” bir cinsellik eğretilemesiydi Sonrası ise herkesin
bildiği bir felaket: Sürgün ve cennetten kovuluş.
Ne Yunan ne de İbrani metinleri,
böylesi bir vurgu için ilk değil. Tarihsel kökenler için doğru adres Mısır ve
Mezopotamya idi. Ereşkigal sevdiği adam
kendisine dönmezse “yer altı dünyasının” kapaklarını açmakla tehdit ediyordu
insanlığı: Öyle ki ölüler, canlılardan fazla olacaktı.
Söylenceler ise daha eskilere
dayanıyor: Açtıkları kutularla fırtına yaratan ve insan etiyle beslenen yaşlı
kadınlardan-Cadılardan bahsediyor, Malinezya yerlilerinin mitolojileri…
Kutu açılırsa: Evren ve kötülük
Modern dünyada bilginler “kadına
yönelmiş” düşmanca bakışın “sosyal” ve tarihsel kökenleri üzerine yeterince
ilgilendi. Yine de bu araştırmalardan
cesaret alarak dini öyküleri “erkek egemen” bakışın metinleri olarak tanımlamak
yeterli değil. Mitolojiler üzerine yürütülen çalışmaların yoğun bir sembolizm
yığınını aşmak zorunda olduğunu ve sözcüklerin doğrudan anlamlarının pek
değersiz kılındığını hatırlayalım. Çok daha önemlisi, XX. Yüzyılın bütününde
yürütülen Psikoloji çalışmalarının “mitolojiler” ile “birey ruhunda saklı
değerler” arasında paralellikler kurmasıydı.
Belki de ortada ne kadın vardı, ne de kutu…
Farklı kaynakların incelenmesinde
meselenin “kadın” olmadığı gözüktü. Mesele “kabın kırılması”, kutunun açılması
ya da sandığın içindekini saklayamamasıydı. Kabalacı İsaac Luria’nın evrenin
yaratılışıyla ilgili “sim sum”- Tanrı’nın nefes alış verişi anlamında-öğretisi
bu yöndeydi. Evrenin yaratılışının Tanrı’nın kutsal ışığını tutan kürenin
kırılmasından kaynaklandığını anlarız. Bu kırılmadan “meşhur” Hayat Ağacı
çıktı. Böylece Tanrı evrene yayılmıştı…
Kabalacı için felaket burada
başladı. Tanrı’nın ışığını toplama işi de bilge kişiye düştü. İnsan, bu
öğretide, doğru davranışıyla, “kapların kırılışının” telafisini mümkün kıldı.
Bu sayede her şey yeniden tek bir şeye döndü.
Anne karnına dönüş teolojisi
Felaket her şeyin bir kutudan
çıkmasıyla başladıysa, selamet “her şeyin” bir şeye-kaynağına dönmesidir. Bu
düşünce-tüm şeylerin, tek bir şeye dönüşümü-tüm dünya coğrafyasına yayılmış farklı
dini ideolojilerin temel öğretisi. Birçoğu ölümden sonra insanın yaratıldığı
kaynağa geri döneceğini savunuyor. Bir diğer deyişle, aslında her şey, tek bir
şeydir: Yüce yaratıcının suretinden yaratılmış diğerleri, yalnızca geçicidir.
Bu durumda da evrende tek bir şey vardır: Buna felsefede Panteizm deniyor;
Tasavvuf’ta Varlığın Birliği…
Sofular
ise, yaşamı “acılara katlanılması gereken bir sınama olarak gördü. İnanç
gönüllere öyle dirayetli bir dayanma gücü veriyordu ki, bir felaket olarak
tanımlamayı hak eden “yaşamdan” kurtuluş, yine bir sandığın içine girmekle
mümkün olabilecekti. Tabut ya da gömülme eğretilemesi. Ve toprak “yeniden anne
karnı” olarak görüldü.
Ölüler
çok sayıda mezarda bu yüzden cenin biçiminde yatırıldı.
Yaratılış ve Big Bang
XX.
yüzyılın sonlarına doğru dindarlar, Evrim kuramının yaratılış fikrine
alternatif oluşturmadığını, iki düşünce arasında bir aykırılık bulunmadığını
savunmaya başladı. En bilindik uyum çağrısını Papa’lardan biri yaptı: Evrim
Tanrı’nın en büyük oyunudur…
Bu fikrin
savunucuları bilimin “Big Bang”-büyük patlama olarak tanımladığı merkezi
aşamayı-yaratılış anı olarak tanımlama yolunda durdurulamaz bir eğilim
gösterdi.
Big bang
öncesi ise büyük bir muamma… İnsan zihni, anlayışı ve kavrayışına tamamen
kapalı. Tıpkı yaratılış gibi; ancak semboller ve çağrışımlarıyla açıklanabilir…
Yaratılış
ya da var oluş… Her ne olduysa kötü olmuştu. Kimi Gnostik okullar bu fikrin
azılı savunucularıydı. “Yaratılışı”-ya da evrenin başlangıcını,bütünüyle
“kötücül” gördüler. Kutu açılmıştı ve Tanrısal hiyerarşide, gözle
görülmeyen-gerçek iyi Tanrı ile dünyayı yaratan “kötücül”
Tanrı-Ahriman-arasında bir fark gördüler. Gerçek Tanrı’nın dünya ile ilgisi
yoktu; ikincisi ise maddenin hükümranlığı üzerinde yükseliyordu: Para hırsı,
çok yaşama arzusu, elde etme tutkusu…Bu görüşe göre “kötülüğe” karşı savaşmak
için yapılması gereken ilk şey “yaşama iradesinden” vazgeçmekti. Düşünme,
inziva ve dünya hırslarından vazgeçmeye yönelik bir yaşama biçimi “insana” hem
“gerçek Tanrı’ya ulaşma şansı verecek” düşünsel berraklık sağlayacak hem de
kötücül Tanrı’ya karşı en etkili mücadeleyi tanıyacaktı: Onlara göre kötülük,
“Yaratılış” anında dünyaya yayılmıştı.
Her şey bir şeye dönüşürse
Tüm bu
semboller bir şeye dönüşüyor o halde… “Pandora’nın kutusu”nun açılışı, Kapların
kırılışı, Havva’nın doğurganlık kazanması ve big bang… Her şeyin etrafa
saçılışının kötümser bir bakış açısıyla yorumlanışıydı.
Her şey,
bir şeyde toplanırsa şayet, burada bilgelik vardı yaratılışın aksine. Örneğin
bilgeler sessizlikleriyle, zihinlerinde var olan “tüm bilginin” saçılmasını
engellediler. Onlar elde ettikleri bilgiyi kutsallaştırdı: Bilgeler sırlarını
açığa vermedi. Tao’nun söylediği de buydu: <3Bilen söylemez, söyleyen
bilmez.”
Çok daha
önemlisi onlar sıklıkla kullandığımız bir deyime “kapalı kutuya” dönüştü.
Teknolojinin vaat ettiği ölüm
Kutu ya
da sandık; her biri annenin karnını sembolize ediyor. Bu halde de “anne
karnından” toprağın dişileştirmesine uzanan çevrim; ışıkla-kişinin big bangıyla
başlayan doğum-yaratılış; bir diğer kutuda-yer altına kurulmuş bir mezar
odasında-kutuda sonlanıyordu.
Sözcüklerin
ilk anlamları her zaman tehlikelidir. Ölüm bir eğretilemedir ve en belirgin
niteliği, “bilinçli bütünlüğün” yitirilmesi ve hissizleşme ise “kalbin
durmasını beklemek” ahmaklıktan başka bir şey değil.
Lüks
rezidansların 45 metrekareyle sınırlandırılmış bir dünya algısı bundan daha
fazlasını vaat etmiyor aslında. Gelişmiş teknoloji ile dizayn edilmiş ekranlar
aracılığıyla dünya ile ilişki kuran insan için ölüm belki de gerçekleşmişti. Dünyanın
tüm zenginliklerini “tek bir odaya sığdırmak” olarak tanımlanıyordu modern
dünyanın nimetleri…
Belki de
her şey bir kutuya sığmamıştı; belki de her şey bir kutuya sıkışmıştı; insanla
birlikte…