Mustafa Çölkesen
Hikayesi hayli devrimci, dramatik
ve uzun, biraz kısaltıp Lenin’in Narodnik örgüte üye ağabeyinin onun çocukluk
yaşlarında Çar tarafından tutuklanıp asılmasıyla da başlatabiliriz, Lenin’in
kaderi, sanki bu dramatik olayla birlikte, dünya kapitalizmine meydan okumak olarak
biçimlenecekti..
Feodal, geri Rusya, asıl atılımını
devrimci aydınlarıyla yaptı, henüz bir tarım ülkesinde dünyayı sarsabileceğine
yürekten inanmış, toplasanız bir elin parmağı kadar insanlardı bunlar,
kapitalizm henüz o topraklara kök salmadan, başka türlü, “toplumsal bir
uygarlık yolu”nu denemek istediler, farklı düşünenler, tekleyenler, hatta “kapitalizm
önce bir gelsin sonra bakarız” diyenler çıktı, Lenin kararlıydı, tarihin
derinden baskı yapan misyonu ona ikilem şansı vermiyordu, bir hayat devrime
adanmıştı, onun için en düşük olasılık bile bir ihtimaldi, ve nihayet oldu, yıkıcı
bir savaşın ardından işçiler iktidarı aldılar..
Lenin, devrimi örgütlemiş ve
görmüştü ama, -tıpkı bir ebeveyn gibi- kaderi onun elinde değildi, Mustafa
Kemal gibi yeni toplumun ana hatlarını çizdi ve işçilerin rejimini, ruhu kısa
süre içinde yeniden hortlayan bir diğer çarlık despotu Stalin’e teslim etti,
sonrası batılı emperyal kuşatma altında Lenin’in vasiyetini asıl vizyonu olan dünya devrimi, sınıfların ortadan kalktığı
komünist bir toplumdan vazgeçmek pahasına bile yaşatmak için, demokrasi
yerine bürokrasiyi, devletçiliği hortlatan bir savaş, kıtlık, uzun ohal
dönemidir…
Batı tarafından lanetle izole
edilen insanlık, ayağa kalkmaya çalışırken, sanki eski yoldaşı, yeni Rus bürokrasisi tarafından
tekmelenmiş ve bu kez yüzüstü yere yıkılmış gibiydi, ama insanlığın o masum ve
tutkulu diriliş arzusunu tekmeleyen bir diğer taraf Batı’nın aslında kendi geleceğini de
ümitsizliğe sürükleyeceği ancak yıllar sonra anlaşılabilecekti..
Dün, Sovyetlerin yıkıldığı 1991
yılından bir videoya gözüm çarptı, o yıllardaki Sovyet gençliği atalarının Rus
çarlığı, onun işbirlikçisi Kulaklar ve Alman faşizmine karşı kahramanca
mücadelesine, fedakarca kalkınma hamlesine arkalarını dönüp, yüzlerini, batının
bir nevi piyasa kargaşasının temsili, meşhur Heavy Metal grubu Metallica’ya dönmüşlerdi,
aslında o post-modern sert melodilerin tınılarıyla “hoşçakal halkın iradesi, hoş
geldin kapitalizm, hoş geldin bireycilik, yaşasın yeni Tanrımız Piyasa”
diyorlardı..
Orada henüz 20’li yaşlarında olan
ve Sovyet rejiminin yıkılışını sosyalizme
bir toplu isyan ayini halinde kutlayanlar şimdi sanırım 50’li yaşlarında,
Lenin’in Sovyetler’de başlattığı yeni bir dünya uygarlığı projesi, sınıflardan
arındırılmış ve piyasanın önceliklerine değil, herkesin, toplumun ihtiyacına
göre örgütlenmiş siyasi insanların bir nevi “tevhidi”ni öngörüyordu, sınıfların tahakkümünde örgütlenmiş,
servete dayalı tekelci kapitalizm güdümündeki ulusal devletleri yıkarak adalet
anlayışıyla örgütlenmiş bir kardeşlik, İbrahimi tevhid anlayışı yeryüzünde
hakim kılınmak isteniyordu.
Elbirliğiyle yıktıkları o büyük
ülkünün altından onlarca ulus devlet ve bir o kadar din, mezhep enkazı çıkmak
zorundaydı, ayinle çağırdıkları o piyasa
tanrısı ise, eşitsizliği ve eski çarın modern tecellisi bir başka despot Putin’i
yanında getirmek zorundaydı, tarihin
zorlamaları altında hayli yıpranmış da olsa “kardeşlik bayrağı”nı yıkmanın
bedelini yeniden uluslara bölünmüş onlarca lanetli husumet bayrağıyla ödemeleri
gerekiyordu..
Ama henüz 1991’de, Metallica ile,
gelecekten bir haber, histerik ve sarhoşlardı, öyle güzel bir semboldü ki,
insanın yeniden bitişinin bir anısıydı..
21.03.2017
Metallica’nın 1991 yılında Moskova’daki
konser videosu burada https://youtu.be/_W7wqQwa-TU
Yokluk bilinci insanı daima ya geçmişe ya da geleceğe sürükler. Bu nedenle o bilinç her zaman yaşam enerjisinin büyük bir kısmını aslında bir arayış ile geçirir. Aradığı bir düzen değil, kendisidir. Sıçrayış sanılan da aslında yatay boyutta bir gezintidir. Bu nedenle sapla samanın karıştığı bir boyut içinde doğruyu aramakla geçirir. Bir nevi "Arap Saçını" ayıklamaya, çözmeye çalışır. İçten içe de hep yalvardığı şudur: “Çöz beni Arap Saçı” :) Fakat bu arayışlar eninde sonunda insanı ait olduğu sandığı kitlenin içinden çekerek, birey boyutunda kendisine götürür, özüne götürür.
İnsanoğlu; Tanrı’da/dinlerde/ideolojilerde Tanrı’yı, düzeni değil, kendi gerçeğini aramıştır aslında. Oysa yokluk bilinci korku ile güdülenen, kıtlık bilinci ile hareket eden kitleler ve ideolojiler yaratır. Bu nedenle ister sosyalizm ister kapitalizm gibi siyasi ideolojiler olsun veya insanın manevi hayatına düzen getirmeyi vaat eden dinler olsun, bir noktadan sonra başarısız olurlar. Varlıklarını hâlâ yansımalar şeklinde sürdürüyor olmaları, başarılı oldukları anlamına gelmez. Bu tür oluşumlar ancak kitleleri harekete geçirebilecek güçtedirler. Fakat kalıcı olamazlar. Çünkü o kitleyi besleyen bireylerin büyük bir kısmı, yokluk bilincindedirler, bir yere ait olma güdüsü ile hareket ederler. Eksiklik duygularından/algılarından kaynaklanan tamamlanmamışlık hissiyatını, dışarıdan tamamlamak isterler. Bu eninde sonunda o ideolojiye de yansır ve o ideoloji içten içe çürümeye başlar. “Önderi” öldüğünde ideoloji de zamanla ölür ya da amacından uzaklaşarak, aslında mücadele etmeye yola çıkılan o “yokluk bilincine” hizmet etmeye mahkûm edilir. Kaldı ki yokluk bilinci (cehalet) ile mücadele edilmez. Ama yokluk bilincinden çıkılabilir, ayılabilir. Yokluk bilinci illüzyondan beslenir ve bunu yaratır. Bu, aynanın karşısına geçip kendi yansımanla mücadele ederken, mücadele ettiğinin aslında sen olduğunu unutmak gibi bir şeydir. Yeni yollar mücadeleden doğmaz, kabul ve farkındalıktan doğar. Ancak o zaman doğru soru gelir. Ve doğru bir soruya gelecek olan cevap da dosdoğrudur, çözümü ve çaresi de içindedir, eylemi de.
Sanırım öyle bir çağ bekliyor ki kapının önünde bizi. Kitleleri galeyana getirerek bir dalgaya kaptırmak yerine (inanç), kitlelerin içinde bireysel uyanışları sağlayarak, akışın yönünü uyanmış bir bilinçle ters yöne çevirecek bir farkındalık (iman) talep ediyor hepimizden.
Adsız
22 Mart 2017 19:40