Mustafa Çölkesen
Geçtiğimiz gün, facebook’da,
burjuva ekonomistleri ve siyasetçilerinin, kapsamlı ve tutarlı bir “tarih tezi”nden yoksun olduklarını ve
modern çağda bunun sadece Marx’ın “sınıflar”
çerçevesinde ortaya koyduğu “tarihsel
maddeci” bilimsel yöntemle açıklanabildiğini öne süren kısa bir yazı
yazmıştık, bir dostumuz konuyla ilgili düşüncelerini yazmış.
Arkadaşımızın yorumu, internet ile birlikte global iş süreçlerinin "daha esnek, karmaşık ve grift" bir hal
almasından kaynaklı bir kafakarışıklığının yanısıra, günümüzde doğudan batıya sağcı,
totaliter yönetimlerin peydahlanması öncesi bir ara dönem olan “post-modernist”
liberal ideolojinin izlerini taşıyor, şimdi onun yorumunun bir kaçına yakından
bakalım:
“…emek, satmak ve zorunda olmak kavramları bana çok göreli, yani neyi emek
olarak kabul edeceğiz, satmaktan, özellikle satmak zorunda olmaktan neyi anlayacağız..”
diyor arkadaşımız..
Geçimini sağlamak için çalışmak
zorunda olan herkes, bulunduğu yer (örn. fabrika, havaalanı, hastane, pastane,
plaza vs), sektör, ticari unvan (işçi, uzman, görevli, avukat, doktor, müşteri temsilcisi
vs.), nispi gelir düzeyinden bağımsız olarak, sosyolojik tanımıyla, “emekçi”,
“işçi” kategorisinde olarak nitelendirilir, bu, antik ve feodal çağlarda emeği
karşılığında ayni ödeme yapılan serflerden, ırgatlara, günümüzde sosyal hakları
anayasal rejimler tarafından güvence altına alınan Batılı ülkelerin işçi
sınıfına kadar değişmez bir sosyal gerçeklik ve bilimsel sınıflandırmadır.
Arkadaşımız, devamında;
“..belki ifadeyi değiştirip en basit haliyle tarih, güçlüler ile
zayıflar arasındaki mücadeledir denebilir” diyor..
Peki tarih boyunca gücün aracı
olan “servet” nasıl ortaya çıktı o
halde?
Antik çağlarda servetin tarih
sahnesinde belirmiş yüzlerce farklı savaşçı kavimin yayılmacı siyasetiyle,
aslında kendileri de sınıflı toplumlar olan bir başka kavmin gerçekleştirdiği “servete el koyma” ile ele geçirildiği
ortadadır, bu savaşçı/yayılmacı toplumlar, daha sonra çeşitli isimler altında
birer imparatorluk haline geldiler, ancak hepsinde ortak nokta, imparatorluklarında
yoğun “köle emeğini”
kullanmalarıdır, toplumları uhrevi krallar, ona bağlı bir askeri-bürokratik
seçkinler sınıfı ve tarımsal/ ticari burjuvazi ve halk adı altında anılan “emekçi”lerden
oluşmaktadır, köle emeği, antik toplumların dikilitaş anıtlarından, daha Babil
döneminde bile “köle sözleşmeleri”nden,
Musevilik ve Hıristiyanlık dinlerinin uzun zaman diliminden geçerek, bir örneği
yeni dünyadaki şeker plantasyonlarının “yoğun işgücü”nü karşılamak üzere
Afrika’dan gemilere doldurularak getirilen siyahi kölelerle batı kolonyalizmine
kadar çok uzun bir zaman dilimine yayılır,
Batılı toplumlardaki etnik nüfus ve Afrika ve Hindistan başta olmak
üzere 3. Dünyadaki Batılı izler, köleci,
kolonyalist birikim geçmişinin en somut örnekleridir.
Endüstri devrimine kadar
dünyadaki tüm topluluklar kah istilalar yoluyla “servete el koyma” ve köle,
serf emeği, kah da ekonomik literatürde “ilksel sermaye birikimi” olarak anılan,
“iç pazara dayalı servet modeli” üzerinden gelişimlerini sağladılar, ancak
döneminin işçi sınıfının günde 16 saatlik emeğiyle damgalı ‘Endüstri Devrimi’yle
birlikte gerçekleşen devasa kapasite artışı ve sermaye birikimi burjuvazi için ulusal
sınırları aşarak dünya pazarlarına da erişebilmeyi mümkün kıldı, ünlü tarihçi
Eric Hobsbawn sanayi devrimi üzerine
“Endüstri ve İmparatorluk” isimli eserinde İngiliz gettolarında korkunç
bir hava kirliliğinin eşlik ettiği barakalarda perişan halde yaşayan İngiliz
işçi sınıfının gündelik yaşamını anlatır bize, diğer batılı sermayeler gibi
İngiliz sermayesi de işte emeğe bu dramatik koşulları yaşatan kar hırsı ile
hasıl olabilmiştir.
Burada Marx, diğer klasik iktisatçıların es geçtiği bir soruna odaklanmıştı,
malların değeri nasıl oluşuyordu, bir malın değerini belirleyen asıl şey neydi?
Uzun ve zahmetli çalışmalarından sonra Marx kendi “emek-değer teorisi”ne ulaştı, mallar ancak üretimi ve yeniden
üretimi için gerekli olan “emek zaman”
ile belirleniyordu, ve işçi, geçimi için
emeğini satmak zorunda kalırken, üretim sürecinde kendi gereksinimini
karşılayacak olandan “daha fazla değer” üretiyordu, işte sermaye sınıfı,
servetini ancak emekçinin ürettiği “fazla/ artık değer”e el koymak suretiyle
sürekli genişletebiliyordu, bu ise iş zamanının sürekli uzatılmasıyla “mutlak artık değer” biçimini veya
teknolojinin işin içine sokulmasıyla, yani emek üretkenliğinin kesintisiz arttırılmasıyla
“nispi artık değer” biçimini
alıyordu, Marx, normal hayatta emeğin sıradan alışverişi olarak görülen şeyin
aslında kapitalist medeniyetin doğasını
gizleyen bir şey olduğunu söylüyordu, emek, hem onu satan alan sermaye
tarafından sömürülüyor, hem de emek iş sürecinde parçalara ayrılarak bütüncül
doğasına yabancılaşıyordu. Servetin ve
uygarlığın tarihi -adeta bir sülük gibi- emeği gasbeden burjuvazinin emeğe
karşı örgütlü mücadelesiydi, burjuva, emek dışındaki ana girdilerde
(toprak, faiz, hammadde vs) rekabet avantajını sadece belirli sınırlar içinde
sağlayabileceği için asıl tasarrufu emekte yapabiliyordu.
Marx’ın emek değer kuramı,
paranın tarihi ve işlevini de açıklar, gelişmiş bir kapitalist ülkenin kalifiye
emekle üretilmiş ileri teknoloji malları 3. Dünyaya ihraç edildiğinde ve 3.
Dünya ülkelerinin “emek yoğun” tarımsal malları o ülkelere ihraç edildiğinde, bu
takas işleminden zararlı çıkan 3. Dünya ülkeleri oluyordu, Marx buna “eşitsiz mübadele” diyordu, ve dünya
ülkeleri arasındaki kalkınma farkının, büyük küresel şirketlerin (kartel ve
tröstlerin) dünyaya zaman içinde hakim olabilmelerinin asıl nedeni buydu.
Marx, bir ömür alan “Kapital” isimli anıtsal eserinde
kapitalist medeniyette periyodik bunalımlara neden olabilecek bir başka soruna
da dikkat çekiyordu: Sermaye diyordu Marx, yeni pazarları ele geçirmek, rekabet
avantajı sağlamak için üretim ölçeğini
sürekli büyütmek, böylelikle sabit maliyetlerin oranını azaltarak birim
maliyetlerini düşürmek zorundadır, ama bir yandan dünyada faaliyet gösteren
toplam sermaye emeğin fiyatı olan ücretleri de düşük tutmak zorundadır, bu çelişki alım gücünün sürekli düşmesi ve
piyasada satılamayan aşırı bir mal stoğunun kalması demek olacaktır,
Marx’ın bu öngörüsü birkaç yüzyıllık kriz incelemesi yapan Rus iktisatçı
Kontradief’in “dalgalar yaklaşımı” ile doğrulandı, kapitalizm dünya savaşlarına da yol açmış olan düzenli bunalım
çevrimlerine sahipti.
2. dünya savaşından sonra Avrupa,
arkasına uzun kolonyalist geçmişin birikmiş servetini de alarak Keynezyen
ekonomi politikasının hakim olduğu bir canlanma dönemine girdi, 1970’lerin
ortalarına kadar sürdü bu süreç, ancak petro-dolar krizi ve yeni bir aşırı
üretim bunalımı 1980’lerin hemen başında gelişmiş dünyada neo-liberalizm adı
altında yeni bir saldırı dalgasını başlattı, emekçiler on yıllar içinde o refah
döneminin haklarını birer birer kaybetmeye başladılar, ABD ve Avrupa’da zaman
zaman alevlenen toplu grevler işte bu saldırılara karşı emek cephesinin
cevapları..
Global şirketler internet
vasıtasıyla uluslararası karlarını rahatça gerçekleştirmesine rağmen, 2008’de
başgösteren finans krizi hala Avrupa emekçilerini vuruyor, binlerce emekçi dünyanın en büyük endüstriyel kuruluşları, otomotiv,
bankacılık sektörü tarafından kapı önüne koyuluyor, peki dünya sermayesi
buna nasıl bir çözüm buldu? Rekabet için yine emeği sömürme yolunda üretim hatlarını
dünyanın en ucuz emek ücretlerinin olduğu Çin ve Hindistan, Asya ülkelerine
kaydırarak… Sadece global şirketler değil, ABD ve Avrupa’da büyük- orta ölçekli
sanayi kuruluşları (iPhone, Xerox bile!), internetin sağladığı olanaklar nedeniyle emeğin sosyal haklarından
kaçınmak üzere, Müşteri Hizmetleri benzeri operasyonları için kendi
ülkeleri dışında yaşayan, Freelance çalışan kişileri tercih ediyorlar. Batılı
ülkelerde bile emekçilerin hakları hızla tırpanlanırken, birikmiş para
sermayenin toplandığı mali havuz reel üretim karşısında yerel pazarlarda daha
yüksek kar arayan spekülatif bir kimliğe bürünmüş durumda, global şirketler
rekabet süreçlerinde bir yük olarak gördükleri mavi yakalı emekçilerin rutin iş
süreçlerinde yerini kademeli olarak robotların alması için “Yapay Zeka” projelerine inanılmaz büyük
yatırımlar yapıyorlar, bu konuda oldukça mesafe kaydetmiş durumdalar ve bu
gelişme tüm dünyadaki mavi yakalılar için büyük bir tensikat riski teşkil
ediyor.
Farklı coğrafyalarda emeğin
bileşen ve biçimleri dönemsel olarak değişebilir, ama değişmeyecek tek şey değeri yaratanın “emek” olduğudur, 3. dünyadan Batılı merkezlere hızlanmış
göçler, kitlesel işten çıkarmalar, iflaslarla emek ordusuna katılanlar, ve
eskinin işveren meslekleri Avukat ve doktorların bile bugün emeğini satmak
zorunda olan meslekler haline gelmeleri de bu gerçekliğin bir parçasıdır.
Bugün dünyanın % 8’lik elit kesimlerinin tüm dünya gelirinin % 92’sini ele
geçirmesi halini alan o lanetli piramit yapısı, tarih boyunca kar, gelir,
devasa servet sadece Marx’ın ortaya koyduğu emeğin sömürülmesi süreci ile
açıklanabilir, dünyada şimdi şahit
olduğumuz savaş, kriz, belirsizlik, uluslararası gerginlikler, işid ve El-Kaide
gibi cihatçı terör tehditlerinin altında hep bu “Zombi Kapitalizm”in yansımaları bulunmaktadır..
Bunlar dünyaya nüfus edebilmek,
halkları, emekçi kitleleri dize getirebilmek için ekonomik faaliyetlerinde
kartları yeniden dağıtan, malları, ideolojik manipülasyonları, mali
operasyonları yetmediği yerlerde savaşa, silahlara başvuran o tarihsel kapitalizmden
başka bir şey değildir.
Bu derin çelişkileri içeren
küresel dünya elbette yeni bir gelişmedir, ancak yalnız ve umutsuz değiliz,
Occupy Newyork’dan Paris Baharı’na, Gezi’den, ABD’nin çeşitli şehirlerinde
küresel ekolojik yıkımı protesto eden yüzbinlere ve Toronto ve Londra’dan sonra
yakınlarda G-20’ye “Başka Bir Dünya
Mümkün” sloganlarıyla karşı çıkan engin kalabalıklara varıncaya değin
emekçilerin de dahil olduğu “Demokratik,
Özgürlükçü, Ekolojik” bir küresel itirazımız var, tarihin sonunda değiliz,
yeni bir başlangıçtayız..
14.07.2017
0 yorum :: Başka bir Dünya Mümkün..!
Yorum Gönder