Mustafa Çölkesen
Bir kısmı kapitalizmle,
uygarlığın toplumsal örgütlenme biçimiyle, diğeri insan olmanın sınırlılıkları
ile ilgilidir, etrafımızı çevreleyen sonsuz nesne ve olgular karşısında
işlerimizi hep "parça" larla
görürüz, ama hepsi Aklın ürünleri olan tarih bilimi, sosyoloji, felsefe,
antropoloji v.b bilimler vasıtasıyla geçmişi ve bugünü oluşturan dağınık
parçaları sistemleştirerek "bütünü" görebilme becerisine de sahibiz,
Hegel karmaşık felsefi yöntemini en iyi "gerçek bütündedir" sözüyle özetlemişti...
Bilgelik ise, hayatın saklı kurallarını, ayrıntılara odaklanarak değil,
parçaların birlikte var ettiği "bütünsel" gövdesi içinde
görebilmekti...
Bütün, parçalardan oluşmakla
birlikte, her parça son tahlilde bir bütüne aittir, kendi başına özerk bir gaye
taşımaz, amacı zaman ölçeğinde kendisinden farklılaşan o bütünsel varlığı
oluşturmaya yöneliktir, parça, nitel bir eşsizliğe sahip olmakla birlikte,
bütüne yaptığı katkı kadar anlamlıdır, demek ki anlam kendisini hep "bütün"de var eder.
Parça'nın bütüne hizmet etmesi, bütünün asli önemi, biyolojiden,
müziğe, matematikten, sanata, mekanikten tarih bilimine kadar kapsayıcıdır,
organel gelişim bütüncül canlı formu ile nihai amacına ulaşır, sesler- melodiler
ahenkli bir bütüne eriştiğinde anlam taşır, sanatta tasvir bütünsel bir forma ulaştığında
ortaya çıkar, mekanikte parçalar bir sistem oluşturmak durumdadır, tarihte sadece
belirli bir döneme ait olaylar dizgesinin kendi başına açıklayıcı gücü, anlamı
yoktur.
Parça - bütün arasındaki bu
ilişki, uygarlığın "işbölümü ve
uzmanlaşma" süreçleriyle insanın bütüne bakmasını önlemiş, onu hem bir
parçaya indirgemiş, hem de vizyonunu parça ile sınırlamıştır. Marx'ın
deyişiyle "insanın bilincini onun maddi varlığı" belirleyerek, köylü hayatını
toprak, zanaatkar atölyesi, tüccar malları, bürokrat idari işlerinden ibaret
olarak görmektedir, hayatının asıl
belirleyenleri olan iktidar, hukuk, egemenlik, mülkiyet ilişkileri v.b onun
ufku ve irade alanının dışındadır, onlar bütünü temsil ettiklerinden hiyerarşinin
tepesindeki ilahi otoritelerin emri altındadır, parça-bütün diyalektiğinde
yabancılaşmanın tarihi uygarlığın ortaya çıkışı kadar eskidir.
Yıkılmak üzere olan eski büyük
medeniyetleri fethederek ona geçici de olsa canlılık kazandıranların, medeniyetlerin dışında, eşitlikçi komün
hayatında özgürlüklerini soluyan barbarlar olması bir rastlantı değildir,
işbölümü ve uzmanlaşmanın parçalara
odaklanan körlüğünü yaşamıyorlardı ve yaratıcılıkları
ve cesaretleri henüz medeniyet tarafından sınırlandırılmamıştı. Barbarların
sonradan medeniyet tarafından fethedilmeleri başlangıçta o medeniyetleri
özgürlükçü ruhlarıyla ele geçirmeleri gerçeğini değiştirmez...
6.000 yıllık serüveninde zamanla aynı
"hiyerarşik kurumsal yapıyı" koruyarak karmaşıklaşan uygarlık
tarihinde modernizm bunun istisnasımıdır?
Üretimin pazar için yapıldığı,
rekabetçi yenilikçilik adına üretim sürecinin daha fazla alt segmentlere
bölündüğü, emeğin üretim sürecinde ortaya çıkacak "bütün" (nihai ürün)
üzerinde söz sahibi olamadığı, dünya kaynaklarının dağıtımına, emekgücünün
tahsisi ve işbölümüne dev tekelci sermaye gruplarının karar verdiği, insanın zanaattan, yaratıcı kişisel
becerilerinden koparak devasa bir global üretim makinesi içinde giderek "izole, niteliksiz ve önemsiz bir parçaya"
indirgendiği, emeğin üretim sürecinin teknolojisi, termin öncelikleri ve
ritmine göre disipline edildiği, iş
örgütlenmesinin durağan ve mükerrer yapısı nedeniyle iş ve görevlerin
rutinleştiği, emek zamana değil, performans kriterlerine dayalı teşvik
sistemleriyle bilcümle kendisini
parçalayan, yalnızlaştıran, değersizleştiren bir ekonomi düzeneğinde dramatik
bir yaşam mücadelesidir bu...
Bireyin bu dramatik yaşam
mücadelesinde yegâne politik faaliyeti ise, yine uzmanlaşmış bir kaç siyasi
bürokratın "yukarıdan aşağıya" kendileri namına toplumsal kaderleri
hakkında söz sahibi olduğu, uygarlığın kapitalist temellerini "dokunulmaz,
sabit bir siyasi düzenek" olarak korumak üzere birbirleriyle sözde rekabet
eden yaşlı bürokratlara - 4-5 yılda bir -
oy vermekle sınırlıdır; temsili- biçimsel demokrasi koşulları altında, işleyişinde
söz sahibi olamadıkları, tepelerindeki bürokratik siyasi aygıta bireysel
katkıları, bir oy kadar önemsiz, umutsuz
ve işlevden yoksundur böylece...
Böylelikle bireyin yaşamı, hem
üretim-çalışma sürecinde, hem de siyasi hayatında edilgen, kurallar ve
buyruklarla yönlendirilmiş, parçalanmış haliyle, her türlü özgürlük, irade ve yaratıcılıktan yoksun olarak, sadece
Uygarlığın ilerleme amaçlarına tabi kılınmış, feda edilmiş durumdadır.
"Böyle gelmiş böyle gider" halk deyişimiz, insanın kendisine rağmen otoriter bir yaşam düzeneği karşısında kendi bireysel yaşamı konusundaki çaresizliğinin özetleyici bir yansımasıdır.
Çaresizlik, engellenme, sıkışma
duygusu tüm nevrozların da kaynağıdır modern toplumda, psikiyatri bilimi
hastanın alt bilincinden yansıyan, onun "yegane sorun" olarak gördüğü
tekil bir olay karşısında, terapi
seansları vasıtasıyla, bireyin geçmişi, çevresi ile kurduğu ilişkiler,
hedefleri ve başarı/başarısızlık tablosu ile "hayatının bütününü" resmetmeye çalışarak nevrozun kaynağına
inmeye çalışır, psikiyatri de teşhisi kişisel "bütün"de görmektedir, ancak çözümü, bireyin içinde yaşadığı uygarlığın hiyerarşik, otoriter, anamalcı,
sınıflara bölünmüş doğasını sorgulamak yerine, onun bu çelişik,
yabancılaşmış hayata katlanmasını sağlayan mutluluk hormonu ilaçlarının ötesine
geçemez...
Küçük mutluluklar, alışverişler,
mal-mülk edinmeler, hafta sonu eğlenceleri, romanlar, diziler vb. hep insanın
bütünü temsil eden o acımasız, çarpık hayatı karşısında parçaya sarılarak gerçekten kaçışı ve unutma arzusudur.
Parçayı kurtaran o bütünsel
gerçeği, yani şairlerin "insana bir armağan olarak tasvir ettiği"
biricik, geri dönüşü olmayan hayatın kendisi karşısında, edilgin, belirlenen,
zorlanan, baskı altına alınan, tabi olan ve özgürlükten mahrum kalan olarak
ıskalamıştır, kapitalist modernizm karşısında asıl tepe taklak duran, üzerinde "özgürce tasarruf hakkına ve
mülkiyetine" sahip olamadığımız "hayatımızın bütünü" idi, parçalara bakmaktan insanın asıl zindanını görmekten
çekindik.
Yeryüzünde herşeyin gelip geçici
olması bizde sürekli bir "boşluk duygusu" yaratırken, neden tüm
mal-mülk edinme, günü kurtarma gayemizden ziyade, bireylerini özgür ve mutlu
kılabilecek "yeni, eşitlikçi,
özgürlükçü bir uygarlık projesi" için mücadele etmiyoruz, hayatımızın
biricikliği nedeniyle ona bir şans tanımak, onu bu lanetli kördüğümden
kurtarmak, sıradan tarih içinde ona şahsiyet ve özgürlük kazandırmak uğruna
mukaddes bir amacı misyon edinmiyoruz?
Özgürlük, yaratıcılık ve toplumsallık insan doğasının arzusu, mutluluk
bileşenleridir, insanın mistik yücelim duygusu ve tamamlanma gereksinimi
onları gerçekleştirmekle mümkündür, ama hiyerarşik
kapitalist uygarlık, işleyişi gereği, özgürlük yerine "tabi olmayı",
yaratıcılık yerine "vasıfsızlaşmayı", toplumsallık yerine ise "bireyciliği"
ikame etmiştir.
Anları yaşayabilir, toplumun
ayrıcalıklılarının bireysel yaşamlarına gıpta ederek, onların eğlence ve tüketim
anlayışlarına öykünerek belki tekil günleri yaşanılabilir kılabiliriz, ancak sorgulamaktan
kaçındığımız, kaçınılmaz bir kader olarak gördüğümüz ya da gözlerimizi
kapadığımız uygarlığın içindeki çarpık
varlığımız hayatımızın ta kendisidir, o ise, birlikte değiştirmediğimiz
sürece, ayağımızın altından kayıp giden bir bütündür...
20.11.2014
twitter: https://twitter.com/meclksn
0 yorum :: Mustafa Çölkesen: Hayatı Iskalarken...
Yorum Gönder